DENEME

İlknur Kubaşık  







Marina’nın Bahçesi


 “Dünyanın bütün özsuyu dudaklarında.
 Tam uyandığında, şarkımı söylemelisin”
 EdmondJabés
 
(Öcü’nün Yemeğine Şarkılar)

 

Bitti sandım gideni, mevsimlerin durduramadığı.

Havanın kararmasıyla ılık günleri anımsıyordum böylesi zamanlarda. Kentin cenderesinden uzakta çok kısa sürede deniz üstünde bir ada parçasına gidecektim. Etrafa bakıyor, rüzgârı anımsayan insanları izliyordum. İnsanlar memnun görünüyordu. Çağımın insanları; sessiz sedasız yaşama arzusundan uzaklaşmış, en güzel çiçeklerin perdeleri çekilmiş, yosunlu gözyaşları gülümseyene dek yağacak. Ve yağarak büyütecek karnında, çırılçıplak toprağa uzanınca yabancılaşacak olan insanları.

Vapuru bekliyordum. Kalabalık iskelede vapuru bekleyen onca insanın arasında gözüm yalnızca ona takılmıştı. Esmer tenli beyaz gülüşlü, bohem kokan, yüz ifadesiyle beni ona dikkatle çekip duran bir ötekiydi. Belki biraz farklı oluşu baktırıyordu beni ona. Yanına doğru yaklaştım. Onunla beklemeye başladım vapuru.

Vapur gelmişti. Ben ve o, itişip kakışan insanlarda, bindik. Yan yana oturmuştuk. İnsanla bir özdeşlik kurma çabasının önemini anlamaya çalışıyor, gizliden gizliye ben mutluyum diyordu bir yanım. Sanki sözcüklerim dikenli tellere sarılmıştı. Dahası günün birinde, sözcüklerden ve olasılıklardan ciddi bir çıkmaza sürüklenmenin kendimde yarattığı bir yarayı büyütmek istemediğimden; aşamamıştım o dikenli telleri. Orada takılı kalmıştım işte.

Vapur bir iskeleye yanaştı. İnsanların çoğu indi tabii o da, çok azı da binmişti. Vapurun arka tarafına geçmiştim. Büyükada iskelesinden, önce Heybeli ardından Burgazada’ya doğru hareket etmek için anons yapılmıştı. İki ayrı ada parçasını, arasındaki sınır kuşlarıyla; aynı göğe uzanan kısa bir ânı hatıra etmiş olan zihnim kendini alamıyordu. Dalıp gitmiştim ve bunun önüne geçemiyordum. Başka bir yere gitmiştim, geri dönemiyordum… Ki döndüm.

Bu esnada Burgazada iskelesine doğru yanaştı vapur. İndim. Doğal bir cennetti Burgazada; çığlık çığlığa su kuşları, yandan çarklı vapurları (çarkı bulamadım ama), faytonları, mır mır eden kedileri ve köpekleri; siz bunları okurken hayatta daha ne önemli şeyler var diye düşünüyorsunuz belki. Yabancılaşmanın ölümsüz şairi Franz Kafka’nın dediği gibi  “bütün soruların cevapları bir köpeğin bakışlarında gizlidir.” Tabii bir kentte bir ceset gibi ve bakışlarında acıtan masalların olduğunu düşünmek, insanların ve ruhlarını dalga sesleriyle dokumuşların adasında; büsbütün çocuklaşarak şakalaşmaya başlayan, yüzünü nereye çevirse düpedüz âşık bir varlığa rastlamak da mümkün.

Saat geç olmuştu.

Birkaç yere uğramıştım; Rum balıkçıları ve taş plak çalan gramofonları ile seneler sonra bir plakta LéoFerré. Aynı şarkıyı söylüyordu ve yakamozlanan dalgalarına, Ada’nın üzerinde tepedeki Hristos Manastırı kalıntıları ile bir şehre gidememek‘in işlevine değin o uzak kentte bıraktıklarımın, bir eski düşün; kovulmuşlukları ve anlatamamalarının sancısı. O günleri yaşadım diyebilmenin burukluğunu anımsıyordum.

Sonra (…)  Ada’nın ışıkları sönmüştü. Yitirmişti eski seslerini. Her yer; gece yarısıydı. Madam Veronikanın sevimli küçük evi ve sıcaklığıyla hatıralardan gülümsedik. İçime güneşler doğup taşmıştı. Kahve hazırlayıp masaya bırakmıştım. Sanki en sert kışıymış gibi soğumuş kahvemiz. Gülüştük… En güzel hastalık bu Adanın muhtevasında. Çünkü gördüğüm gerçeklikti. Toprak gibi bir eksikliği çırılçıplak dile getirişi; penceresine vuran kızıllığının giderek bir düşüne yürür gibi. İnsanın ve zamanın çarpıştığı. İnsana kendiyle ilgili şeyler yaşatıyordu. Mistik havayı anlamak için bir Ege sahil kasabasına yerleşmeye karar vermiştim. Böylesi zamanlarda biraz üzülsek de birçok kez gülümsetebilenlerin varlığına şükrederek.


 

dizin    üst    geri    ileri  


 



 14 

 SÜJE  /  İlknur Kubaşık  /  yirmi dokuz eylül iki bin on beş     12