ANLATI

Semih Özcan  







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE


O ARTIK HEPİMİZİN AKLINDA                                                      - Yedinci Bölüm –


Yine sıraya dizildik. Yine ellerimiz kelepçelendi. ‘Yürüyüşe’ hazır duruma getirildik. Ve tüm bunlar olurken son derece doğal, rahatız. Hiç birimizden en küçük bir itiraz yükselmiyor. Düzenin biçimlendirdiği insan olmak böyle bir şey işte. Artık tüm yapılanları kanıksıyorsunuz.. Beyniniz, tüm yapılanları doğal gören ‘kutsal’lar yaratıyor.

Her sabah yapılan rutin bir uygulama gibi. Oysa sabahın köründe gelen bir buyrukla dizildik sıraya. Beklenmedik bir biçimde, mahkemeye çıkarılacağımız söylendi. Tutukluluğumuzun adını koyacaklar. Karar günü.

‘Uygun adım yürünecek. Yürü! Sol!.....’ Yine soldan girdik. Devam…

‘Uygun adım kelepçeli’ yürüyüşle mahkeme binasına getirildik. Oldukça kalabalık bir gün. Mahkemeye çıkarılacakların sayısı yüksek. Yine bina önünde kelepçelerimiz çözülüyor, özgür görüntülerle 2. kata çıkarılıyoruz. Duruşma salonunun önü de içi de kalabalık. Salonun önünde bulunan banklarda oturup beklememiz söyleniyor, bu kez tekmil vermeden.

Hiçbirimizde heyecan yok. Hele kafada, şu kadarımızı salarlar şu kadarımızı tutuklarlar diye aritmetik hesaplar hiç yok. İlk duruşmada sivil yargıç topumuza tutuklama istediği için kafamız çok rahat. Her ne değin mahkemeye gelirken koğuş arkadaşlarımızın sadece bizlere moral vermek için, belli olmaz yine bir sivil yargıç çıkar, o bırakır türünden dileklerini de ciddiye alan yok. Çünkü Mamak adliyesinden tüm ipleri sivil yargıya bırakan bir beklenti içinde olmak ‘eşyanın tabiatına aykırı’.

Bir süre bekletildikten sonra içeriye alınıyoruz. Bir önceki duruşma hala sürüyor. Sanırım sonlara yaklaştı diye içeri aldılar bizi. Hıncahınç kalabalıkta kendimize bir yer buluyoruz itiş sıkış. İçerdekilerin çoğu kadın tutuklu arkadaşlarımız. Erkek tek tük. O an şaşkınlıktan dilim tutuluyor. Askerler bırakın bizlere yaptığı gibi emirler yağdırmayı, ağızlarını açamıyorlar kadınlar karşısında. En küçük bir söz söyleyen ya da dik bakan anında ağzının payını alıyor:’’Önüne bak ulan..!’’ diye. Salondaki askerlerin bir dayak yemedikleri kaldı. Duruşma boyunca kadınların tepkisi müthiş yüksekti. Fırça yemeyen kalmadı içlerinde. Gülümseyerek bir onlara baktım bir bize. İçimden kendimize bir yuh çektim. Sonra da buraya kelepçelenerek getirilişimiz geldi aklıma. Bunlara kelepçe vurmak?!!! Söz konusu bile olamaz. Bunu aklından geçiren asker bile yaşamını tehlikeye atmış demektir. Hiç beklemediğim böylesine güçlü direniş karşısında gözlerim yaşararak kararımı verdim. Eğer günün birinde bir örgüt ya da parti kurmaya kalkarsam içine bir tane bile erkek almayacağım. Bu ülkenin kurtuluşu yine Amazonlarda..

Yıllar sonra bunun nedenini anladım. Kadınlar Mamak’ta ve emniyette öylesine kötü koşullardan geçmiş, öylesine işkenceler görmüş ki onlar için gerçekten de artık zincirlerinden başka bir şey yoktu. Ve seslerini yükseltmek, güçlü direnişler sergilemek onlar için gerçekten tek seçenekti. Hiç biri bırakın yaşamayı sevecek, düşünecek bir ortamda yer almamıştı. Çok sonraları onların dramatik yaşamını Pamuk Yıldız’ın ‘ O Hep Aklımda’ kitabında okudukça, aklıma hep bu adliye sahnesi geldi. Pamuk’un kitabı bence, 12 Eylül’ü kadınların penceresinden anlatan hatta 12 Eylül’ü böylesine açık ve net olarak gözler önüne seren tek kitaptır. 12 Eylül’le ilgili tüm yazılanları okumuş ve o dönemi bizzat yaşamış bir kişi olarak açıkça söylüyorum, ‘ O Hep Aklımda’ 12 Eylül’ü anlatan tek başyapıttır. Ve kendisi de o dönemleri yaşamış olan Pamuk Yıldız’ın bu kitabı, bana da bu okuduğunuz satırları yazdıran baş neden oldu. O dönemi anılaştırıyorsam, nedeni o kitaptır. Bu nedenle bu bölümün başlığını ‘O Artık Hepimizin Aklında’ koydum.

Bir süre sonra duruşmaları bitti. Bizi ön sıralara aldılar. Salon bir anda ıssızlaştı. Topu topu dokuz kişiyiz zaten.

Ve kapı açıldı. Yazmanıyla birlikte, kararı verecek olan yargıç içeri girdi. Bir asker.

Rahatladım. Hazır alışmışım buraya, tahliye olmak da ayrı bir dert. Zaten ben yıllardır; ev tutup orada kalmak yerine, ev gibi uzun sürelerle otellerde ya da kamu kurumlarının misafirhaneliklerinde kalmaya alışmış bir insandım. Döşeme derdi yok, elektrik, su ödeme derdi yok. Çok daha kolayıma geliyordu. Hatta sürekli kaldığım için fiyatı da indiriyorlardı. E şimdi, kaldığım otelden gelip aldılar beni, başıma bu iş gelince o otel alacak mı bakalım beni? Kısacası işin yoksa dışarıda kalacak yer ara kendine. Burası ne güzel. Benim gibi otellerde kalmaya alışkın bir kişi için burasını otel gibi kullanıyorum işte. Gerçi işin disiplin tarafı biraz batıyor. Karşındaki her üniformalıya tuvalete giderken bile, ‘komutanım’ diyerek izin istemek; yürüyüşlere ya hızlı adımlarla deli gibi ortada kuyu varmışçasına daire çizerek ya da elleri kelepçeyle çıkmak; her sabah ve akşam ana okulu çocukları gibi sayı sayma eğitimi görmek adama batsa da yine de barınıyoruz ya…

Bizim askeri yargıç yerine oturdu. Önce savcının iddianamesini okudu. Ardından 5-10 saniye bekleyip, karar, dedi, başladı yazmana doğru konuşmaya. Yine tek tek adımızı okudu.. yine beş on saniye bekledi ve ‘tahliyelerine karar verilmiştir’ deyiverdi.

Kimse sevinemiyor, şoktayız. Hele ben, şokla karışık bir halde bu kararın altında çapanoğlu arıyorum. Kafalarından ne geçtiğini çözmeye çalışıyorum.

Bu yetmezmiş gibi, bir de üstüne konuşma yaptı yargıç. Öyle bir konuşma ki, emekli mi oluyorsunuz, diye sormamak için zor tuttum kendimi. Adam bir güzel, dosyayı incelediğini, birtakım kişilerce oyuna falan getirildiğimizi, bu kişileri de çok iyi tanıdığını, bize çamur atarcasına suç atarak gammazladıklarını, bundan sonra da bu kişilerin boş durmayacağını, aman kendimize dikkat etmemizi falan söyledi.

Salondaki şok katsayısı arttı.

Benim beynimdeki bit yenikleri de..

Dönüş yolunda bu kez askerlerin davranışı anında değişti. Kelepçelenmedik. Sanki biraz daha nazikçeydiler de. Tahliye olduk ya…

Koğuşun bahçesine geldiğimde yine felaket bir manzara. Bu asker milletine de hiç arkamı dönmeye gelmiyor. Bu kez yıkımın bir başka cinsi. Bu kez fiziksel şiddet yok beyinsel şiddet var. Tek sözcükle psikolojik işkence. Yine Mamak’a özgü görüntülerden biri olan koğuş araması. Daha doğrusu arama da değil, koğuştaki tüm eşyalarımızı allak bullak etme taraması. Koğuştakilere ait ne kadar eşya, giyim varsa tümü de arama adı altında karman çorman olarak bahçeye yığılmış vaziyette. Ve toza, toprağa, çamura bulanmış o eşyaları, giyecekleri şimdi bulun alın deniyor. Hadi dış giyecekler neyse, ki onlar da çok zor bulunuyor hatta bulunmuyor, bulunsa da toz,toprak, kir içinde de…özellikle iç çamaşırları bulmak hele hele temiz bulmak neredeyse olanaksız.

Tahliye sonrası bahçede başımıza gelen iki asker eşyalarımızı toplayıp yanlarına gitmemizi istiyor. İyi de nasıl bulacağız? Küfreden gözlerle bakıyorum bahçedeki yığına. Biraz kurcalıyorum. Markasından, benim olduğunu kesinlikle anladığım bir iki parça daha giyilmemiş giysiyi bulup çıkarıyorum. Öbürlerini olduğu gibi bırakıyorum. Hiç biri alınacak halde değil. Onları da zaten tahliye nedeniyle üstüme giyiyorum. Yanıma hiçbir fazlalık almıyorum. Son kez koğuşa girip arkadaşlarla vedalaşıyoruz. Buraya getirilirken ve babamın beni göremediği bir ziyaretinden gelen az bir param vardı. İdarece el konulmuştu. Onu iade ediyorlar. O sırada komünden bir arkadaş parayı verip veremeyeceğimi soruyor. Önce dışarıda parasız kalacağımı düşünerek tereddüt ediyorum. Ancak sonra bu komünlerin bu şekilde yaşadığı, yaşatıldıkları aklıma gelince bu düşüncemden de utanıp çıkarıp veriyorum tamamını.Bu kez yanımda çok daha fazla para olmamasına yanıyorum. Onları güç şartlar içinde bırakmışım gibi bir duygu içimi kemirip duruyor. Aklım hep onlarda kalıyor. Çıktıktan sonra da uzun süre.

Dışarı çıkıp bizi tahliye için bekleyen askerlerin yanına gidiyorum. Bahçenin bir köşesinde askerlik suçları nedeniyle hücre cezası alan erlerin kapatıldığı iki küçük kulübemsi, nispeten daha rahat olan yer vardı. Bizi bir gecede orada tutup ertesi gün bırakacaklarmış. Oraya yönelirken, birden aklıma yan ranzamda yatan yaşlı amca geliyor. O, kendisiyle iletişimi kesen avukatın adresini verecekti bana, gidip görmem için. Aklıma geliyor, hemen koştura koştura koğuşa dalıyorum. Koğuş önündeki askerlerden biri gıcık oluyor, engellemeye çalışıyor. Biraz da tahliye olmanın verdiği rahatlıkla ‘çekil önümden, tuvalete gideceğim’ diye ittiriyorum. Ama yemiyor, tuvalet çıkışında koğuşa girmemi engelleyerek, beni zorla dışarı çıkarıyor. Koğuşa niye girmek istediğimi soruyor, söylemiyorum.
Aklınca bana ceza vermek için, ellerimi uzattırıp coplamaya başlıyor. Ama boyu o kadar ufak ki, gerinip gerinip zıplayarak vuruyor. Hani ensesinden tutup kaldırarak daha rahat vurması için yardımcı olasım geldi. Sonradan bu tiple aynı otobüste bir yolculukta denk geldik. Garibim korkudan ilk durakta indi. Çok sonraları da kimliğini de öğrendim. Hani, 12 Eylül Davası ilk açıldığında, 12 Eylül’le ilgili birtakım tipler günah çıkarmaya başlamıştı. O sıralar ufak tefek bir astsubay vardı ‘bize zorla kötü muamele yaptırdılar. Çok pişmanım’ diye ödü bir yerlerine karışan bir tip. Radikal ve Bianet’e haber olmuştu. İşte o tip. Şimdiye dek gördüğüm en korkak adam ama her bir haltın da altından çıkıyor. Kim bilir, emir gereği, metrelerce gerine gerine coplarken de ‘amirlerinden’ nasıl korkmuştur ve ne pişmanlıklar yaşamıştır. Okuyunca gözlerim yaşardı.

Emniyette bana en çok işkenceyi yapan ve sonra da uzun süre, aylarca beni takibe alan (ben ona koruma polisim,diyorum) kişiyi de tespit ettim. Mustafa. Emniyetteki bilinen adıyla istihbaratçı Mustafa.

O gece erlerin hücre cezası çektiği küçük koğuşta kaldım. Tavırlar değişmişti. Sanki sanık değil konuktuk. Daha içeri girer girmez Mamak ortamında asla olmayacak iki tür yemek geldi. Önce ızgara köfte sonra da pide. İkide bir ihtiyaçlarımız soruldu. Sık sık sigara ikramları yapıldı. Günah çıkarma papazı olmuştuk anlayacağınız.

Ertesi sabah tahliye saati geldi. Ben tam kapıdan elimizi kolumuzu sallaya sallaya çıkmayı beklerken, zınk dedi önümüze bir polis arabası gelip durdu. Yine bir olumsuzluk. Çünkü, 12 Eylül sık sık başvurduğu uygulamalardan biri de, savcılıkta işkence nedeniyle emniyet ifadelerini kabul etmediğinizde yeniden emniyete götürülürdünüz. Yeniden sorgulanmak, o suçlamaları yeniden kabul etmek için. Neyse, düşündüğüm olmadı. Bizi, aldıkları yere ‘sağ salim’ teslim etmek için gelmiş polis arabası. Ama nedense benimki biraz değişik oldu. Otelden almışlardı, otele götürmediler. Çok daha önce kaldığım bir kamu kurumu misafirhanesine götürdüler, o adresi onlara hiç vermediğim halde. Akıllarınca, biz senin kaldığın her yeri biliyoruz, demeye getiriyorlar. Neyse, götürdükleri yer sorun çıkarmadı, benden oluşan paketi kabul ettiler.

Onlar çıkar çıkmaz fırladım otele doğru. Ama önce Ulus postanesine uğrayıp eve tahliye olduğumu bildirdim. Biraz da durumum hakkında konuştuk.

Otel sahibi iyi çıktı. Polisler aldıktan sonra iki gün beklemiş ve hesap kabarmasın diye hesabı kesmiş. Gittiğimde fazla bir borç çıkmadı. Tamam dedim, yarın veririm. Yanımda bişey kalmadı ki, olanı da komüne bıraktıktan sonra. Yeniden odama çıktım. Yıkanıp, adam gibi temiz bişeyler giyip okula doğru yola koyuldum.

Sınav dönemleri bitmiş, şimdi ne olacak diye kara kara düşünürken okula varmamla tüm bu dertlerden kurtuldum. Sorunlarım şak diye çözümlenivermişti. Okulun camına yapıştırılan bir kağıtla Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 1402 sayılı bildirisine dayanarak benimle birlikte toplam dokuz kişinin okuldan atıldığı yazılıyordu.

Ben camdaki duyuruya bakarken doğrusu hoşuma da gitti. Nedense sanki çok büyük bir ödül almışımda onun duyurusuymuş gibi onu da duydum. Hele bir de adımı liste başı yapmamışlar mı? Zevkten dört köşeyim.

Ben cama dalmış duyuruyu okurken, bir ara bizim Mülkiye’yle hukuk arasındaki yolda birinin bana seslendiğini duydum. Baktım, bizim genç hocalardan Şehmuz Güzel. Kendisi çok sevdiğim, özellikle de işçi hakları ve sendikacılık üzerine uzman bir kişidir. O da 12 Eylül’ün attığı ve küstürdüğü değerlerimiz arasında. Atıldıktan bir süre sonra Fransa’ya gitti ve hala orada yaşıyor. Onunla en son 12 Eylül’ün burnunu sokmadığı dönemdeki İnek Bayramı’nı düzenlemiştik. Daha doğrusu o düzenlemiş, ben de basında çalışan bir kişi olarak, bunları o dönem çalıştığım Yankı dergisinde yayınlamıştım. Yazıyı bile birlikte hazırlamıştık. O sırada bizim öğrenci arkadaşlar sağ olsun etkinlikte bol bol 12 Eylül’e bindiriyorlardı. Ben de bunları yazıya dökerken, bizim Şehmuz hoca, aman n'olur düzgün yaz, ben bu işin sorumlusuyum, başıma bela sardırma der, ben de, ‘aaaa, korkuyor musun yoksa?’ diyerek onu gaza getirirdim. Sesin geldiği yana dönüp el sallayınca, yüksek oktavdan ikinci bir ses, yarı şaka yarı ciddi:

‘‘Sonunda becerdin. Dedik sana..’’

‘‘Haksızlık yapma’’ diye yanıtladım ben de. ‘‘Hiç olmazsa yalnız bırakmadım. Bak bende geldim yanına..’’

Yanına koştum, uzunca bir süre sohbet ettik.

Sonra da okula yöneldim. Özledim napayım…

İçeri girdiğimde de önce bir iki kişinin, ‘senin ne işin var burda’ diye böbürlenmelerine aldırmayarak öğrenci işlerine daldım. Burada o malum sarı zarfı elime tutuşturdular. Bu kez Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1402 kararını şahsıma bildiriyordu. ‘Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamaz, devlet kademesinde çalışamaz ve kamu haklarından yaralanamaz’ ibaresini de ekleyerek…Bu arada öğrenci işlerinden o dakikadan itibaren okulu terk etmem gerektiği, durursam suç olacağı da önemle hatırlatıldı. Ben de önemle çıkmayacağımı, o gün akşama kadar okulda olacağımı, güçleri varsa kendilerinin çıkarmalarını söyledim. O günkü okulda bulunuşum, okulumuzun, odasında faşistlere ait silah bulundurmasıyla tanınan anlı şanlı sevgili hocamız Aydın Yalçın tarafından çıkarmış olduğu Forum dergisinin ilk sayısında yerini buldu. ‘Okuldan atılan komünistler terör yaratmak için yasağa aldırmayarak okula geliyorlar’ haberiyle…

O gün okulda bulunuşuma idare zorluk çıkarmadı ama oldukça ıssız ve yalnız kaldım diyebilirim. Zaten tek tük sınavların yapıldığı, az oranda öğrencinin olduğu bir dönemde, tek tük gördüğüm arkadaşlar nedense yanımda pek fazla görünmemeye özen gösteriyorlardı. Bunlardan biri de mertçe söyledi. Konuşurken bir ara, şurada iki dersim kalmış, git oğlum başımdan, sen mimli adamsın artık, mezuniyetimi engelleme diyerek yanımdan tüydü.

Yok, devrimci bir arkadaşımızdı aslında da işte böyle arada bir tüymek gibi bir huyu vardı. Daha önce de bir gün okul koridorlarında volta atarken, bir ara yanımdaki insanları beğenmeyip, ‘hayrola, devrimciliği bıraktın mı?’ diye laf salladıydı. Tam o sırada da, karşımdan iki asker geliyordu, sağa sola çarpıp olay çıkarmayı amaçlayan. Tam da benim yürüyüş yolumda, üzerime üzerime geliyor, ona yol verip yana kaçayım diye. Benim de inadım tuttuydu, özür dilerim ahbap, yol benim, volta atan adamın önü kesilmez, diyerek ilerleyişimi sürdürürken, biz kafa kafaya geldik, o sıra askerin tekine dirseğim mi ne deyivermiş, adam yerde kıvranıyor, neyse başlarındaki nöbetçi subay iyi birisiydi de sorun olmadan konu kapandı. İşte o zaman da olaydan hemen sonra, ‘’pardon bir şey mi dedin, anlayamadım’’, demek için onu aradıydı gözlerim de, yine tüymüştü.

Bu arada en önemli sorun benim parasızlığımdı. Neyse ki ev, çıkacağım günü bir yerlerden tahmini olarak öğrenip adıma bişeyler göndermişti. O dönemler şimdiki gibi, online banka havaleleri yoktu. PTT yoluyla geliyordu param. Gittim PTT’ye. Evet, para var ama adres olarak okul gözüktüğü için benden öğrenci kimliği istiyorlar. Yok ki.. Öyle bir dönemde içeri alınmıştım ki, henüz yeni kartlar verilmeye başlanmamıştı ve şimdi de zaten okuldan atılmıştım. Yani artık öğrenci değildim. Döndüm geri okula. Doğal olarak önce hayır dediler. Başladım cazgırlık yapmaya, beni hiç ilgilendirmez, paramı verin o zaman diye. Fakülte sekreterliğine gidildi, dekana gidildi. Sonunda sırf benden kurtulmak için, çarşaf olarak nitelediğimiz bir öğrenci belgesini, yasal olarak olanaksız olduğu halde, verdiler. Böylelikle, öğrencisi olmadığım okuldan öğrenci belgesi almayı başaran ilk insan olarak tarihe geçtim diyeceğim de diyemiyorum. Analar neler doğuruyor. Millet öğrencisi olmadığı okuldan mezun oluyor.

Ama yasağı deldim bir kez ya, durmak yok. İlle şansımı zorlayacağım. Öğrenci işlerini kafaladım. Daha doğrusu onları da bezdirdim. Son kez, öğrenciymişim gibi, askerlik şubesine belge de gönderttirdim. Askerlikten en az bir yıl yırtmış oldum böylelikle. Kimse kusura bakmasın, o saatten sonra, askerlik erteleme hakkım ortadan kalkıyor. Bu sicille bilmem neredeki sürgün yerlerinde de ‘sakıncalı piyade’ olarak askerlik yapmayı da gözüm yemedi. Evet.. şimdi benim için askerlik ciddi sorundu. Ve yıllarca da oldu. Üstelik, kimlik kartımı da kaybettim bir süre sonra. Yenisini de çıkarttıramadım yakalanmamak için. Yoklama kaçağı olduğum için, yakalandığımda karga tulumba askere postalanmamak için yıllarca kaçak hayatı yaşadım. 1997’ye, bedelli çıkana dek. Anlayacağınız, benim yaşamımda 12 Eylül hiç bitmedi. Hep onunla içli dışlı yaşadım.



O gün orada, onca insan yanımdan kaçarken, daha önce çok sevdiğim ve samimi olduğum bir yakın arkadaşım sadece, benimle ilgilendi ve arkadaşıyla birlikte kaldıkları eve o gece davet etti. Uzun bir aradan sonra otelimden de önce ilk kez orada rahat bir yatak yüzü gördüm.

Ertesi günü öğleden sonra bu kez yine gözümde tüten, çok özlediğim Mülkiyeliler Birliği’ne geldim. Orada epeyce eş dost gördüm.Bir yandan bira bir yandan sohbet derken, akşama dek neşeli bir vakit geçirdim. Konu bir ara gazetecilik yaptığım dönemle o günkü konumum arasındaki farka gelince içimi hem biraz nostalji hem de neşe bastı. Bir dönemler izleyicisi olduğumuz mahkemelerde şimdi sanık durumundaydım. Ama doğrusu o günlerde 12 Eylül’ün elinden çektiklerimizin de şimdikinden aşağı kalır yoktu. Sonuçta nerede durursanız durun çekiyordunuz. Manşetlerde veremediğimiz haberleri satır aralarında vereceğiz diye ne cambazlıklar yapardık. Ona rağmen soruşturmalardan, sansürden kurtulmak olanaksızdı.

Yankı’da ilk olarak sanat sayfalarını hazırlıyordum. Özellikle de tiyatro ve resim gibi alanlar bendeydi. Sonraları biraz daha genişledi. Ekonomi de bana verilmeye başlandı. Özellikle o döneme damgasını vuran Bankerler Skandalı dönemi. Birçok bankerle ilgili, para yatırmayı düşünen herhangi bir vatandaş görüntüsüyle, istihbarati bilgilere de ulaşabiliyordum. O dönem de zamanımın önemli bölümünün geçtiği yerlerden biri de Ankara 3. Ticaret Mahkemesi’ydi. Çünkü bankerlerle ilgili bütün davalar burada görülüyordu. Mahkeme başkanı Gönen Eriş de o zaman en çok görüştüğüm insanlar arasındaydı. Sonuçta mahkeme ortamları hep beni buldu.

Bir gün dergide daktilonun başında yazı yazarken, alt katta oturan patronumuz Mehmet Ali Kışlalı’nın yanından gelen Can (Dündar) masama bir not bıraktı. Can o zamanlar Kışlalı’yla haber merkezi arasındaki koordinasyonu sağlıyordu. Bir süre sonra da yazı işleri müdürümüz oldu. Yazıya baktım, Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan. Tatlı sert bir uyarı yazısı. En son yazdığım bankerlerle ilgili yazım beğenilmemiş, dikkatli olunmam isteniyordu. Halbuki ben orada, pek de ciddiye alınacak bişey de yazmamıştım. Sadece, bankerler yetmiyormuş gibi, bir ara Pamukbank da ödeme güçlüğüne girince, halk galeyana gelmiş, Osmanlı da sıkça rastlanan bir uygulamayla biraz da espriyle ‘Çankaya’yı basalım,Özal’ın kellesini isteyelim’ diye yürümek istemiş, polis de bunu engellemişti. Ben bu olayı mizansen olarak komik bulmuş, gülmece diliyle yazıya dökmüştüm. Bundan zılgıt yedim. Bir başka gün de maliye bakanı ‘halk kumar oynamıştır’ demişti. Ben de bunun üzerine ‘sen necisin?’ dercesine, ‘’devlet izni dışında kumar yasak değil mi? O sırada siz neredeydiniz?’ diye sormuştum. Bundan da hoşlanmadılar.

Ama en büyük sansürü kültür alanında yedik. 12 Eylül basın ve yayın dünyasına getirdiği, matbaadayken sansürlemek ve yazarları, yazdıkları yazılardan dolayı, yayınlanmadan, matbaadaki yazılarından sorumlu tutup içeri tıkmak gibi akıl almaz faşist yasaların aynısı sinema dünyasına da getiriyordu. Bunla ilgili sanat dünyasından tepkiler başlamıştı bile. Ben de konunun üzerine gittim, çok güzel araştırma ve yazılar hazırladım. Derginin çok büyük bir bölümünü kaplayacak bir özel sayı gibiydi hazırlığımız. Kapak olacağı da kesindi.

Ve o ‘özel sayı’yı güçlendirmek için de, sinema içinde çok değerli bir otorite olarak gördüğüm, görüşlerine yakın olduğum Vecdi Sayar’la iletişim kurdum. Kırmadı, dergiye kadar geldi ve önemli bilgi ve görüşler sundu. Artık her şey hazırdı. Çok güzel bir hazırlık yapmıştık. Son dakika aşağıdan (buna yukarıdan demek daha doğru olacak) Kışlalı’dan bir istek :’Hemen Kültür Bakanlığı'na git, müsteşarla bir röportaj yap konuyla ilgili.’

Gittim. Hem de müthiş saygı gördüm. El üstünde tuttular. Konuya daldım. Daldıkça bana sinema masalları anlatıyor. Elimdeki cımbızla dokunmadık yer bırakmadım. Yok, yok, yok. Adam gözüme baka baka, yaptıkları her şeyi inkar ediyor. Yanımda akademiden bir şahıs olsa, kesinlikle ilk Oscar’ı gelenekleri allak bullak ederek ilk kez bir filme değil, Türk hükümetine verirdi. Meğer ne demokratik, ne ileri sinemamız varmış bizim de herkes izlemiş ben kaçırmışım. Döndüm dergiye. Sonucu söyledim. Adam yalan söylüyor dedim, yasa taslağındaki maddeleri ortaya sererek. Bir süre sonra yanıt geldi. Yok denildiyse yoktur, sen müsteşardan iyi mi bileceksin? Bütün hazırlıklar çöpe..

12 Eylül sayesinde çok zorluklar yaşadık ama komik durumlar da yaşadık, hala aklıma geldikçe güldüğüm:

Dediğim gibi bankerlerle ilgili davalara dalmıştım uzunca bir süre. Özellikle de mahkeme başkanı Gönen Eriş’le aram iyiydi. Bir ara küçük bir gelişme nedeniyle kendisiyle röportaja gittim. Söylenebilecek çok da fazla söz yoktu. Az ve öz olarak az bir söz söyledi, onu da aldım geldim büroya. Ortaya anca yarım sayfacık bir söyleşi çıkmıştı. Anında aşağıdan fırça geldi:’’Dalga mı geçiyor benimle. Gitsin şunu adam gibi yapsın getirsin.’’ Haklı adam, ben olsam küfür de ederdim, onla da yetinmez, kafama elime geçeni de atardım. Hemen telefona sarıldım. Sekreteri çıktı:’Gönen bey az önce İstanbul’a gitmek için havaalanına gitti efendim.’’

Orada bittim. Röportajı bir sonraki sayıya sallamayı önerdim. Reddedildi. Bu sayıya kesin girecek. Bu sayı dediği de, 2 saat sonra baskıya girecek olan elimizdeki sayı.

Delireceğim. Hiçbir çıkış yolu yok. Taksiyle havaalanına gitsem yetişmenin olanağı yok. Ben kıvranırken, son bir umutla Can’a, nolur bana bir yol göster, dedim. Git karşıya Cumhuriyet’e. Son bir hafta on günlük gazeteleri al gel, onlara bişeyler dediyse, hem onlardan hem de senin kişisel konuşmalarından belleğini zorla, sen de bişeyler eklemeye çalış. Hiç olmazsa bir sayfaya tamamla şunu.

Kafama yattı. Bir koşu gidip Cumhuriyet’e daldım. Zaten hepsi yakın arkadaşımızdı. Sık sık da böyle karşılıklı ziyaretler, dayanışmalar yapardık. Bizim Sedat(Ergin), Faruk(Bildirici), Hasan (Uysal), Havva (Can)ların çalıştığı dönem. Bir solukta derdimi anlattım. Arşive arkadaş hemen istediklerimi bulup getirdi. Koştum büroya. Ama benim işime yarayacak sadece 3 tane yazı bulabilmiştim. Onlar da anca bir buçuk sayfa eder. Bu arada, adamla kişisel sohbetlerimizdeki kimi sözler de, onu güç durumda bırakmayacak şekilde, zihnimde belirmeye başlamıştı. Eh, biraz da düş gücüyle oldu bu iş. Düş gücü derken de uydurduğumu sanmayın. Sadece, Cumhuriyet yeni bir söz mü etti. Ben onu kısa bir cümle olarak değil, biraz uzatarak uzun cümlelere çevireceğim. Yani aynı sözü farklı sözcüklerle anlatacağım. Örneğin; ‘İstanbul’a gittim ‘ sözünü ‘ "Bu sabah İstanbul’a THY’nin bilmem kaç sayılı uçağıyla sabah saat 9 civarı yağmurlu, biraz da serin bir havada gittim:’’ Gördünüz mü bak? Anlam saptı mı, hayır. Söz uzadı mı, evet!

Büyük bir şevkle oturdum masama ve başladım masa başı sanal röportajımı yapmaya. Bunu ilk ve son kez orada yaptım. Ama başardım da. Hatta hızımı alamadım, benim yarım sayfalık röportaj oldu dört buçuk sayfa.

Pazartesi hafta başı büroya geldim. Bizim dergi Pazartesi çıkıyor ama biz baskıya cuma gecesi giriyoruz. İstanbul pazar günü okuyor. Hatta çeşitli gazetelere de (basın kuruluşlarının kendi aralarında birbirlerine yayınlarını gönderme geleneği vardır) cumartesiden veriliyor. Neyse, her pazartesi yaptığımız gibi, işe başlamadan önce o günün gazetelerini tarıyoruz. Ona göre ilginç bulduğumuz konuların üstüne gidip haftalık gündem belirleyeceğiz.

Elime Cumhuriyet gazetesini alınca manşeti görür görmez başladım ben bağırmaya. Bana bakan herkese anlatmaya devam ettim:

‘’Adam bana İstanbul’a gittiğini söyletti sekreterine. Gitmemiş. Burada. Gitmiş Cumhuriyet’e demeç vermiş. Ayıp ya..’’

Haberin devamını okuyunca bendeki kızgınlık kahkahaya dönüştü. Haberin altında aynen şunlar yazılıydı:

‘Ankara 3. Ticaret Mahkemesi başkanı Gönen Eriş Yankı’ya yaptığı açıklamada......’

Artık yazarken nasıl uçtuysam, benim Cumhuriyet’ten aldığım haberi Cumhuriyet yeni haber diye yeniden benden geri almış, üstelik bunu sekiz sütuna manşete taşımıştı.

O gün Mülkiye’de hava kararana dek oturdum. Sonra da kalkıp, Sakarya’da, bir zamanlar sık sık gittiğim Şeytanın Sofrası’na yöneldi ayaklarım. Özellikle sıkıntılı dönemlerde gidip de mutlulukla kalktığım bu mekanda yine güzel bir gece geçirdim rakımı yudumlarken. Gecenin biraz ilerleyen bir saatinde kalktım. Biraz kafası iyi ama bolca da mutlu bir biçimde. Nostaljik duygularım sökün etmişti yine. Nedense aklıma, emniyete ilk götürüldüğüm gece takıldı. O zaman da güzel ve mutlu bir gece yaşamıştım ve içtiğim içkinin duygusal esrikliği içindeydim. Ve öyle bir halde alıp götürmüşlerdi. Bu gece de böyle bir konuma düşmemeyi diledim kendimce. Bu gece bana ait olmalıydı.

Sözümü dinlediler. O gece gelen olmadı. Gecemi bana bıraktılar.

Geceme dokunmadılar. Yeniden geldiklerinde öğleden sonra üç civarıydı saat.

Bu kez otel resepsiyondaki çocuğu devreye sokmadılar. Üç polis doğrudan kendileri geldi odaya. "Kalk giyin, gidiyoruz", dediler. "Bir dakika tuvalete gideyim" dedim. Onlar odada beklerken ben tuvalette, pencerelere bakıyordum kaçacak bir delik var mı diye. Olanaksızdı. O zaman çevremde ip ya da kesici bir alet arandım. Ellerine bu kez sağ geçmek istemiyordum.

Yeniden baştan sona bir emniyet işkencesini çekecek gücüm yoktu. Kurtuluş yolu bulamayınca kendimi rahatlatmaya çalıştım. Aklıma geldi. Emniyete götürülüyorsam zaten gündüz vakti işkence olmazdı. Akşama dek de ben gücümü yeniden toplardım. Yok, başka izbe bir yerlere götürüleceksem zaten sağ çıkmam olanaksızdı. Hiç olmazsa karşılarında güçlü olmalıydım. Birdenbire oldum da. Tuvalete girmem işe yaramıştı. Rahatlamıştım.

Polis arabasına bindirilirken, her zamanki gibi Amerikan filmlerindeki sahne yinelendi. Başımı çarpmayayım diye, elleriyle itinayla tıktılar arabaya. Önde iki polis, biri de arkada, yanımda, üç polis.

Bir ara alaycı bir ses tonuyla sordum:

‘’Nereye gidiyoruz?’’

Öndeki polis yanıtladı:

‘’Yandın oğlum sen. Bittin.’’

Neyse hiç olmazsa gideceğimiz yeri öğrenmiş oldum.

Araba hızla ‘yanacağım ve biteceğim’ yolda ilerlemeye başladı.

                                                                                                                      - sürecek -

dizin    üst    geri    ileri  

 



 29 

 SÜJE  / Semih Özcan   /  yirmi altı eylül iki bin on dört     6