MADALYA
TAKILMAYACAKTI
GÖĞSÜNE


turan parlak

 






 

Bölüm Başlıkları


Deli deli gülme öyle

Hükümdar

Bir çift ayakkabı

Ben yine bi ton sopa yedim

Tımarhane

Büyüdüm artık

Eski yoldaşlar

Asansör üç kişilik

Gece nöbetçileri

Bu ilk yalanın

Bana bir şey olursa

Burada ömür mü geçer

Puzzle ve yeşil hat

Büyük gelgitler

Söyleyecek bir sözüm yoktur efendim

Kış geliyor

Ben sana ne yaptım

Kibar soyguncular

Aldatan da yok aldatılan da

Kral Dairesi

Belki bir gün dönerim

Hala İstanbul’da mıyız?

Bumerang

Bu sefer kurtulamayacaklar

Ne zaman?

Kitabınızı yayınlamak isteriz

Altta kalanın canı çıksın

Yoksa bazılarımız rol mü kesiyoruz?

Ben ben de değilim

Zayıf halkalar

Deli oğlan ölecek

Arabulucu

İkinci romanın sonu:Babam hala uyuyor anne

 

 

 

 

 

Deli deli gülme öyle

Ne kendisini ne de başkalarını kandırmaya hiç niyeti yoktu: Cüzdanındaki para, altındaki araba, masasındaki gayet şık dizüstü bilgisayar ve elindeki pahalı cep telefonu aslında ona ait değildi...

Arkadaşlarının hediye ettiği bağlaması dışında üzerindeki ve gardırobundaki elbiseler de dahil hiçbir şeyi kendisine ait hissetmiyordu. Hemen hemen hepsi de Bahar’ın parasıyla alınmıştı...

Yoksulların arasında büyümüş, orta sınıfın arasında yaşıyordu: Bu garip sınıf atlama geriliminin bir yansıması olarak, yaşadığı hiçbir zenginlikten keyif alamıyordu ya da aldığı haz, çok kısa bir süre sonra eziyete dönüşmeye başlıyordu... Güneşlenmek için sahile inse, dolu yağardı Metin Tezcanlı’nın başına...

Öyle bir geçmişe sahipti ki, ne tam batmasına ne de tam çıkmasına izin veriyordu... Ne zaman makus talihini yenmeye başladığını düşünmeye başlasa, geçmişi korkunç bir hayalet gibi karşısına dikiliyordu: Bir zamanların beyaz gelinliğiydi halbuki...

Neredeyse bütün yaşam enerjisini akıttığı kavgasından arta kalan, derin bir kırılganlık ve hiçlik duygusuydu... Hayat batıyordu işte: İyisi de batıyordu, kötüsü de...

Bahar ile yolları ayrılacak olsa, gitmek isteyebileceği ya da gidebileceği hiçbir yeri yoktu: Bu yaştan sonra ne kendi ailesine katlanabilir ne de arkadaş evlerinde bir sığıntı gibi yaşayabilirdi...

Gençlik idealleriyle sorunu yoktu; ideallerini abartmış ve dünya kadar da yanlış yapmışlardı ama hiç olmazsa bugünkü peş para etmez bencilliklere sahip değillerdi...

Ütopyaların en büyüğüne vurulmuşlardı: Bir zamanlar aşağıladıkları özel mülkiyet düşkünleri gibi sıradanlaşmışlardı belki ama büyük bedelleri öderken belki de sadece sıradan bir hayatın özlemini duymuşlardı...

Aşırı duygusal ve aşırı tepkisel nedenlerle çıktığı başarısız devrim yolculuğunun yorgunluğuna karşın, hayata ve geçmişine direnen, aynı zamanda doğrusu ve yanlışıyla o geçmişe sahip çıkmaya çalışan bir adamdı, Metin Tezcanlı.

Kırıldığı zaman kırmaya da hazırdı ama sonunda olan yine ona olurdu ve yine o kırılırdı... Hayat büyük kırmıştı onu ve bütün ömrü de o kırılganlık içinde geçecekti belki de...

Yaşadığı bütün felaketlere rağmen, onu ayakta tutan en büyük güç, yaralanmış olan deli dolu karakteriydi: Sıradan bir insanın kolayca fark edemeyeceği; fark edeninse kolayca unutamayacağı: “Hayatımda hiç bu kadar güzel ağlayan bir erkek görmedim” diyen de olacaktı; “deli deli gülme öyle, vallahi korkuyorum” diyen de...

Sonunu merak etmiyor değildi ve fena halde günün birinde ölümcül bir hastalığa yakalanacağı takıntısı vardı. Kendisi ve herkes için en ideal ölüm şeklinin, ani ölüm olduğuna inanıyordu: Böylece hem ölenler hem de arkada kalanlar daha az acı çekerlerdi. Küt diye gelen ölüm, en şahane ölümdü!.. Azrail, vedalaşma süresi verirse ne ala!.. Yatalak vaziyette azrailin bir an önce gelmesine dua etmek de vardı, bu adi dünyada...

Metin Tezcanlı, büyük gel-gitlerin ortasında yalnızlığı tatmış ve yalnızlığı öğrenmiş bir adamdı... Bir idam hükümlüsü olarak kendi ölüsüyle koyun koyuna yatmış ve beş yıl boyunca hemen hemen her gece kendi ölüsünü gömmüştü...

Geceleri gömdüğü ölü, sabahları dirilirdi... Ölüm beklenen her gün, üniversitelerde okutulan hukuk ve siyaset derslerinden daha etkili, daha verimli ve daha kalıcı oluyordu ama ölüp ölüp dirilmek gibi bir ev ödevi vardı: Her gece öl ve her sabah diril! Tam beş yıl boyunca...

Yıllarca idam edilme tehlikesiyle yüz yüze yaşayan Metin Tezcanlı, kendi yaşamına ve başkalarının yaşamına dair düşünülebilecek her şeyi düşünme ve hayal etme fırsatı bulmuştu ölümü beklerken: Ne ölenlerin ne de arkada kalanların yerinde olmak istemezdi...

İnsan, nihayetinde ölümlü bir varlık olduğunu düşündüğü ve bunu gördüğü andan itibaren insandı ve asıl insan dediğin, kendi madenini göçertmeden bir yolunu bulup işleyebilendi; vurgun yemeden denizi öven ve üzerinde aheste aheste kürek çeken sığ ütopyacıların anlayabileceği bir şey değildi bu!..

Başkalarının canını yakarken, kurşun kendi tenine de değmişti: Ölüm kalım arasında yaşanan hayatlardan akan kanlar ve gözyaşları ona öyle bir vicdan bırakmıştı ki, hayattaki hem en büyük ödülü hem de en büyük cezasıydı...

Cahilliğini ve sığlığını yenmişti ama vicdanına söz geçiremiyordu: Büyük gelgitlerin içinde sadece akılcılığı değil, aynı zamanda vicdanını yitirmemeyi de öğrenmişti...

Ölüm duygusunun ve ölüm fikrinin Metin Tezcanlı’yı bir gün bile terk ettiği olmazdı: Bir vesileyle bir araya gelirler ve Metin’i kontrol ederlerdi. Bu kontrol durumunun Metin için tek bir anlamı vardı: Yaptığı ve yaşadığı her neyse, son kez yapıyormuşçasına, büyük bir tutkuyla yapmak ve yaşamak: Oğlunu severken de, Bahar’la sevişirken de, bağlama çalıp türkü söylerken de, küfür ederken de...

Ne zaman bir insan kalabalığının içine girse, saçı sakalı birbirine girmiş bir delinin, sokaklarda, caddelerde ve meydanlarda yürürken hiç durmadan söylediği ve kulağına muhteşem bir şiirin son dizeleri gibi gelen sözleri gelirdi aklına: “Ben sana demedim mi be yavrum; ben sana demedim mi; ölüm de vaaaaar!..”

Metin Tezcanlı’nın başına gelen felaketler, aşklar ve sıra dışı öyküler, hayata ve insan soyuna dair yeterince ipuçlarıyla doluydu...

bölüm başlıklarına git






Hükümdar

Üç gündür ateşi vardı Ozan’ın. Ateş düşürücü aldığında düşer gibi olan ateş, ilacın etkisini yitirmesiyle tekrar yükseliyordu. Üçüncü günün sonunda düşmeyen ateş Metin Tezcanlı ve Bahar’ın endişelenmesine neden olmuş ve Ozan’ı apar topar hastahaneye götürmeye karar vermişlerdi.

Şirketten hızla çıkan ve arabasına atlayan Metin Tezcanlı, trafikte fırtına gibi estikten sonra koşa koşa oturdukları daireye çıkmış ve Ozan’ın yanında bitivermişti. Eliyle Ozan’ın vücudundaki eklem yerlerini kontrol eden Metin Tezcanlı, Ozan’ın neredeyse yandığını hissetmiş ve evdeki ateş düşürücüden zor bela iki ölçek içirmeyi başarmıştı ama ilaç şişesini mutfağa götürürken, Ozan’ın yattığı yerden fırladığını ve “kusacağım baba” diye bağırdığını duydu. “Kus oğlum bir şey olmaz, hadi kus” diyerek Ozan’ı sakinleştirmeye çalışıyordu...

Günlerdir süren yüksek ateş ve halsizlikten bitap düşen Ozan’ın gün içindeki ikinci kusmasını gören Metin Tezcanlı, kendisine ve Bahar’a kızmaya başlamıştı... “Şehriban hanım Ozan’ı hazırlayın, hemen hastahaneye götüreceğim.”

Arabanın arka koltuğunda oturan Ozan’a herzamanki gibi emniyet kemerini takmasını söyledi. “Ya baba bari bugün takmayayım, çok hastayım zaten.” Diyen Ozan’a dönüp, “Tam da bugün takman lazım evlat. Sert bir fren yapmak zorunda kalırsam, ikimiz de üzülebiliriz sonradan.”

Ozan, babasının kararlı olduğu anları ses tonundan ve bakışlarından anlar ve öylesi anlarda babasıyla inatlaşmazdı. Nerede ısrarcı ve inatçı olacağının yerini ve zamanını ayarlamakta usta sayılırdı.

Ozan’ın kararlı olduğu anlarda ise yaşadığı bütün ikilemlere karşın, Metin Tezcanlı, yerine göre otoriter, yerine göre anlayışlı ve sevecen bir baba olmaya çalışıyordu ama oğluna olan zaafının farkındaydı: Dünya bir yana, Ozan bir yana!..

Zaman zaman bıkmıyor ve usanmıyor değildi ama ömrünün sonuna kadar ve bütün enerjisiyle kölesi olacağını hissettiği bu küçük kralın yüzündeki hayat fışkıran bakışları ve gülücükleri gördükçe, “oğlum benim, canım benim, ben seni yerim ulan” diyerek saldırıyor ve yalayıp yutuyordu neredeyse...

Sevgisini gösterirken çılgınlaşıp, Ozan’ı ısırdığı ve canını yaktığı bile olurdu. Kendisi gibi etine dolgun olan oğlunu bütün ömründe tatmadığı bir tutkuyla ve içtenlikle seviyordu. İçindeki devasa boşluğun ve karanlığın içinde ay gibi parlayan oğluna bakıp, “ay yüzlü oğlum benim” diyordu Ozan’a.

Büyük olasılıkla ciddi bir hastalığı yoktu Ozan’ın. Üç günü geçen ateş sonrası doktorların reçeteye yazdığı antibiyotiği gidip eczaneden alabilir ve hastahaneye gitmesine gerek kalmayabilirdi ama Ozan’ın perişan haline dayanamamış ve bir günde iki kez kusmasını pek hayra yormamıştı, Metin Tezcanlı.

Hastahanenin acil servisine vardıklarında Ozan’ın ateşi otuzdokuz derecenin üzerindeydi ama nedense birdenbire canlanıvermişti Ozan. Gülüyor, babasıyla sohbet ediyor ve çocuk doktorunun yalakalıklarına karşılık veriyordu. Doktorun şirinliğindeki yapaylık, oyuncakçı dükkanındaki tezgahtarın içten pazarlıkçılığını aratır durumdaydı ama yapacak bir şey yoktu...

Hastahanede ateşi düşürülen Ozan’ın ilaçlarını alıp yola koyuldular. Evlerine yaklaşmak üzerelerken arabanın arka koltuğunda oturan Ozan’ın acı içinde attığı çığlıkları duyan Metin Tezcanlı, “oğlum neyin var, ne oldu?” diye seslendi Ozan’a.

-Baba nefes alamıyorum, çok kötüyüm!

-Neren ağrıyor bir tanem bari onu söyle!

-Baba bilmiyorum... Nefes alamıyorum... Aaaaah.

Direksiyonun başında çaresiz kalan ve ne yapacağını kestiremeyen Metin Tezcanlı, paniklediğini belli etmemeye çalışarak kafasını arkaya çevirdi ve Ozan’ın ellerini midesinin alt tarafına bastırdığını gördü.

-Oğlum gaz sancısı var sende ya...

-Babacığım çok fenayım, ne olur bir şey yap!..

Trafikte önünün açık olduğunu fark eden Metin Tezcanlı, Ozan’a “sıkı tutun o zaman” dedi ve gaza bastı. Biraz hız yaptıktan sonra dikiz aynasından arkadan araç gelip gelmediğini kontrol etti. Sağ şerite geçti ve birkaç kez üst üste sert fren yaptı. Ozan’ı kıvrandıran gaz sancısının fren sesleri arasında yok olup olmadığını anlamak için arkaya dönüp Ozan’ın yüzüne baktı. Yüzünde güller açıyordu...

-Nasılsın oğlum?

-İyiyim babacığım, biraz rahatladım.

-Tekrar deneyelim mi evlat?

-Yok baba, bir an önce eve gidelim. Uykum geldi.

-Baş üstüne paşam, geldik zaten.

***

Doğduğu günden beri hem babalığını hem de bakıcılığını yaptığı Ozan’ın hiçbir acısına ve üzüntüsüne dayanamazdı Metin Tezcanlı. Çocuk sahibi olmakla hata ettiklerini düşünmeye başlamıştı:

-Bu çocuğun başına kötü bir şey geldiğinde biz ne yapacağız, Bahar? Ya da ikimize bir şey olduğunda bu çocuk ne yapacak?

-Bu soruyu Ozan dünyaya gelmeden evvel sorsaydık birbirimize, daha iyi olurdu Metin. Bu saatten sonra bu soruya kim cevap verebilir ki? Zaten o soruyu zamanında sormasını akıl eden birileri katiyen çocuk mocuk sahibi olamaz bana kalırsa...

Üç kilo yüz gram olarak taşımaya başladığı fiziki ve psikolojik ağırlığın günden güne, aydan aya, yıldan yıla ağırlaştığını ve daha da ağırlaşacağını hissettikçe, hem kendisi hem de Ozan için üzülmeye başlıyordu...

Bu rezil, kepaze ve ölümlü dünyaya dünya tatlısı bir çocuk getirip, eninde sonunda kurdun kuşun önüne atmak zorunda kalacaklardı. Ana karnında başlayan her hayat, sıcak ve sevecen kucaklardan ayrılıp, eninde sonunda sokaklarda kendi hayatının avına çıkacaktı...

-Oğlum biraz çabuk olsana lan! Öğretmen sınıfa girmek üzere ama sen hala sabah sabah çizgi film izleme telaşındasın. İyi ki evimiz okula iki adım uzaklıkta yani. Ama okulun müdürü, okula en geç gelenlerin, en yakında oturan öğrenciler olduğunu söylüyor, ne haber?

-Baba okula gitmek zorunda mıyım?

-Evet oğlum gitmek zorundasın.

-Niyeymiş o. Hiç de gitmek zorunda değilim işte.

-Bana bak Ozan, sabah sabah kafamın tasını attırma benim, vallahi kötü olur!

-Baba neden sürekli beni tehdit ediyorsun sen?

-Çünkü okula gitmeme gibi bir lüksün yok Ozan efendi. Eğer böyle bir şey mümkün olsaydı, senden çok, ben sevinirdim bu işe... Ulan kapat dedim sana şu televizyonu. Daha kahvaltı bile yapmadın şımarık herif...

-Tamam baba, tamam.

-Ha şöyle kendine gel, ciğerimi ye.

-Ciğerden nefret ettiğimi biliyorsun baba. Akşama bonfile yaparsan hayır demem ama.

-Başka bir emriniz var mı kral hazretleri?..

Ozan’ın okul çağına geleceği günlerin hayalini kuran ve bu hayal ile heyecanlanan Metin Tezcanlı, tam bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Ozan, okulu da okula gitmeyi de sevmiyordu. Daha ilkokul birinci sınıfa başladığının üçüncü günü “ben buradan çok sıkıldım, hadi evimize gidelim babacığım” dediğinde, Metin Tezcanlı’nın yüreği cız etmişti.

Mümkün olsaydı o dakika Ozan ile birlikte okuldan ayrılır ve bir daha da gitmezlerdi ama kendi eğitimsizliğinin ve mesleksizliğinin cezasını çekmiş ve halen de çekmekte olan bir insan olarak, istese de bunu yapamazdı.

Bir anda bütün ayrıcalıklarından ve ev konforundan mahrum kalan ve okuldaki yaklaşık binbeşyüz öğrenciden biri haline gelen Ozan, okula gitmemek ve ev ödevi yapmamak için her yolu denemeye başlamıştı. En büyük numarası doğal olarak sürekli hasta olduğunu öne sürmek oluyordu...

Ozan’ı okulun bahçesinde bırakıp onun arkasından okula girişini izleyen Metin Tezcanlı, başını öne eğip sınıfına doğru yürüyen oğluna acıyor ve kahroluyordu.

Ortaokul öğrencileriyle birlikte paylaştıkları okul bahçesindeki irili ufaklı çocukların kendilerini ve birbirlerini paralarcasına itişip kakışmalarını ve her koşulda işi oyuna ve bazen de kavgaya dökmelerini anlayabiliyordu ama oğlunun teneffüslerde elleri cebinde, kara kara düşünerek tek başına volta atmasını içi kaldıramıyordu.

-Metin, Ozan’ı özel okula mı versek acaba? Altmış kişilik sınıfta ne öğretmene kızabilirsin ne de öğrenciye. Ben öğretmeni de pek sevmedim doğrusu... Çok sert ve biraz da bu iş için fazla yaşlı bence... İletişim özürlü olduğunu da söyleyebilirim.

-Hayatım, özel okullar dünyanın parası. Bu çocuğu ilkokuldan özel okula alıştırır ve sonra da okuldan almak zorunda kalırsak daha kötü olmaz mı sence de?

-Ne bileyim ya... Aslında ben de pek sıcak bakmıyorum. Eğer özel okula verirsek benim yirmi yıl daha çalışmam gerekir, bunu da göze alamıyorum. Paramız olsaydı hiç düşünmez verelim gitsin derdim ama bunu diyebilmek yürek istiyor.

-Şimdilik yapacak bir şey yok Bahar. Şimdiden özel okula vereceğimiz paraları bir kenara atıp, üniversiteyi yurtdışında ya da buranın en iyi okullarından birinde okumasını sağlamak bana daha cazip geliyor. Hem ÖSS sınav birincileri genellikle devlet okullarından çıkıyor. Bu da bir veri sayılır en azından...

-Seçme şansı olanların yürütebileceği bir fikir jimnastiği zaten bizim yaptığımız. Boşuna çenemizi yormayalım derim...

-Valla onu bunu bilmem ama bizim Serdar’lar oğullarını dört yıl boyunca özel okula gönderdikten sonra, şak diye alıp devlet okuluna verdiler ve sorun da para meselesi falan değildi ve aynen şunları söylüyordu, Serdar: “Dört yıl boyunca ne zaman çocuğun durumunu sorsak, ‘gayet iyi, daha da iyi olabilir’ deyip durdular...

Birde baktık ki ne iyisi, çocuk matematikte ve diğer birkaç derste resmen batmış durumda. Yıllarca gizlediler çocuğumuzun seviyesini. Hiçbir zaman doğruyu söylemediler bize. Müşteri kaçırmamak için yalan söyleyip durdular ve biz de bu zamana kadar yedik bu numarayı.

Şimdi devlet okulunda sınıfının en iyisi ve en çalışkanı oldu. Dışarıdan özel ders aldırarak toparladık çocuğu. Otel müşterisi gibi ağırlanmaya ve hijyen koşullarına aldanmamak gerekiyor. Onlar da önemli tabii ama eğitim kalitesine de bakmak gerekiyor...

Sırf İngilizce öğreniyor diye o kadar para verilmez abi, gitsin kursta öğrensin onu da. Bir servet akıttık neredeyse. O paraları biriktirip çocuk büyüdüğünde ana sermaye olarak kullanmasını sağlamak daha akıllıca bir yatırım olur. Nakit para kraldır sözünü boşuna söylememişler.” Gerisini var sen düşün artık...

***

Oğluna olan sınırsız tutkusunun ve sevgisinin canlı tanığı Bahar, “sen bu çocuğu benden daha çok seviyorsun, Metin... Bütün sevgini Ozan’a veriyorsun, haksızlık bu... Bu çocuk doğduğundan beri gözün beni görmüyor nerdeyse...

İhtiyarladığında yanında Ozan değil, ben olacağım. Ona gösterdiğin sevginin ve ilginin bir gıdımına bile razıyım. Ozan’ı doğuranın ben olduğunu arada bir hatırlasan, hiç fena olmaz... İyi ki kız filan doğurmamışım, doğumdan sonra herhalde hemen boşardın beni..”

Bahar’ın kıskançlık ve tehdit dolu sözlerini gülümseyerek dinleyen Metin Tezcanlı, “senin yerin başka bir tanem... Seni de nasıl tutkuyla sevdiğimi ve istediğimi en iyi sen biliyor olmalısın... Ben senin aç kurdun değil miyim ulan?.. Ben seni de yerim, oğlumu da yerim... Canlarım benim! ” diyerek gönlünü almaya çalışırdı, Bahar’ın.

Ozan’ın dünyaya gelişi ikisinin arasındaki ilişkinin gerilmesine ve zaman zaman da kavga etmelerine neden olmuş ve Ozan faktörü ilişkilerini belirlediği gibi aynı zamanda da ilişkilerine yön verir olmuştu. İkisi de bu durumun farkındaydılar ama yapabilecekleri hiçbir şey yoktu.

İkisini ilgilendiren her duruma üçüncü bir ortak gelmiş ve ikisinden de daha etkin ve daha fazla söz sahibi olmuştu. Şirketteki en sağlam pozisyon, Ozan’ın pozisyonuydu!.. İkinci bir kardeş gelmedikçe -ki bu olasılık Bahar ile Metin’in aklının ucundan bile geçmiyordu- hükümdar, Ozan Tezcanlı’dan başkası olmayacaktı...

bölüm başlıklarına git






Bir çift ayakkabı

Metin Tezcanlı, Bahar’la olan birlikteliğinin vazgeçilmezleri arasında yer alan iftar yemeklerinden ve zoraki bayram ziyaretlerinden hoşlanmıyordu: Neredeyse verilen her iftar yemeğine katılmak gibi bir zorunluluk vardı ve ‘Damat Bey’, kendi dışında oluşturulan programlara katılmak konusunda fazla gönüllü sayılmayan bir yapıya sahipti...

Bahar ise, Metin Tezcanlı’nın aksine cümbüş olan her yere balıklama atlayan ve eğlenmeyi hiçbir koşulda kaçırmak istemeyen bir kadındı... Günün neredeyse on dört saatini işinde ve yollarda geçiren, eşine ve çocuğuna istediği kadar vakit ayıramayan ve zaman zaman da bunun ezikliğini yaşayan bir insandı, Bahar.

Nadiren de olsa, “kendime acıyorum” der ve ağlamaya başlardı ama nispeten iyi para kazanıyor olmasıyla teselli buluyor ve “bu işsizlik ortamında bundan daha iyisini bulmak kolay değil” diyordu.

Bahar, bayramları ve bayram ziyaretlerini severdi. Özellikle de kadınların ağırlığı oluşturduğu mekanlarda bulunmaktan ve ‘toplumsal deşarj’ denilen dedikodudan mahrum olmak istemezdi...

Uzun yıllar ailesini ve akrabalarını ihmal etmesinin intikamını alırcasına sık sık görüşmek ve es geçilen yılların yarattığı mesafeyi ortadan kaldırmak istiyordu sanki.

Metin ise aile ve akraba muhabbetlerinden uzak olmayı ve kendi kabuğunda yaşamayı seçenlerdendi. Yalnızlık canına tak etmedikçe evden dışarı çıkmaz ve kimseyle görüşmezdi... Dost kervanına, kervan denilemezdi artık...

Her Ramazan’ın ve bayramın programı üç aşağı beş yukarı aynı sayılırdı: Ramazan süresince her Pazar günü bir iftar yemeğine gitmeleri ve bayramın birinci günü Bahar’ın annesinin hazırladığı öğle yemeğinde bulunmaları gerekiyordu. Metin, iftar yemeklerinin bazılarında mutlaka hastalanır, bazılarında ise gitmemek için hasta olduğu yalanını uydururdu...

Hali vakti yerinde olan Bahar’ın ailesinin ve akrabalarının yoksullar yerine birbirlerine iftar yemeği vermeleri, Metin’in kanına dokunuyordu... Ne Müslümanlıkla ne de insanlıkla bir ilişkisini kuramadığı bu ziyafet gösterisinin bir parçası olmaktan rahatsız oluyordu.

Verilen her iftar yemeğinin maliyetinin beşyüz milyondan aşağı düştüğü olmazdı. Her ramazanda iki milyar paranın boşa gittiğinin hesabını yapan Metin, yapılanı onaylamıyor ve Bahar’ın başının etini yiyordu...

-Kızım söylesene annene, babana ve akrabalarına... Sokaklar fakir fukaralarla dolu... Gidip onlara yardım etsinler... Ramazanı bahane edip, İstanbul’un en lüks restoranlarında birbirlerine hava atmaları ve aç insanları gözardı etmeleri günah değil mi?.. Hiç vicdan yok mu bu insanlarda?.. Birbirlerini çok seviyorlarsa Ramazan olmayan aylarda versinler yemek davetlerini...

-Sıkıyorsa git kendin söyle bunları!.. Bazen çıtlatmıyor değilim ama bizimkiler gayet müsterihler... Onlar zaten tanıdık fakirlere gıda ve para yardımı yapıyorlarmış... Merak etme vicdanlarını rahatlatmayı unutmuyorlar... Üstekilerin inançları alttakiler kadar sağlam olmuyor zaten... Zenginlik ve bilinç yükseldikçe inançlar fondaki müzik gibi kalıyor ... Tıpkı gecekonduda yaşayan solcularla şehir merkezlerinde yaşayan solcular arasındaki fark gibi senin anlayacağın...

Lüks restoranlarda verilen iftar yemeklerindeki bolluk ve israf, Metin’in geçmişine yabancı, bugününe ait bir olguydu. Bolluk ve israf kelimelerinin gerçek anlamlarını, Bahar’la birlikte olmaya başladıktan sonra sökmeye başlamıştı...

***

Metin Tezcanlı, kayınpederi Muhsin Bey’in halk adamlığından, kalenderliğinden ve yoksullara merhamet etmesinden hoşlanır, o taraflarını takdir ederdi...

Evlatlarıyla ve kendisinden yaşça küçük insanlarla arasına mesafe koymasına karşın, damadına oldukça sevecen davranır ve özen gösterirdi. Metin Tezcanlı da onun bu babacan tavırlarına her daim saygıyla karşılık verir ve aynı özeni büyük bir içtenlikle göstermekten geri kalmazdı.

Bütün huysuzluklarına ve düşüncesizliklerine rağmen kayınpederini sever ve saygıda kusur etmezdi... “ Metin başkalarına benzemiyor, evin bir diğer oğlu gibi davranıyor” demekten ve aralarındaki görüşme mesafesi biraz açıldığında sitem etmekten de çekinmezdi. “Kendini özletiyorsun evlat, arayı bu kadar açmayın. Biz yaşlıyız, her zaman kapınızı istesek de çalamayız ki...”

Adnan Menderes’e nasıl el salladığını keyifle anlatan Musin Bey, sadık bir Demokrat Parti üyesi olarak her seçimde onun devamı niteliği taşıyan partilere oy verir ve solcuları katiyen sevmezdi. Damadının ipten kurtulmuş bir solcu olduğunu öğrenseydi, sevecenliğini ve gösterdiği özeni koruyabilir miydi bilinmez ama büyük bir hayal kırıklığı ve şok yaşayacağı kesin sayılırdı.

Televizyon haberlerini izlerken sıkça kullandığı sözcükler analiz edildiğinde, sürekli yemek yiyen, uyuyan ve hiçbir şeyden memnun olmadan ölümü bekleyen tonton bir ihtiyar yerine, gaddar bir emniyet müdürü portresi çıkıyordu ortaya ama söylediklerini sahiden yapabilecek bir adama benzemiyordu Muhsin Bey...

“İmha etmek lazım bu herifleri... Hapishanede bunlar için harcanan devletin parasına yazık günah...” İmha edilmesini istediği adamlar genellikle solcular olmasına karşın, soyguncular, kapkaççılar ve sıradan hırsızlar da Muhsin Bey’in gazabından kurtulamıyorlardı. Eğer asayiş işleri Muhsin Bey’den soruluyor olsaydı, trafik suçluları bile paçalarını zor kurtarırlardı!..

Torunlarına sevgisini ve dedeliğini göstermeyi bile beceremeyen Muhsin Bey, kelimenin tam anlamıyla zor bir adamdı... Paranın para olduğu zamanlarda Koç ailesi ya da Sabancı ailesi kadar zengin olabilecekken, elindekilerle yetinmeyi ve şükretmeyi seçmişti...

-Göçmeniz biz evlat, Yugoslav göçmeni. Babamın bir bakkal dükkanı vardı. Babamın çıraklığını yaparak başladım... Zamanla Omega saatlerinin bayiliğinden tut, araba lastiği satmaya kadar bir sürü işe girdim ve hepsinden de çok iyi para kazandım. Vehbi Koç’un İstanbul’daki ilk bayilerinden biriyim ben...

Avrupa’dan Amerika’ya kadar gezme fırsatım oldu ve bu seyahatlerin çoğunu da Koç’lar tertip ettiler. Onların parasıyla gezdim senin anlayacağın ama yılda birkaç sefer de kendi paramla yurtdışına gider ve ailemi de götürürdüm. Her yıl arabayı yeniler ve yeni arabayla düşerdik yollara...

Evlerim, arabalarım ve bankada yüklüce param oldu. Çocuklar büyüdüğünde hepsinin altına ayrı ayrı arabalar aldım. Yemeyi, içmeyi ve gezmeyi severim senin anlayacağın. O vakitlerin bütün meşhur ses sanatçılarını çalıştıkları gazinolarda dinleme imkanım da oldu...

-Baba isteseymişsiniz sahiden Vehbi Koç kadar zengin olabilirmişsiniz.

-Ne demek evlat, tabiatıyla olurdum ama kanaat ettim. Neticede, kefenin cebi yok diye düşündüm ve hala da öyle düşünürüm. Bakkal dükkanından başlayıp, İstanbul’un en eski ve en köklü semtlerinden birinin kralı haline gelmiştim. Borçsa borç, sadakaysa sadaka...

Kimseden bir şey esirgememeye çalıştım evlat. Hem maddi hem de manevi açıdan büyük bir tatmin yaşadım. Elimdekilerle hem kendimi hem de çocuklarımın istikbalini garanti altına almıştım. Hal böyle olunca fazlasına tamah etme lüzumu dahi hissetmedim.

Çevremdeki itin kopuğun bile sevgisini, saygısını kazanmış bir adam olmuştum. İsteseydim mebus bile seçilebilirdim. Davet etmediler değil ama ben istemedim. O zamanki servetimle bırak kendimi, itin tekini bile mebus seçtirebilirdim ben...

-Baba bunları anlatırken umarım üzülmüyorsunuzdur.

-Üzülüyorum tabiatıyla... Şimdi benim param olsaydı ilk yapacağım şey, size bir ev almak olurdu. Muhsin Göçmen’in kızının kirada oturuyor olması ne demek, sen bunu anlayamazsın evlat. Altınıza araba alırken birkaç sene sonra da ev alırım diye düşünüyordum ama kısmet olmayacak galiba...

-Baba aşk olsun, biz daha genciz, çalışıyor, kazanıyoruz. Kendi evimizi kendimiz alabilecek durumdayız aslında ama o parayı ticarette kullanmayı tercih ediyoruz şimdilik. Allaha çok şükür hiçbir eksiğimiz ve gediğimiz de yok ayrıca...

-Yaşlılık zor iş evlat. Yaşlanmadan istikbalinizi kurtarmaya bakın. Beni batıran hanım oldu. Yok orası dağın başı yok burası bilmem neyin nesi... Her şeye bir kulp buldu. E-5’in üstündeki arsayı sattırmamış olsaydı, hepimiz ihya olurduk...

-Baba allahaşkına boşverin bunları... Sağlığınız sıhhatiniz yerinde maşallah, bundan büyük servet mi olur?

-E biraz da para olsaydı fena olmazdı evlat. Hanımda var ama onların sülalesinde cimrilik hastalığı var... Borsada bilmem kaç bin lot hisse senetleri, bankada tomar tomar dolarları var ama hala evin ihtiyaçlarını bile bana aldırıyor...

Beşyüzbin doları getirdi şu eve verdi ama benim fıtık ameliyatı için gereken üç kuruşu bile bana çok gördü. Hay it sıçsın senin parana be kadın!..

Muhsin Bey, karısı Cavidan Hanım’ın kendisine kalan büyük mirastan zırnık koklatılmamasına fena içerliyor ve her fırsatta karısını incitecek sözler söylemekten kaçınmıyordu. İlgili ilgisiz hemen hemen her ortamda kinini ve öfkesini kusmaktan büyük bir zevk alır ve içindeki Cavidan zehrini kustuktan sonra gülmeye başlardı...

***

-Metin, annemle babamın arasındaki bu para mevzusu nereden kaynaklanıyor biliyor musun? Ortada miras filan yokken, babam anneme çok çektirmiş anlaşılan. Annem, bana “bir çift ayakkabı aldırabilmek için bir hafta iyi geçinirdim babanla” der dururdu. O bir çift ayakkabıyı aldırabilmek için kim bilir kaç gece babamın koynuna giriyordu. Artık gerisini sen düşün işte...

Miras olayından sonra ipler annemin eline geçti ve babamdan intikamını fena aldı. Almaya da devam ediyor. Babam da “bir evde iki cüzdan olursa, o evde huzur olmaz” diyerek teselli bulmaya çalışıyor ama ben kendimi bildim bileli annem ile babam kavga ediyorlar.

Fiziki şiddet yok ama sabah yataktan kalktıkları andan gece uykusuna yatana değin kavga ederler. Kedi köpek gibiler. Bence bu kavga durumu olmasa çoktan öbür dünyaya gitmişlerdi ama birbirleriyle kavga edebilmek için ikisinin de ölmeye hiç niyetleri yok sanki.

Ne zaman ki kavgayı keserler, o saat yolcular demektir. Senin annenin ve babanın birbirlerine bakışlarındaki sevgiyi ve sıcaklığı gördükçe ne kadar etkilendiğimi anlatamam. Ben bir kere bile bizimkilerin birbirlerine öyle baktıklarına şahit olmadım. Hele babanın annene bakarken gözlerinin içinin gülmesini görmüyor muyum, işte o zaman bizimkilerin hali gözümün önüne geliyor ve içim cız ediyor, kahroluyorum...

Koca elli beş yılın aynı evde ve düşmanlıkla geçmesi ne demek, Metin? Annemin babama olan kininin altında ne yatıyor bir bilsen: Annemin babası zenginmiş... Babam, kendisine yardım etmiyor diye yıllarca evine sokmuyor dedemi. Ölmeden çok kısa bir süre önce hasta falan oluyor da o sayede kızının evine gelebiliyor adamcağız... Sebep, para. Bu kadar adice bir nedenden dolayı yıllarca kan kusturuyor anneme...

Geçen Cumartesi günü anneme uğradım. Biliyorsun iki dizinden de ameliyat olması gerekiyor. Annem ameliyattan korktuğu için de sürekli erteliyor. Biraz gaz vererek ameliyat tarihini alalım ve bu işten kurtulalım istiyorum ama annem anlatmaya başlayınca haliyle konuşamadık...

En son kavga nedenlerini öğrendim ve gülmekten sinir krizi geçirdim nerdeyse. Film gibiler vallahi... Sana da anlatacağım ama utanıyorum...

-Hepsini anlattın bunu mu anlatmayacaksın, anlat gitsin be gülüm.

-Annem babamdan şey istemiş.

-Ne istemiş gülüm?

-Şey işte, anlasana.

-Kızım müneccim miyim ben, nerden bileyim.

-Eşeklik etme, bal gibi anladın işte. Babam annemle yatmak istemiş.

-Annen de haliyle.

-Evet, vermemiş.

-Kızım o kadın, günahını bile vermez.

-Sen dalganı geç, babam anneme başka bir kadın alacağını söylemiş. Hem de altmış yaşında olacakmış alacağı kadın.

-Vay anam vay... Altmış yaşındaki kadın, babanın gözüne on sekizlik çıtır çerez gibi görünüyor desene... Yaşasın, adamda hala hayat belirtileri var demek ki... Tevekkeli, biraz da para olsa hiç fena olmazdı diye dert yanıyordu bana.

-Çok hoşuna gitti bakıyorum.

-Deli misin kızım, seksen beş yaşında hala sevişmek isteyen bir adama şapka çıkarılır sadece. Ananın yerinde olsam hemen verirdim şerefsizim... Babanı destekliyorum şahsen. Sevişmek onun da hakkı... Annen ne demiş altmış yaşındaki kadın lafını duyunca?

-Ne diyecek,”Çişli moruk, sen önce çişini tutmayı öğren...” Demiş. Malum babamın had safhada prostat sorunu var.

-Hımm... Can evinden vurulmuş desene.

-Yahu babamın babası da böyleydi zaten. Seksen yaşında zorla kendini evlendirtti... Gülten Hanım diye bir kadındı. Evlendikten bir hafta sonra bizimkilere gelip, “ben bununla baş edemiyorum, sürekli şey yapmak istiyor.” Diyerek feryat figan etmiş.

-Genetik güç meselesi yani...

-Sen eğlenmeye devam et ama annem öldüğünde, eğer babam hala yaşıyorsa, bil ki dedemin yaptığını, o da bize yapacak.

-Şahsen, elimden gelen her türlü yardımı yapacağımdan emin olabilirsin, Bahar’cığım. Sen o işi bana bırak... Ama vakit varken prostat sorununu çözsek iyi olur.

-Utanmasan babamın elinden tutup, kerhaneye götürecekmişsin gibi konuşuyorsun.

-Koç gibi adam, yazık günah değil mi, kızım? Bak benim babamda tık yokmuş yıllardır. Annem, “babanız erkeklikten düşeli yıllar oluyor.” Diye hayıflanıyor vallahi.

-Ay Metiiin, elini altına saldın yine. Kapatalım şu konuyu lütfen, açanda kabahat zaten...

-Ya benim babama çubuk taktırmayı mı tavsiye etsem, yoksa üç kutu Viagra mı hediye etsem diye düşünmeden edemiyorum... Üç kutu Viagra alsam, bir yıl idare eder babamı... Hoş benim anamın da dizleri tutmuyor ama babam istese dünden razı gibi bir hali var...

-Senin zihnin açıldı yine ama ben devam edemeyeceğim. Konuyu nereye bağlayacağını anlamadım sanıyorsan, yanılıyorsun... Avucunu yalarsın!..

-Yap-ma be!..

bölüm başlıklarına git






Ben yine bi ton sopa yedim

Kocasından yediği dayakların intikamını en yakınındaki insanları ezerek ve horlayarak almanın bir yolunu mutlaka bulurdu: Bazen kendi çocukları, bazen kardeşleri ve bazen de önüne kim gelirse...

Metin Tezcanlı, ablasının kendisini kocasına karşı bir koz olarak kullanmak istemesinden nefret ediyordu: Şiddetle dolu bir evliliği şiddet kullanarak rayına oturtamazdı ve karı-koca kavgasına karışmanın pak de hayırlı olmadığını gayet iyi biliyordu… Kendisinin ve Bahar’ın yanında kocasına “kamyon şoförü salak, senden bi bok olmaz” dediğine bile şahit olmuştu...

Çeşme’de tatil yaparlarken Metin’in ablası Bahar’ı cep telefonundan arayarak “ben yine bi ton sopa yedim, benim öküzden. Geberteceğim bu hayvanı” demişti.

Metin, Bahar’ın telefonla konuşurken kendisinden uzaklaşmaya başladığını hissetmiş ve bir tatsızlık olduğu sonucuna varmıştı...

Aslında gayet sıradan bir olaydı Metin’in ablasının dayak yemesi. Ki Bahar telefonunu açtığında, “ evet İstanbul dışındayız, Çeşme’de tatildeyiz” demesine rağmen, dayak olayını sanki ilk kez dayak yemiş gibi ağlaya ağlaya anlatmıştı...

Belli ki çaresizdi ve içi yanıyordu ama kardeşi dururken onun eşini araması tesadüf değildi. Ablası, Metin’in kendisini azarlayacağından ve “ ya ayrıl ya da kocanla iyi geçin” diyeceğinden emin olduğu için Bahar’ı aramayı tercih etmişti...

-Kim aradı Bahar?

-Ablan.

-Derdi neymiş?

-Enişteden yine dayak yemiş.

-Sebep?

-Kadın meselesi...

-Aslında, gidip enişteyi döveyim istiyor ama yapmayacağım...

Çeşme’deki tatilin tadını kaçıran Metin’in ablası, tatil dönüşünde de irtibatı kesmemiş ve Bahar’a bütün aile sırlarını açmaya başlamıştı...

Metin’in en nefret ettiği şeylerin başında, insanların özel hayatlarını ve neler yaşadıklarını ulu orta yere sermekten kaçınmamalarıydı:

-Metin, ablan bir silah satın almış ve enişteyi geberteceğim diyor başka bir şey demiyor. Birkaç sefer enişte uykudayken bıçakla yanına sokulmuş ama beceremem, sonra da o beni öldürür diye vazgeçmiş. Sana anlatamadığı ne varsa hepsini bana anlatıyor ama ben ne yapabilirim ki?

-Ya ne olacaksa olsun artık , Bahar... Adam öldürmek o kadar kolay olsa, eşinden dayak yiyen bütün kadınlar kocalarını öldürürlerdi herhalde ve bu memlekette koca kıyımı yaşanırdı...

Vakti zamanında ayrıl, kendine yeni bir hayat kur diye yalvardım neredeyse. Babamların bana verdiği en üst katı da sana verelim, aç açık kalmazsın, daha gençsin bir işe girer çalışırsın dedim ama beni dinleyen kim... Evliliğinin ilk üç senesini saymazsak -ki o arada enişte askerdeydi- o gün bu gündür dayak yiyor benim ablam...

Halbuki gayet varlıklı bir ailenin oğluna istemişlerdi ablamı ama o gitti babamın çalıştığı fabrikanın şoförüne vuruldu. Annem dışında hiç kimse ona bir baskı filan da yapmadı. Çok iyi hatırlıyorum, babam ablamı karşısına aldı ve ‘ne diyorsun kızım?’ dedi. O da zengin ailenin çocuğu yerine enişteyi tercih etti...

Annem, kendisini dinlemediği için ablamı kara listeye aldı ve bana sorarsan hiçbir zaman da affetmedi. Zengin evin oğlunu reddetmesi bir yana, üstüne üstlük gidip bir sunniyle evlendi. İnançlarından ve yaşam tarzından bir gram bile taviz verdiğini hatırlamıyorum annemin...

Kendisine karşı koyana kolay kolay merhamet etmez annem. Küçük kız kardeşime gözdağı verirken, “onu nasıl öldürdüm, seni de öyle öldürürüm” derken ablamı kastediyordu: Bu lafı benim yanımda söyledi ve duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Çünkü ablam ne zaman dayak yiyip annemlere gelse, annem sürekli ona geri gitmesini telkin eder ve asla ablamın ihtiyaç duyduğu sevgi ve sahiplenme sözcüklerini söylemezdi...

Kendi seçiminin kurbanı oldu bir anlamda ama ben eniştenin ne bana ne de anneme ve babama bir terbiyesizliğini görmüş veya işitmiş değilim. Tam tersine yapabileceği bir şey varsa ne kendini ne de parasını sakınmaz bizim için...

Ablamda öyle bir zengin olma hırsı var ki, önünde dağlar bile duramaz. Kamyon şoförü diyerek aşağıladığı eniştenin ömrü uzun yollarda ve sırtıyla yük taşıyarak geçti. Sen de şahitsin, ortaokuldaki yeğenlerim babalarının sırtında çimento torbası taşımasına yardım etmeye giderlerdi...

Ben ne ablama ne de enişteye üzülüyorum. Hepsi de pırlanta gibi olan yeğenlerime üzülüyorum sadece. Doğdukları günden bu güne kadar anne baba kavgası içinde büyüdüler ve çocukluklarının zerresini bile yaşayamadılar.

Bana benzetilen ortanca yeğenim, sol örgütlerden birisinin tetikçisi olmadıysa biraz da benim sayemdedir. Az dil dökmedim onu kurtarabilmek için. Ki aslında cuk diye oturuyor tetikçi profiline...

Benim yaşadıklarımı onun da yaşamasını ve bir şeylerin tekrar edilmesini doğal olarak hiç ama hiç istemiyordum. Solcu olmasına değil de, solculuk adına yanlış işler yapmasından ciddi ciddi endişe etmiştim ama babasının işlerine konsantre olması sayesinde yırttı diyelim...

Bahar, Ozan’ı nasıl sevdiğimi sana anlatacak değilim ama ola ki bir gün aramız bozuldu ve sen Ozanı bana karşı dolduruşa getirdin ve Ozan da bana yumruk attı diyelim. Oğluna tapan bir baba olarak benim ne hale düşeceğimi tasavvur edebiliyor musun?..

Yeğenlerim büyüdükten sonra ablam intikam saatinin geldiğini düşünerek, enişteye karşı neredeyse bir yok etme harekatına girişti. Enişteyi hemen hemen herkesin önünde aşağılamaktan tut, benim yanımda galiz küfürler savurmaya kadar tırmandırdı işi.

Bari benim yanımda yapma bu işi, utanıyorum dememe aldırmadan sürdürdü saldırılarını ve korktuğum şey eniştenin başına geldi. Bana yaptıramadığını oğullarına yaptırdı. Enişte oğullarından yumruk yedi, dayak yedi...

Adamcağız evini terk etmek zorunda kaldı ve boşanma davası açtı ama ablam araya benim küçüğüm olan erkek kardeşimi devreye sokarak, kendilerini barıştırmasını istedi. Hesapta barıştılar...

Ablamın boşanmamakta ısrar etmesinin bir diğer nedeni de eniştenin kendi işini kurması ve iyi para kazanmaya başlaması...

Ablam, ‘yedirmem’ diye ant içmiş bana kalırsa ve yedirmiyor da hakikaten. Estetik ameliyatından tut, evini temelden çatısına kadar yeniledi ama onun yaşadığı strese can man dayanmaz. Ölümcül bir hastalığa yakalanmasından ve tam rahata erdik derken... Değer mi ulan, değer mi be kadın?

Sen yıllarca kocanın koynuna girmezsen, girecek birileri çıkıyor işte. Sonra da ‘ben o kadar kötü bir kadın mıyım ki, orospularla düşüp kalkıyor... Benim gibi bir kadına bunu nasıl yapar’ diye ona buna dert anlatmaya çalış...

Akşama kadar o kadar çok Türk filmi izliyor ki Türkan Şoray sanıyor galiba kendisini...

Enişteyi öldürecek olsa bu güne kadar çoktan öldürürdü. İnşallah o işi de yeğenlerimden birine yaptırmaya kalkmaz.

-Hah işte benim asıl korkum da bu zaten. Olur mu olur Metin, bir şeyler yapalım.

-Hayatım gidip başlarında nöbet tutacak halimiz yok ki... Adamcağızı öldürmekten beter ettiler zaten. Ne kocalığı kaldı ne de babalığı eniştenin.

-Yahu senin ablandan ve yeğenlerinden bahsediyoruz şurada. Başlarına kötü bir şey geldiğinde asıl üzülecek olan sensin. Vakit varken ablanı sakinleştirmenin bir yolunu bulalım. Bu kadar soğukkanlı bir analizci kesilmene ve bekleyelim görelim tavrına bozuluyorum, kendine gel, bari çocuklardan birinin başı yanmasın, benim bütün derdim bu ve ben o çocukların hepsini de en az senin kadar çok seviyorum...

-Yapmam gerektiği halde, yapmadığım şey nedir, Bahar? Yıllardır aynı teraneleri dinliyorum ve yıllardır nasihat ediyorum. Sorunu durdurucu yada çözücü bir güce sahip değilsen, taraf değilsen, kimse adam yerine koymuyor seni...

-Sen bilirsin ama bana sorarsan kalkıp ablana gidelim ve aklı selime davet edelim.

-Aklı selime davet mi? Tam ablama göre!..

-Ne halleri varsa görsünler o zaman, öyle mi?.. Bak diğer ikisi için bir şey söyleyemem ama sana benzeyen ya da benzetilen, çocukluğunda senin adın söylenerek sevilen ortanca yeğeninden korkuyorum, Metin. O çocuk böyle bir iş için biçilmiş kaftan neredeyse. Çünkü çok duygusal ve annesine de çok düşkün...

-Sen bizim cenahı çözmüşsün, Bahar. Korkulur senden.

-Çatlatma insanı Metin, ayağa kalk, yola düşelim artık.

-Tamam hayatım, sinirlenme, kalktım işte... Ulan vukuatsız bir haftası geçmez mi insanın şu puştperest dünyada be...

-Boşuna söylenme Metin efendi. Tam bir yıl Ozan’a kendi evinde ablan baktı ve ben bu iyiliğini unutamam.

-Fitil fitil burnumuzdan getiriyor ama ne haber?

-Kapa çeneni ve düş önüme!..

-Panik yapmana gerek yok Bahar. Ben dün arayıp uzun uzun konuştum zaten. “Ben dururken çocuklarımı niye yakayım kardeşim” dedi...

Merak etme neredeyse yirmi yıldır aynı ruh haliyle yaşıyor ablam. Hele hele eniştenin işleri yolundayken ve çok iyi para kazanırken, ablam bindiği dalı kesmeye cesaret edemez. Cesaret etse bile, kurnazdır kendisinin mağdur olacağı bir şeyi yapmaz. Hem kadınların dayanma kapasitelerinin erkeklerden en az on kat fazla olduğuna inananlardanım ben...

-Övüyor musun, sövüyor musun belli değil ya hadi neyse...

Bahar’ın içgüdüsel ve kadınca dayanışmasına karşılık olarak, Metin’in de erkekçe yanıt verdiği söylenebilirdi ama Metin, kendi gücünü ve sınırlarını aşan olaylara burnunu sokmamayı bir prensip haline getirmişti neredeyse...

Bir yandan ablasının hırsına ve etrafına kan kusturmasına sinirleniyor, diğer yandan da acıyordu ona...

Yirmi yaşındayken içindeki sınıf atlama dürtüsünü gerçekleştirecek adamı elinin tersiyle itmiş ve aşık olduğu adamı seçmişti...

Aşkını kabusa çeviren, aşık olduğu adam mıydı, kendisi miydi, yoksa içindeki sınıf atlama hayali miydi bilinmez ama hepsinin de kan kusturduğu kesindi: Hem aşk hem de para aynı yastığa baş koymuyordu işte...

bölüm başlıklarına git






Tımarhane

“Tam bir tımarhane orası, Metin” diyordu Bahar. “Tam bir tımarhane... Deliler bile sizinkilerden daha sessiz ve sakin yaşıyorlardır herhalde...” Bahar’ın tımarhane dediği yer, Metin Tezcanlı’nın ailesinin yaşadığı evden başka bir yer değildi...

Hoş bu tespiti Bahar’dan önce Metin Tezcanlı da yapmıştı ama bunu herhangi bir yerde yüksek sesle dile getirmemişti. Bahar’ın o tespiti yapmasının anlaşılabilir ve mantıklı nedenleri vardı: O binada yaşayanların hepsi de istisnasız depresyonla yatıyor ve depresyonla kalkıyorlardı.

“Yahu aralarında bir tanesinin bile bir gün yüzünün güldüğünü görsem, bir kurban keseceğim, şerefsizim... Metin alınma ama içim kararıyor sizinkilere gidince ya. Senin de neden gitmek istemediğini şimdi daha iyi anlıyorum.

Hani diyordun ya ” bizimkilerle görüştükten sonra omuzlarım göçüyor, bir hafta kendime gelemiyorum.” Ben abarttığını sanıyordum ama sen haklıymışsın. Aynı şey bana da olmaya başladı. Benim de omuzlarım göçmeye başladı ve ben de kendime gelmekte zorlanıyorum artık...

Ne yalan söyleyeyim, senin o aileden çıkmış biri olduğuna inanamıyorum. Ya sen muhtemelen aristokrat bir aileden çıktın ama bunu benden gizliyorsun. Bana hayatın öbür yüzünü göstermek için bu ailem dediğin insanları parayla satın aldın gibime geliyor...

Fiziki yoksulluklarına bir itirazım yok ama fikri ve ruhi sefaletleri inanılmaz boyutta. Senin fikri ve ruhi zenginliğini gördükçe ve de sendeki asaleti, nezaketi düşündükçe, senin onlardan biri olduğuna inanmam imkansız... Ay’dan filan gelmiş olmayasın... Hoş bir it tarafın da yok değil ama öteki tarafın genelde daha baskın...

Bak eğer amacın bana hayatın öteki yüzünü göstermek idiyse, tamam abicim gördüm ve ikna oldum ama sen de bu oyundan vazgeç ve bana gerçek aileni göster artık. Çünkü, bunu hak ettiğimi düşünüyorum. Vallahi düşündükçe ve sizinkileri gördükçe kafayı yiyecek gibi oluyorum ya...

Eğer bahsettiğim oyunu oynamıyorsan, hemen bir oyun kurgula ve kendine yeni bir aile bul ve mümkünse bizimkilere de benzemesinler. Çünkü, sen de bana ‘onların arasından nasıl çıktın’ diye soruyorsun haklı olarak...”

Bahar’ın söylediklerine hem gülüyordu hem de hak vermiyor değildi ama hiç kimsenin ailesini seçme hakkı yoktu ve olamazdı da... Metin Tezcanlı, bazı aile fertlerinden utanmıyor değildi ama ne yapabilirdi ki?..

Onları sevmese bile göz kulak olmaktan ve kollamaktan vazgeçemezdi. Nereden geldiğini unutması mümkün olmadığı gibi başına bir iş geldiğinde yine en önce ailesinin koşturacağından gayet emindi.

Karşılıklı bir çıkar ilişkisi gibi görünse de aradaki kan bağını ve kendi geçmişi yüzünden ailesinin çektiği sıkıntıları ve kendisine her koşulda sahip çıkmış olmalarını bir kalemde silip atamazdı. Atsan atılmıyor, satsan satılmıyor dedikleri aile kurumunun ve ilişkilerinin ta kendisiydi.

Metin Tezcanlı’nın öyle büyük bir gönül borcu vardı ki ailesine karşı, ödemekle bitecek gibi görünmüyordu. Adı üstünde: gönül borcu!.. Sadece vicdan sahibi olanlarda bulunabilecek bir özellik!..

“Bahar, ne düşünüyorum biliyor musun? Tası tarağı toplayalım anasını satayım ve çok uzak bir yerlere, yani onların bize ulaşamayacakları bir yerlere gidelim ve onlara da haber vermeyelim. Varlığımız bir işe yaramıyor, yokluğumuzla da idare ederler gibime geliyor.

Aile içinde nasıl herkesin birbirine düşman olduğunu kendi gözlerinle gördün. Bu düşmanlıkları bizim gidermemiz ve onları barıştırmamız olası değil. Herkes kendi kırgınlığının ve güçsüzlüğünün nedenini bir diğerinde arıyor. Birbirleriyle dalaşmaktan dolayı bütün insancıl yanlarını öldürmüşler neredeyse.

Her gittiğimde beni bir mafya babası gibi ağırlamalarından ve bütün sorunlarını bana taşımalarından hem usandım hem de bunu senin yanında yapmalarından dolayı utanıyorum. Dahası birlikte gittiğimizde yay gibi geriliyorum.

Biliyorum ki beni utandıracak yada çaresiz bırakacak bir şey mutlaka olmuştur ve benim onlara gitmemi bekliyordur. Onlardan bir kere bile mutlu ayrıldığımı hatırlamıyorum. Ve bana öyle geliyor ki, bütün ömrüm boyunca bu mutsuzluğu yaşamaya mahkum edildim.

İlgilenmemeyi ve yok saymayı becerebilsem ne ala ama bunlar benim ailem ve onlara ihanet etmeye hakkım yok diye düşünüyorum. Tabii böyle düşününce de uzak kalamıyorum. Onlara sırt çevirmekle kendime de ihanet etmiş olurum.

Ya piyangodan filan büyük ikramiye çıkarsa, yarısını gidip bunlara vereceğim ve haklarını helal etmelerini isteyeceğim; bir daha da yanlarına uğramayacağım diye bir fantazim yok değil ama bendeki bahta bakılacak olursa da, ölme eşeğim ölme!..

Dur sana hayırsız ve şerefsiz kardeşim hakkında biraz daha detaylı bilgi vereyim. Bu bilgilerden bazılarını yeni duyacak ve belki de fenalaşacaksın ama ne de olsa sen de aileden sayılırsın...

Damat bey Anadolu’nun bağrından, gelin hanım, İstanbul’un göbeğinden geliyor... Alınyazısına bak sen!.. Çok mu aradın be kızım?..

Evinde üç tane aç çocuğu ve karısı dururken, beş çocuk sahibi ve evli bir kadınla ortadan kayboluyor bizimkisi... Sonra o kadının kocası ve akrabaları gelip babamları tehdit ediyorlar. Babam, “gebertin o pezevengi mahkemede gelip sizin lehinize ifade bile veririm” diyor adamlara...

Babamın bu fikrinde samimi olduğundan en küçük bir şüphem yok. “Ceza vermeyeceklerini bilsem, kendi ellerimle gebertirim, o alçağı” bile demişti bir keresinde. Birisi onu gebertse bütün aile, ben de dahil bayram edeceğiz. Yüz karası ve utanç abidesi olarak yaşamasının zararlarını kapatmak mümkün değil. Bütün ailenin yaşama sevincini piç etti ki zaten sefil ve mutsuzdular.

Birlikte kaçtığı kadının kocası bir trafik kazasından sonra sakat kaldığı için çalışamıyor... Beş çocuğun hepsi de bu son olaydan sonra Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilmiş...

Rivayete göre kadın zaten fahişelik yapıyormuş ama ilginç olan kardeşimin bu kadının kocasının yakın arkadaşı olması aynı zamanda...

Daha önce kocası tarafından sekiz yerinden bıçaklanmış ama ölmemiş... Şimdi kardeşimle birlikte dilencilik yaparak geçinmeye çalıştıkları söyleniyor...

Yalan dolan ve bilumum pisliklere bulaşmış bir adamdan söz ediyorum. Bunun ne mal olacağı çocukluğundan belliydi zaten. Çöplüklerden çıkmaz, oralara atılan boktan çizgi romanlarını okurdu. Bu sistemin üretebileceği en aşağılık tiplerden birisi olup çıktı ortaya.

Para için satmayacağı kimse yoktur. Ben asker kaçağıyken beni karakola ihbar eden de bu şerefsizdi. Karakol komutanının “seni kimin ihbar ettiğini sanıyorsun” deyişindeki ifadeyi asla unutamam.

Bir dönem karakolun muhbiri olarak çalıştığını ama karakol komutanının adını ve imzasını taklit ederek çek ciro etmesinden dolayı araları bozulmuş ve bu yüzden de birkaç ay cezaevinde kalmıştı.

Tipine baktığında hem iğrenirsin hem de acırsın. Avurtları ve omuzları çökmüş gördüğün gibi. Üflesen yıkılacak gibi duruyor. Ama sınırsız bir kötülük potansiyeli var bu hainin. Basına da yansıdı: Tuzla’da tecavüze uğrayan ve tecavüz esnasında fotoğrafları çekilen o zavallı fahişenin tecavüz fotoğraflarını bizimkisi çekmiş meğerse...

Ben cezaevinden çıktıktan sonra benim adımı kullanarak bir yerlere girip çıktığını öğrendiğim de karşıma alıp, “sakın bir daha benim kardeşim olduğunu söyleyerek benim çevreme sokulmaya kalkma, yoksa fena olur!..” diyerek sol çevrelerle tanışmasına mani oldum. Ama o arada bir derneğin çay ocağını işletmeye başlamış ve bir miktar parayı da iç ettikten sonra ortadan kaybolmuştu.

Bir arada bizim partiye dadandı bir arkadaşıyla. Ne hikmetse benim olmadığım zamanlarda uğramayı tercih ediyordu. Bunu öğrenir öğrenmez olaya el koydum ama o arada partiye gelip giden sempatizan bir kadıncağızı iğfal etmişti bile...

Bana sorarsan bizimkinden ziyade o kadının bok yemesiydi. Büyük ihtimalle benim adımın ve müzisyen kimliğimin kurbanı oldu ama kendiliğinden sönümlendi olay...

Bizim eski yoldaşların kapısını da aşındırmış bir aralar ama yüz vermemişler. Bir keresinde “ben aslında bir halk kahramanı olmak istiyordum” derken aklıma yediği naneler geldi ve gülmeye başladım. “Niye gülüyorsun abi?” diye sorduğunda, “boşver, biraz tersinden de olsa tam bir halk kahramanısın sen...” cevabını verdim ama gülmekten kasıklarıma ağrılar girmişti.

Oturup bir konuşmaya başlasın, ağzından bal damlar. Çok efendidir ve asla kimseye saygısızlık yapmaz. Karşısındakini sabırla ve büyük bir dikkatle dinler... Bir kez bile anneme babama saygısızlık yapmadığını söyler herkes, ama bakıldığında adamın yaptıklarıyla örtüşen bir karakter çıkmıyor ortaya...

Bana “haftada ya da on günde bir ot çekmem lazım” dediği şeyin esrar olduğunu söylememe gerek yok sanırım... Bu adam benim kardeşim Bahar ve ben bu adamdan nefret ediyorum, utanıyorum, tiksiniyorum...

Bazen bu herife acıdığım ve onun için üzüldüğüm bile olur... Köydeyken ve o daha çok küçükken çok ciddi bir havale geçirdiğini hayal meyal hatırlıyorum...

Annem onu kucağına almış ve “havale geçiriyor bu çocuk” diyerek evin dışına fırlamıştı. Acaba o havaleden kalan tramvalar nedeniyle mi bu çocuk bu hale geldi diye düşünmeden edemiyorum.

Ya bu herifin zekasında ve karakterinde onarılamaz bozukluklar var ve insan kendisini çaresiz hissediyor onun karşısında...

Ben, ‘bu salağı evlendirmeyin, evlendirirseniz bile çocuk sahibi olmasını engelleyin’ diye az yırtınmadım, ama bizimkiler de “evlenirse belki düzelir” diye düşündüler ve felaketin sadece daha da büyümesine yardımcı oldular.

Evlendiği günden beri karısına, çocuklarına ve kendisine annem babam bakıyor. Ne zaman kendisine bir iş bulunsa, haftalığını ya da maaşını aldıktan sonra ortadan kayboluyor ve parası bitince mecburen eve dönüyor.

Babam da annem de sağ olsunlar bu herifin çocuklarının yanında söylemediği lafı ve etmedikleri küfrü bırakmıyorlar. Bu çocukların psikolojisini düşünen kimse yok. Bu gariplerin bir suçu günahı yok ki...

Benim içim sızlıyor bu çocukları görünce. Hepsinin gözlerinde de sanki hep aynı ifade var: Amca bari sen bize yardım et, başka hiç kimsemiz yok bizim der gibiler... Amcanın kendine bile hayrı yok ama nereden bilsin kuzucuklar.

Onlar beni senin sayende zengin sanıyorlar. Her gördüğümde harçlık veriyorum, altımda araba var ve onlarınkiyle kıyaslandığında çok lüks bir semtte oturuyoruz. Uzaktaki zengin ve kurtarıcı amca profiline uygun görünüyorum ama seninle ayrılacak olsak, onlardan biri olacağımdan hiç haberleri yok.

Hayatı bu kadar keskin ve sert yaşayan bir insan olmayı hiç istemezdim ama benim bütün ömrüm böyle geçti işte. Yoksulluklarına alıştığımı söyleyebilirim. Henüz aç ve açıkta değiller ama annem babam öldüğünde bu yavrulara ne olacak diye düşünmeye başlayınca film kopuyor bende. Bu çocuklar aslında daha şimdiden yetim sayılırlar...

Şimdi o canım çocukların Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilmesi olasılıklarını ve vedalaşma sahnelerini hayal ederken bile fena oluyorum...

Senin dediğin şey de doğru: Bu çocukların annesi de en az bu çocuklar kadar talihsiz... İlk kocasını köyde öldürmüşler... Şimdi de ikincisinin öldürülmesi için dua ettiğinden eminim. Keşke köyünde kalsaymış garip.

Bizim deli Miyase dediğimiz baba annem yaktı bu kızın başını. Neymiş efendim ‘gitsin dayısının ekmeğini yesinmiş.’ Şimdi boğazından geçen her lokmanın nasıl büyüdüğünü ve boğazına oturduğunu görseydi, ne derdi acaba?

Salak salak durduğuna bakma sen onun, çok gururlu bir kızdır . Türkçe’yi İstanbul’da öğrendi ama bana kalırsa hala zorlanıyor... Boş boş baktığında bil ki söyleneni anlamamıştır. Zekası da kocasından daha iyi durumda sayılmaz.

Ben nice köylü kadın tanırım, şehir hayatını bir çırpıda öğrenen ve ona tutunmaya çalışan. Nurcan’da bu potansiyel de yok zaten. Okuması yazması olmadığı gibi olacağı da yok. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali...

Biliyorsun, geçen sene ailecek uyuz hastalığına yakalanmışlardı. Doktor olan arkadaşım nedeninin pislik olduğunu anlatırken ben yerin dibine geçtim yahu... İlaçları nasıl kullanmaları gerektiğinden tut, nasıl temiz kalmalarına kadar her şeyi bizzat ben anlattım. Bu devirde böyle bir hastalığa yakalanmalarını anlamak mümkün değil ama oluyor işte...”

bölüm başlıklarına git






Büyüdüm artık

Eşyalarla arası yoktu: Kullanmadığı ya da işe yaramadığını düşündüğü eşyaları hemen elden çıkarmasıyla Bahar’ın gözünde sarsılmaz bir üne kavuşmuştu. “Böyle yaşadığın sürece tek bir çiviye bile sahip olamazsın” diyordu Bahar.

Haksız da sayılmazdı ama yıllarca ölümle burun buruna yaşamış birinin eşyalarına hayat arkadaşı muamelesi çekmesini beklemek de anlamsız olurdu. Hayat tarafından kalbi kırılmış olanın eşyası olsa ne yazardı ki...

Kadınların eşyalarıyla kurdukları ilişkiyi, erkeklerle kurdukları ilişkilerden daha sağlam ve daha derin buluyordu Metin Tezcanlı. İlişkilerin başlangıcında erkekler ön planda olsa bile zamanla eşyalar ile erkekler yer değiştiriyor ve eşyalar ön plana çıkıyordu sanki...

Yeni taşındıkları kira evlerine yeni bir oturma grubu almışlardı. Metin, daha birinci haftasını bile doldurmayan üçlü kanepenin üzerine çay dökmüş ve Bahar eve gelmeden olanca gücüyle çay lekesini çıkartmaya çalışmıştı ama başarılı olduğu söylenemezdi...

Bahar akşam eve gelip yemeğini yedikten sonra üçlü koltuğa oturmuş, Metin’in yapacağı çay servisini bekliyordu. Metin, bütün sevecenliğiyle çay tepsisini Bahar’ın önüne uzatmış ve Bahar’ın teşekkürüne karşılık, “afiyet, şeker bal olsun karıcığım” demişti en sevimli haliyle, ama üçlü kanepedeki çay lekesini henüz fark etmemiş olan Bahar’a konuyu nasıl açacağını düşünüyordu bir yandan... En iyisi Bahar fark etmeden kendisinin anlatmasıydı...

-Neee çay lekesi mii, şekerli mii, çıkmadı mııı?... Yahu insan biraz dikkat etmez mi... Üstelik senin gibi titiz bir adama yakışıyor mu hiç?..

-Hayatım oldu bi kere... Ne yapayım yani... Alt tarafı bir koltuk ve çay lekesi ve üstelik koyu desenlerin üzerine döküldü... Abartmanın bir alemi yok... Yeniyse yeni anasını satayım... Benden daha kıymetli değil ya...

Bahar’ın eşyalarla olan ilişkisi annesinin eşyalarla olan ilişkisine çok ama çok benziyordu ve annesinin bu hali pek bi meşhurdu eş dost arasında...

Bahar, Metin’in kızmaya başladığını farketmiş ve söylenmeyi kesmişti ama Metin’in ikram ettiği çaydan bir yudum bile almadan ağlamaya başlamıştı...

Evet ağlıyordu... Hem de üçlü kanepeye dökülen çayın bıraktığı leke için ağlıyordu. Şaşkınlık ve çaresizlik içinde kalan Metin, fena kızmıştı Bahar’ın ağlamasına ve içinden küfür etmeye başlamıştı bile...

” Manyak ulan bu kadın milleti... S.....m kanepesini de, çayını da, lekesini de... Şu salondaki kıymetli vazolardan birini kazara kırmış olsaydım, kim bilir başıma neler gelirdi... Hayatımda ilk kez böyle bir vakayla karşılaşıyorum. Hastası, ölüsü ve daha bin bir türlü belası olan kadınlar varsın ağlasın ama böyle bir şey için ciddi ciddi ağlamak...”

Bahar, annesi gibi hiçbir şeyini atmamaya ve biriktirmeye meraklıydı. Metin onun bu haliyle dalga geçer ve şakayla karışık eleştirirdi... Bahar ise “yenisini yerine koymadan hiçbir şeyi atmamayı annemden öğrendim ve bir zararını da görmedim beyzadem” diyerek, Metin’i azarlardı.

Metin’in elden çıkarma ve başkasına verme huyuna karşı Bahar’ın da elde tutma ve vermeme huyu vardı. Zamanla ve biraz da Metin’in zorlamasıyla elden çıkardığı eşyaları olacaktı ama gardıroplarını çoğunlukla Bahar’ın eşyaları işgal edecekti...

Metin, yıllar sonra salonun ortasındaki açık renkli halıya Ozan’ın döktüğü kolayı bahane ederek, Bahar’a, “hadi ağlasana Bahar, bu lekenin bu halıdan çıkması mümkün de değil üstelik” diyerek yaptığı şakaya, Bahar, “büyüdüm artık, böyle şeyler için dökebileceğim gözyaşı kalmadı ben de” yanıtını verecek ve çay lekesi için döktüğü gözyaşlarını tebessüm ederek hatırlayacaktı...

Bahar Tezcanlı’ya “büyüdüm artık” dedirten, Metin Tezcanlı ile olan uzun birlikteliğinin olduğu tartışma götürmezdi...

Eski günlerini birlikte yad ederken, bazen hüzünlenir, bazen de aşka gelirlerdi:

-Ya Bahar hatırlıyor musun... Henüz ortak bir evimiz filan yoktu ve biz çok yakın bir arkadaşımızın evinde görüşüyor ve çoğunlukla da o evde birlikte oluyorduk...

Aşkımız ve biz, göçebeyken daha iyiydik be... Yerleşik düzene geçince o günlerin tadını bulamıyor insan... Göçebelik bambaşka bir şey... İnsanları birbirine öyle bir bağlıyor ki, çöz çözebilirsen...

Bir keresinde o evin üst katında oturan kadın gelip, ev sahibi olan arkadaşımıza ‘bu evde vakitli vakitsiz gürültüler oluyor’ diye bizi şikayet etmişti... Bunu duyduğumuzda ne çok gülmüştük hatırlıyor musun?..

-Hatırlamaz olur muyum hiç... İkimizin de sevişmek dışında yapacak hiçbir işimizin olmadığı günlerdi... Daha doğrusu bütün işlerin sevişmeler sonrasına bırakıldığı günler... Kadıncağız nereden bilsin bizim deliler gibi birbirimizi sevdiğimizi ve seviştiğimizi... Aşkta vakit olur mu hiç, a salak hemşire...

-Ulan karı gürültülerden rahatsız olmuş ama belli ki kulağı da kirişteymiş... Hem vakitli hem de vakitsiz olanları pekala ayırt etmiş zilli!.. Şikayet edeceğine, akşam kocan kapıdan içeri adım attığında atlasana herifin kucağına geri zekalı!..

- Yapmak istediği halde yapamadığı için bizim gürültülerimizden rahatsız olmuş anlaşılan.

-Al benden de o kadar!.. İnsan aşk seslerinden rahatsız olur mu hiç... Ulan şu yanımızdakilerin seslerini duysam bir bardak alır duvarı dinlemeye koşarım şerefsizim... Dünyadaki en güzel ve en muhteşem şiir ve şarkılara değişmem ben o sesleri...

-Coştun yine deli oğlan!.. Sen de bir Peeping Tom (röntgenci) potansiyeli de yok değil hani...

-Saçmalama ya... Ben sadece ve hemen şimdi çiftleşmek istiyorum...

-Beni seviyor musun?

-Hem de nasıl anlatamam...

-Anlat anlat... Uzun zamandır bir şey anlattığın yok zaten, hazır seni yakalamışken...

-Ya kızım, allahaşkına eziyete başlama yahu... Gel içeride doya doya anlatırım...

-Vakit uygun mu sence?

-Kocakarılar gibi konuşma, Bahar. Eskiden vakit mi soruyorduk birbirimize?.. Gel beni bohçala gönlümün direktörü... Hem vakitli hem de vakitsiz olanlarından...

-Ay şiir gibi oldu vallahi!..

bölüm başlıklarına git






Eski yoldaşlar

Bahar, her kadın gibi dışarıdan nasıl göründüklerine önem verir, başkalarının kendisi ve birlikte olduğu adam için ne düşündüklerini bilmek isterdi. Fakat soruyu başkalarına soracağına her seferinde gidip Metin’e sorardı.

-Nerden bileyim, bizim için ne düşündüklerini... Herkes o kadar politik ve eyyamcı davranıyor ki birisi iyi bir şey söylese bile şüphe ediyorum. Hiç birimiz bir diğerimiz için gerçekten ne düşündüğümüzü açık açık muhatabına söylemiyor ki... Hal böyle olunca birlikte olduğumuz ortamları yapay bir samimiyet havası kaplıyor ve herkes lay lay lom nakaratına takılarak durumu idare ediyor...

Benim davetlere gitmek istemeyişimin en büyük nedeni bu. Sürekli güler yüzlü ve anlayışlı olmayı nasıl beceriyoruz anlamıyorum. Öfkelerimizi ve hayal kırıklıklarımızı bile doğru dürüst yaşayamıyoruz. Kırılan varsın kırılsın efendim!.. Sürekli kendimizi bastırarak ve her durumu rasyonalize ederek ilişkileri sürdürmek iyi bir şey değil ki...

Diyelim ki içimizden birisi düpedüz yalan söylüyor ve insanların duyarlılıklarıyla oynuyor. Ama biz ne yapıyoruz? Onun yanlışlarına mantıklı nedenler bulmaya çalışarak, kendimizi rahatlatıyoruz... Sonra?.. Hoşgörülü ve anlayışlı olmak tabii ki büyük erdemler ama bazı durumlarda dellenmek çok daha verimli olabilir...

Duruma bakılırsa kimsenin kimseyle sorunu yok gibi ama aslında herkesin herkesle bir sorunu var... Bana kalırsa kimse kimseyi sevmiyor ve bunun belki de en önemli sebebi hiç kimse kendisini sevmiyor... Hala sosyalistmişiz gibi yapıp, kapitalistler gibi yaşıyor ya da o standartlara ulaşmaya çalışıyoruz...

Kendi gerçekliğimizle yüzleşmeden de bu çift karakterlilikten kurtulamayacağız. Eh bunun da bir takım yan etkileri olacak haliyle... Biz artık devrimci değiliz ya... Sadece eski solcuyuz ve bu gerçeği kabullenmekte zorlanıyoruz nedense. Bu eski solcu tanımını ben de sevmiyorum ama başka ne denilebilir ki...

-Sana soranda kabahat!.. Ben senin ne düşündüğünü sormadım. Biz başkalarına nasıl görünüyoruz; başkaları bizi nasıl görüyor anlamında... Hani bazen ortak tanıdıklarımızın dedikodusunu yapıyoruz ya birlikte... Hadi kendi soruma kendim cevap vermeye çalışayım: Büyük bir olasılıkla burnumuz büyük ve ucundan da kıl aldırmıyoruz...

Zira onların katıldıkları toplantı ya da gösterilere katılmıyoruz ve her önerilerini yerle bir edecek gerekçelerimiz var... Kimseye bir boşluk bırakmadığımız gibi herhangi bir şey yapma önerisinde de bulunmuyoruz. Kendimizi bir anlamda dış dünyaya ve onlara kapatmışız.

Bak diğerleri ne güzel saatlerce tartışabilecekleri önerilerde bulunuyorlar. Gerçi sonuçta bir şey çıkmıyor ortaya ama olsun... Bizim gibi kıçlarını kırmış evlerinde oturmuyorlar hiç değilse... Hafta sonu Özgür’ler çağırıyor, gider miyiz?

-Valla benim canım çekmiyor; sen tek başına git istersen... Millet alkole sığınarak ortamı çekilebilir kılıyor ama benim midem kötü... Midem iyi durumda olsa bile içip sapıtmaktan ve birilerine saldırmaktan korkuyorum... Gidip bir köşede somurtup milletin keyfini kaçırmaktansa; ortalarda görünmemek en iyisi...

***

Birileriyle görüşmek Metin’e zul geliyordu. Hele hele solcu arkadaş çevresiyle bir araya geldiklerinde ortaya çıkan muhabbetten kesinlikle haz etmiyordu. Büyük büyük laflar ettikten sonra sıradan ve sıkıcı hayatlara dönen ve şikayetçisi oldukları hayat tarzlarını değiştirmek için ödenecek bedelleri göze alamayan insanlara kızıyordu...

Kendi arkadaş çevresinin dışında kalan eski solcuları da gözlemleyen Metin Tezcanlı, tablonun hiçte iç açıcı olmadığının gayet farkındaydı: Kimisi alkole, kimisi kadınlara, kimisi paraya ve kimisi de hepsine birden düşkündü. Böyle bakıldığında, sıradan insanlarla aralarında ciddi bir fark olduğunu söylemek çok zordu; fark, geçmişlerinden ve o geçmişte yaşadıklarından kaynaklanıyordu.

Ezici çoğunluğun para-pul, karı-kız ve iş-güç peşinden koştuğu zamanlarda, şimdinin eski solcuları, o zamanın devrimcileri, özgürlük, adalet ve memleketi kurtarmak peşinde koşuyorlardı...

Eskiden tapındıkları ve kutsal saydıkları ne varsa, hepsini kaldırıp atmışlardı: İş-güç sahibi olan ve sistemle bütünleşen eski yoldaşlar, geçmişlerini unutmayı ve hatırlamamayı tercih ediyor ve kendilerine geçmişlerini hatırlatan insanlardan ve ortamlardan uzak duruyorlardı: Şehir merkezlerindeki evlerin, otomobillerin ve şık giysilerin içinde kurdukları dünyalarına yoksulluk ve viranelik bulaşsın istemiyorlardı...

Yalnızlıklarından ve mutsuzluklarından geçici bir süreliğine kurtulmak için bir araya geliyor ve küçük küçük gruplar halinde yaşıyorlardı ama eski örgüt yoldaşları yerine başkaları tercih ediliyordu artık... Yeter ki sorunlu olmasın ve yeter ki sınıf atlamış olmalarını kabullenmiş olsun...

Yirmi yaşında inanan ve inançları için yaşayan idealist gençlerle, kırk yaşında hala inanıyormuş gibi yapan ticaret ve siyaset kurtları arasında dağlar kadar fark vardı işte...

bölüm başlıklarına git






Asansör üç kişilik

Bütün duygusallığına ve kırılganlığına karşın, ucunda ölme ve öldürme tehlikesi olan eylemlere katılmaktan kaçınmamıştı, Metin Tezcanlı. İnançları ve ideolojisi için yaşıyordu ve kendini sakınmıyordu. Sıradan hayatındaki basit işler yerine, büyük bir davanın adamı olmayı seçmiş ve bunun gereklerini yerine getirmeye çalışıyordu. Henüz on yedi yaşındaydı...

Devrim için yaptığı eylemler, devrim için okuduğu kitaplardan kat kat daha fazlaydı: Eylem yapmak için gereken psikolojik ve politik donanıma sahip değildi ve bu açığı giderecek bir çalışma da yapılmıyordu üstelik.

Ellerindeki ve bellerindeki silahların, bombaların yanıltıcı gücünün kendileri için yapay bir kendine güven oluşturduğunun henüz farkında değillerdi: Silahsız ve bombasız, tek başına kaldıklarında, ne yapacaklarını düşünmeye vakitleri de yoktu, yetenekleri de.

Gerçekten işe yaradıklarını ve anlamlı işler yaptıklarını sanıyorlardı ama sadece sanıyorlardı: Yaptıkları eylemleri amaçları ve sonuçları itibariyle sorgulama kapasiteleri yaşadıkları gecekondu mahalleleri ve sokakları kadardı...

Kurtarmaya çalıştıkları memlekette olup bitenlerden örgüt yöneticilerinin bile haberi yoktu: Meydanın niçin boş ve sahipsiz bırakıldığını, yaşadıkları evlerin kapıları çalınmaya ve namlular alınlarına dayanmaya başladığında anlayacaklardı...

Büyük bir spor kulübünde lisanslı sporcu ve çalışan bir genç kimliğini bir yana fırlatıp atan Metin Tezcanlı, halkını kurtarmak adına, kendisini ve başkalarını ateşe atmak pahasına, üyesi olduğu sol örgütün eylemlerine katılmaya başlamıştı.

***

İkisi de sporcuydu: Kendilerine verilen görev sıradan ve basit gibi görünse de ceplerinde yasadışı silahlı bir örgütün imzasını taşıyan, bir uyarı notu vardı: “Bir dahaki sefer bu kadar hafif atlatamazsın...”

Osmanbey’deki bir tekstil atölyesinde gizlice yürütülen sendikalaşma faaliyeti, işverene ihbar edilmiş ve gizli faaliyeti yürütenler işten atılmıştı. İhbarı yapan işçinin kimliğini tespit eden örgütçüler, bu kişinin cezalandırılmasını istiyorlardı. Temiz bir dayak atılacak ve tehdit edilecekti.

Metin Tezcanlı ve bir arkadaşı Osmanbey’deki tekstil atölyesinin olduğu binanın önünde kendilerine ihbarcı işçiyi gizlice gösterecek olan Cemal’i bekliyorlardı. Eylemi ve eylemcileri planlayan Cemal, Metin Tezcanlı’nın siyasi sorumlusu ve aynı zamanda tekstil atölyesindeki sendikal faaliyeti yürüten kişinin ta kendisiydi ama eylemcilerin bundan haberi olmayacaktı...

Cemal, mesai saatinin başlamasına az bir zaman kala eylemcilerin yanından geçmiş ve geçerken “işaretimi bekleyin” demişti. İhbarcı işçinin eşgaline dair her türlü bilgiyi alan eylemciler, Cemal’in “evet o “ anlamına gelecek olan işaretiyle harekete geçecek ve işçiyi binanın asansöründe kıstırıp, yaptığının bedelini ödetmeye çalışacaklardı.

Metin Tezcanlı ve arkadaşı, Cemal’den gelen işareti alır almaz ihbarcının peşinden binaya girmiş ve asansöre yönelmişlerdi. Metin ve arkadaşı ihbarcı işçinin peşinden asansöre bindikleri sırada, bir başkasının kapıyı tuttuğunu farkettiler ama gelene söyledikleri cümle çok net ve yeterince ikna ediciydi: “Asansör üç kişilik!..”

Metin’in yanındaki arkadaşı en üst katın düğmesine basmış ve asansör hareket etmişti. Birkaç saniye sonra başlayacak olan dayak eylemi için herhangi bir zorluk görünmüyordu.

Asansör birinci kata çıktığı andan itibaren harekete geçen eylemciler, ihbarcı işçinin güne kötü başlamasına ve bir haftalık doktor raporu almasına neden olacak dayak faslına başlamışlardı bile.

Metin’in arkadaşı bir an da iki eliyle işçinin gırtlağına yapışmış ve “şerefsiz” deyip yüzüne tükürmüştü. Tam o anda Metin’in yumrukları da adamın midesine inmeye başladı. Her iki eylemcide de zerre kadar acıma yoktu... Asansör en üst kata çıkıp durduğunda, en alt katın düğmesine basıp, adamı hırpalamaya devam etmişlerdi. Tam üç kez aynı şeyi yaptıktan sonra işçinin cebine uyarı notunu bırakıp hızla olay yerinden uzaklaşmışlardı.

Metin Tezcanlı’nın ileride yapacağı eylemler hesaba katıldığında, asansörde adam dövmek, devede kulak kalacaktı. İdeolojik propaganda ve gençlik ateşiyle beslenen öfke, kontrolden çıkmaya ve can yakmaya başlıyordu.

Arkalarından sessiz sedasız gelen postal seslerini, kendi çıkardıkları gürültülerin arasında duymalarına imkan yoktu: Başarıyla bitirdikleri her eylem sonrası birbirlerini sevinçle kutlayan eylemcilerin arasında yerini almıştı, Metin Tezcanlı.

bölüm başlıklarına git






Gece nöbetçileri

“Ateşi kesin arkadaşlar!” Diye bağırıyordu Metin Tezcanlı. “Ateşi kesin ve beni takip edin!” İstanbul’un büyük bir gecekondu semtinde gece nöbeti tutan beş kişilik ekibe kumanda eden Metin Tezcanlı ve ekibindeki arkadaşları, kendi denetimlerindeki arama ve kimlik kontrolü noktasında aracını durdurmak yerine gaza basan ve aslında doğrudan seçilmiş bir hedef olmayan sağcı adamın kullandığı aracı, kurşun yağmuruna tutmak zorunda kalmışlardı.

Kurşunladıkları adamın kim olduğu ve saat kaçta geldiği bilgilerine sahiptiler ama adamı öldürmek ya da yaralamak gibi bir kararları ya da niyetleri yoktu. Ve zaten böyle bir karar alma yetkileri de bulunmuyordu. Adamın kimlik kontrolünü yapıp, kendi bölgelerinden uzaklaşmasını sağlamak için uyaracak ve tehdit edeceklerdi...

Burunlarının dibinde yaşayan bir sağcının ileride kendilerine zarar vermesinden endişe ediyorlardı. Kendileri hakkında istihbarat toplayabilir ve bu istihbaratları silahlı sağcılara iletebilirdi. Yapmaması için de bir sebep yoktu doğrusu. Metin Tezcanlı’ya gelen bilgide”kemikleşmiş bir faşist’ deniyordu...

Metin Tezcanlı, ilk eylemini yaptığı komşu bir gecekondu mahallesinde kendilerine yardım eden iki sempatizanlarının kısa bir süre sonra kurşunlandıkları ve ikisinin de hastahaneye kaldırıldığı haberini aldığında şok olmuştu. Zifiri karanlık gecekondu mahallesinde birilerinin onları görmüş olabileceği ihtimalini gayet zayıf buluyordu.

Zira her iki sempatizanın yüzleri de kaşkollarla kamufle edilmişti. Fakat, belli ki o kişilerin solcu olduğunu tespit eden birileri vardı ve boş durmuyorlardı.

Eylem ekibine sadece kılavuzluk yapan iki sempatizanın başına gelenlerden sonra kendi bölgelerine daha büyük bir saldırı yapılabileceği ihtimaline karşı hazırlıklı ve tetikte olma kararını uygulamak için gece nöbetlerine başlamışlardı.

Her gece başka bir ekip çıkardı gece nöbetlerine ve genellikle iki ya da en fazla üçer kişilik iki grup halinde dolaşırlardı. Gece yarısına yakın saatlerden, gün ağarıncaya kadar çoğunlukla karanlık ve ıssız sokaklarda tanımadıkları şahısların kimlik kontrolünü yapar ve üst aramasından sonra serbest bırakırlardı.

Üşüdükleri ya da acıktıklarında kendilerine kapılarını sonuna kadar açacak olan insanlar vardı. Kendilerini ve çocuklarını herhangi bir saldırıdan korumaya çalışan gençlere yardımcı olmak için can atanlar olduğu gibi, korkudan sesini çıkaramayanlar da vardı ve asıl çoğunluğu da onlar oluşturuyordu...

Olabilecek en uygun noktalara arkadaşlarını yerleştirmiş olan Metin Tezcanlı, adamın geliş saatinin yaklaştığını gördükçe sabırsızlanmaya ve biraz da tedirgin olmaya başladı. Gelecek olanın kim olduğunu biliyorlardı ama nasıl bir tepki göstereceğini kestiremezlerdi. Silahlı da olabilirdi silahsız da; tek başına da olabilirdi, kalabalık da...

Dört yol ağzının kesiştiği arama noktasının her köşesinde mevzilenmiş olan silahlı militanlar, caddeden ve sokaklardan geçen tek tük araçları ve insanları durdurup, işlerini bitirdikten sonra serbest bırakıyor ve tekrar gizlendikleri köşelere çekiliyorlardı.

Arama noktasında silahlı gözcülük yapan ve ana caddeden gelip geçenlerin haberini veren Aslan, “bizim adam geliyor, herkes hazır olsun” diye seslendiğinde, Metin Tezcanlı silahını belinden çıkarmış ve ateş etmeye hazır halde aracın istedikleri noktaya gelmesini bekliyordu. Hem dur işaretini hem de arama ve uyarı konuşmasını kendisi yapacaktı.

Kendisine doğru yaklaşan beyaz renkli aracın önüne çıkıp dur işareti yaptığında, aracın hızında belirgin bir yavaşlama olmasına rağmen, araçla aralarındaki mesafe kısaldığında, birden bire üzerine doğru hızlanan aracın önünden zor bela kenara çekilmeyi başardı ve tam yanından geçen aracı kullanan adamın sağ elinin torpido gözüne doğru hamle yaptığını gördü...

Hiç duraksamadan aracın arkasından kurşun yağdırmaya ve arkadaşlarına da “ateş edin” emrini vermeye başladı. Bir anda cehenneme dönen dört yol ağzındaki kontrol noktasının sarı ışıkları altındaki can pazarını bir kabus gibi hatırlayacaktı...

Aldığı kurşunlarla kontrolünü yitiren aracın içindeki adam, beş on metre ötedeki elektrik direğine çarpmış ve aracın önünden dumanlar çıkmaya başlamıştı...

bölüm başlıklarına git






Bu ilk yalanın

Metin Tezcanlı, kendi döneminde görev yapan ünlü polis şeflerinden bazılarını hem ismen hem de sima olarak tanıyordu: Daha polisin eline geçmeden önce yaklaşık otuz-kırk kişilik “gördüğünüz yerde vurun” listesinde yer alan bazı polis ve subayların hem isimlerini hem de fotoğraflarını o listeden gayet net hatırlıyordu.

Yakalandığı ilk gece sorgu odasında ziyaretine gelen ve “adım Hakan Yavuz” diyen polis şefi, o listenin en başında yer alanlardan biriydi. Kendi gerçek adını ve soyadını söylemekten kaçınmamıştı. Belli ki Metin Tezcanlı’nın namını duymuş ve onunla tanışmak için sabahı bekleyememişti.

-Adın ne?

-Metin Tezcanlı.

-Buraya niye getirildiğini biliyor musun?

-Hayır bilmiyorum.

-Bu, ilk yalanın. Kaç yaşındasın?

-On dokuz.

-Çay içmek ister misin?

-Hayır, teşekkür ederim.

-Sigara?

-Hayır, tiryakisi değilim zaten.

-Benim kim olduğumu biliyorsun değil mi?

-Hayır, bilmiyorum.

-Nasıl hatırlamazsın, Tezcanlı? “Gördüğünüz yerde vurun” listenizdeki ilk sıralarda yer alıyorum.

-O listeden haberim yok.

-Nasıl olmaz ulan, nasıl olmaz... Sempatizanlarınıza kadar dağıtıldı o liste.

........

-Yani buraya tesadüfen ya da kazara mı getirildiğini düşünüyorsun?

-Bir yanlışlık olmalı.

-Hiçbir yanlışlık yok aslanım. Kim olduğunu biliyoruz. Neler yaptığını da senden dinlemek hoş olur doğrusu...

..........

-Burada başına neler geleceğini ve sana neler yapılacağını biliyor musun?

-Hayır.

-Doksan gün elimizdesin. Yetmezse bir doksan gün daha. Yine yetmezse... Gençsin, sporcusun, güçlüsün... Şu anda dayanabileceğini sanıyorsun ama yanılıyorsun... Buraya dağ gibi adamlar gelir ve bir çöp yığınına dönüşürler. Kendini ezdirmeden ve bizi de yormadan konuşursan yırtarsın... Şu ana kadar sana yapılanlar hoş geldin seansıydı. Senin mesaine yarın sabah başlanacak ve seni gebertmek için yanıp tutuşanlar, sabahı nasıl edecekler merak ediyorum... Sabaha kadar düşün ama fazla bir zamanın da kalmadı haberin olsun... Adem Selvi’yi tanıyor musun?

-Hayır.

-Bu da ikinci yalanın. Yarın sabah tanışırsınız o zaman. O seni hemen tanıyacak, bundan hiç şüphen olmasın... Demek o listeden haberin yok ha?.. Ziyanı yok Tezcanlı, sabah listeyi önüne koyduğumda zaten hatırlamak da istemeyeceksin... ”Gördüğünüz yerde vurun” ha... Tıpkı bir şiirin dizesi gibi hoş ve etkileyici...

“O listeden haberim yok” cevabını vermekle açık verdiğini ve dolaylı olarak örgüt bağlantısı olduğunu kabul etmiş oluyordu ama ava giderken avlanan avcının pozisyonuna düşmüştü bir kere ve kurtların, çakalların, sırtlanların ve ayıların arasında yalanla kurtulmaya çalışmak o kadar da kolay bir şey olmayacaktı. Hakan Yavuz, “bu ilk yalanın” derken, Metin Tezcanlı’nın daha dünya kadar yalan söyleyeceğini biliyordu ve buna hazırlıklıydı anlaşılan.

Büyük bir ilin valiliğine kadar yükselen Hakan Yavuz, Metin Tezcanlı’nın tanıdığı polis şefleri arasındaki en soğukkanlı ve en zeki olanıydı. Yerine göre iyi bir psikolog rolünü oynar ve bazen de bizzat sorguya katılıp işkence yapmaktan geri kalmazdı. Dahası, işkence yaparken, “beni hatırladın mı, sesimi tanıdın mı?” diye sormaktan çekinmezdi...

“Elimden yüzlerce hatta binlerce adam geçti Tezcanlı, senin kadar zeki olanını görmedim. Bu zekanı buraya düşmeden önce kullansaydın, çok farklı yerlerde olabilirdin...

Tam herşeyi anlattı, işi bitti diye düşünmeye ve sana inanmaya başlarken, tak, birisi çıkıyor ve Metin Tezcanlı adını yumurtluyor. Onu da hallettik derken tekrar başa dönüyoruz...

Fiziken direnemeyeceğini anladın ve zaman kazanmaya oynayarak, bizi kandırmaya çalışıyorsun. Fiziki direncini kırdık ama bilinç altındaki psikolojik direncini hala kıramadık...

Kendiliğinden verdiğin bilgilerin çoğu, meğerse bizi ikna etmeye ve zaman kazanmaya yönelikmiş. Bizim için sürpriz ya da ilk kez başımıza gelen bir şey değil ama, iyi oynadığını ve kıvrak bir zekaya sahip olduğunu kabul etmek durumundayım...

Bizim açımızdan, sendeki bilgilerin yüzde yetmişi ile seksenini almadan, sorgu bitmiş sayılmaz, Tezcanlı. Bir adam buraya girdiği andan itibaren işbirliği yapmıyorsa, bildiklerinin yüzde yirmisiyle otuzunu saklayacak demektir. Sonuç olarak, yüzde yetmiş ya da yüzde seksen iyi bir orandır... Biz sınırlarımızı iyi biliyoruz ... ”

Polis sorgusundaki direncini kıran faktörlerin başında, kendisinden önce yakalanan ve Metin Tezcanlı’nın siyasi ve askeri sorumluları olan diğer iki kişinin Metin Tezcanlı’nın karşısına geçip, onun reddettiklerini bir bir kabul etmeleri olmuştu: Yazdığı bütün senaryoları boşa çıkartan, polisten önce, çözülmüş olan kendi yoldaşları oluyordu. Hakan Yavuz, boşuna “sürekli sil baştan yapıyoruz” demiyordu...

Her şeyi ama neredeyse her şeyi ona soruyorlar ve ondan istiyorlardı: “Silahlar nerede... Adamlar nerede... Bu adamları kimler vurdu?..” Kendisiyle hiç ilgisi olmayan eylemleri ve adamların isimlerini ısrarla sorarak, ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıyorlardı... Acemiliğinin ve toyluğunun ilk sınavında gülen taraf, profesyoneller olmuştu...

bölüm başlıklarına git






Bana bir şey olursa

Kendisine işkence yapan sorgu timinde, görevi testis sıkmak olan Boşnak bir polis vardı. Bir keresinde “beni dışarıda görsen ne yaparsın?” diye sordu Metin Tezcanlı’ya. “Seni gördüğüm zamanki ruh halime bağlı..” yanıtını alan Boşnak polis, gülümsemiş ve eklemişti: “Burada bir adamı konuşturana kadar imanımız gevriyor... Ama adi suçlularda iki tokatta iş hallediliyor. Buradan kurtulmaya çalışıyorum... Trafik polisliğine bile razıyım... Sürekli kelle koltukta yaşanmıyor, evde bekleyen çocuklarımı düşünüyorum... Bana bir şey olursa diye düşünmeye başlayınca film kopuyor...

Bok gibi silah var lan hepinizde... Silahsız devrim yapmanın bir yolunu bulun, siz de kurtulun biz de kurtulalım anasını satayım... Taşaklarınızı sıkarken zevk aldığımı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz ... Uyku yok; can güvenliği yok; yakalandığın gece üstünde silahın olsaydı basacaktın kurşunu... O anda bu adamların da çoluğu çocuğu var diye düşünmeyecektin...

Birkaç mahalle arkanızda oturuyorum, haberin yok senin... Gecekondu ve üstelik kira evi... Aldığımız maaş da maaş olsa... Karın tokluğuna çalışıyoruz neredeyse... Öldürüp sonra da sevinç çığlıkları attığınız polisleri ne sanıyorsunuz oğlum siz?..”

Yaklaşık beş ay kaldığı siyasi şubede zaman zaman benzer sözleri ve yakınmaları sıkça duyduğu olurdu Metin Tezcanlı’nın. “Amirim, çocuğum üç gündür hasta, doktora götürmem lazım, bana bugün izin verin...”

Kendilerine gece gündüz işkence yapan adamların insani kaygılarını gördükçe şaşırıyordu: Yüzlerini ve seslerini ömrü boyunca unutamayacağı adamların sadece işkenceci olmadıklarını biliyordu. Hemen hemen hepsi de birer yasal katildi aynı zamanda... İstihbaratı, yakalama operasyonlarını ve sorguyu yapan da bu adamlardı.

“Vatan Yurtsever’e ne olduğunu biliyorsun değil mi?.. İstiyorsan nasıl becerdiğimizi de anlatayım... Beynini ben dağıttım o ibnenin... Polise kurşun sıkmak neymiş gördü...”

Alınlarında işkenceci ya da katil yazmıyordu: Şık giyimli, eli ayağı düzgün ve ağzı iyi laf yapanlar da vardı; halinden tavrından berduşluk ve sefillik akanlar da...

Sorguyu sevk ve idare edenlerle, fiziki şiddet uygulayanlar arasında ölümcül bir fark vardı: Fiziki şiddet uygulamakla görevli olanlara inisiyatif tanınmış olsa, ellerine geçirdiklerinden bir tanesi bile sağ kurtulamazdı...

Şiddetin ve işkencenin dozunu ayarlayanlar, nerede sonuna kadar yüklenilmesi, nerede durulması gerektiğini gayet iyi bilen, bu işin eğitimini almış, insan psikolojisini ve anatomisini kavramış, bilinçli adamlardı...

Sorgu yapmadıkları zamanlarda politik içerikli sohbet yapmayı ve devrimin acemi erlerine hayat bilgisi ya da “uygulamalı” siyaset dersi vermeyi de ihmal etmezlerdi:

“Öyle bir konumdayım ki, seni bal gibi öldürür ve senaryoyu da istediğim gibi yazabilirim ama işimize duygularımızı katmaya hakkımız yok bizim. Seni öldürmek istiyor olabilirim ama bunun kararını vermek o kadar kolay değil: Bir tür kar ve zarar hesabı gibidir... Hangisinin daha ağır bastığı kadar, önemli olan başka bir şey daha vardır: şartlar!..

Eğer liderini öldürmem örgütünü çökertebilecekse, gözümü bile kırpmadan öldürürüm... Öldürüldüğünde kahraman olma ya da efsane haline gelme tehlikesi varsa, öldürmek aptallık olur... Yakalamak ve madara olmasını sağlamak, öldürmekten çok daha etkili bir yöntemdir...

Sana ya da başkalarına sadist olduğumuz için işkence yapmıyoruz biz. Sizlerden almak istediğimiz bilgileri vermediğinizde işkenceye başvuruyoruz. Konuşan adamın kılına bile dokunmayız, bütün hadise bundan ibaret...

Size kalsa hepimiz birer sadist ve ruh hastasıyız ama yaptığımız işin ne kadar zor ve yıpratıcı olduğunu kendi gözlerinizle görüyorsunuz işte... Dünyanın en zor işini yaparken arada bir kontrolü kaybetmek gayet doğal değil mi yani?..

Ulan sanki devrim yapsaydınız siz işkence yapmayacak mıydınız?.. Düşün ki devrim yaptınız ve benim gibi bir adamı yakaladınız. Üst düzey bir polis şefiyim ve dünya kadar kirli sıra sahibim. Beni yakaladınız, kimliğimi de biliyorsunuz ama ben konuşmayı ve bilgi vermeyi reddediyorum. Ne yapacaksınız?.. Cevabı gayet basit!.. Bizim şu anda size yaptıklarımızı yapacaksınız...

İşkenceyi görünce birer katil olduğunuzu ne de çabuk unutuyor ve mağdur rolüne soyunuyorsunuz.. Arkada kalan binlerce yetim ve sakat insan var, kim bakacak bu insanlara?..

Haydi birileri baktı diyelim, ya kaybettikleri kocalarının, sevgililerinin ve babalarının boşluğunu kim dolduracak?.. Dahası kim doldurabilir böyle bir boşluğu?..

Saf saf inandığınız o cennet bahçeleri edebiyatını size aşılayan dangalaklar da dahil, hepiniz potansiyel bir işkencecisiniz ama bundan haberiniz yok...

İktidar kavgasının olduğu her yerde işkence ya da benzeri metotlar kullanılır. Gelişmiş ülkelerde gelişmiş yöntemler, ilkel olan ülkelerde de ilkel yöntemler...

Sosyalist dediğiniz ama aslında ‘devlet kapitalizmi’ olan ülkelerde bile işkence vardı... Ve evladım unutma ki, yoldaşın yoldaşa yaptığı işkence daha çok acı verir ve daha çok iz bırakır insan ruhunda...

Dünyanın en saf ve en temiz insanı bile bir işkenceci olabilir yeri geldiğinde... Siz bizim anamızdan birer ruh hastası ve işkenceci olarak doğduğumuzu mu sanıyorsunuz?.. Hukuk fakültesi mezunuyum ben...

Sen de ötekiler de ananızdan devrimci doğmadınız. Sen devrimci olmadan önce benim elime düşseydin, şu anda burada ve bizim tarafımızda da olabilirdin; yan odadaki çığlıklarını duyduğun ülkücülerin arasında ya da karşı odada şarap içirerek konuşturmaya çalıştığımız şeriatçıların saflarında da. Bu dünya, faşist ya da şeriatçı olabilecekken komünist; komünist ya da şeriatçı olabilecekken faşist olanlarla dolu aslanım...”

Şarap içirerek konuşturmaya çalıştıkları ve şeriatçı olduğunu söylediği Mücahit, Metin Tezcanlı’nın kaldığı hücrede kalıyordu ve son derece halim selim; kaderine razı olmuş görünüyordu...

Ateist devrimcilerin içinde tanıdıkları olduğunu ve çok sevdiği birkaç kişinin adını söyleyerek, kendisi dışında hepsi ateist olan hücredeki insanlarla ilişki kurmaktan çekinmiyordu. Metin Tezcanlı, hayatının belirli dönemlerinde bu adamı hatırlayacak ve onun anlattıklarını unutmayacaktı.

Mücahit: Bahadır Karadağ’ı tanıyan var mı içinizde?

M. Tezcanlı: Onu tanımayan mı var... En radikal devrimci örgütlerden birisinin lideri ve on beş yirmi gün önce yakalandığı söyleniyor... Yakalandığında ve şubeye girerken kendi adını bağırarak haberdar etmek istemiş buradakileri... Polisin elinde olduğu duyulursa kolay kolay öldüremezler... Bir çok kişinin şubeye girme şansı olmadan ortadan kaldırıldığını biliyoruz hepimiz. Daha önceki yakalanışında konuşmamış; şimdi de konuşmadığı söyleniyor...

Mücahit: Bahadır’ı Paşakapısı Cezaevinden tanıyorum. Sanırım 1977 ya da 1978 yıllarıydı... Oraya götürüldüğümde, yediğim falakalardan dolayı ayak tabanlarım filan patlamıştı... Benim tedavimi yapan ve iyileştiren cezaevi doktoru değil, Bahadır Karadağ oldu... Bir insan bu kadar mı temiz ve bu kadar mı merhametli olur be müslüman!.. Orada arkadaş olduk Bahadır’la... Ben ondan önce tahliye olmuştum ama benim için yaptıklarını hiç bir zaman unutamadım... Ziyaretine gittim ve giderken de erzak götürdüm... Keşke onu bir daha görebilsem... Boynuna sarılırım ben öyle insanın... Ah bir de şu allah meselesi olmayacaktı ki aramızda...

Metin Tezcanlı, Bahadır Karadağ’ı cezaevinde tanıyacak ve Mücahit’in anlattıklarının doğru olduğunu ilk ağızdan öğrenme fırsatı bulacaktı... Bahadır Karadağ, Metin Tezcanlı’nın lider olarak tanıdığı, sevdiği ve saygı duyduğu tek kişiydi: Yerine göre bir abi, yerine göre bir baba ve en önemlisi, her zaman insandı...

Kendisi tek bir kelime bile söylemeden polis sorgusundan çıkmış olduğu halde, direnemeyip çözülenleri asla hırpalamaz ve özellikle o durumda olanları ezdirmemeye özen gösterirdi... Dahası hiç kimseye liderlik cakası satmaz ve herkesle eşit ilişki kurmaya çalışırdı... Onun hamuru, benzerlerinden çok ama çok farklıydı...

Konferans devam ediyordu: “Şimdi içinden ‘işkence yapacağına git limon sat’ diyorsundur, Allah bilir...On yıldır polislik yapıyorum ben... Bu saatten sonra başka bir iş yapamam... Hem limon satarak ailemi de geçindiremem... Sizinkiler bu limon satma edebiyatına acayip düşkünler... Siz limon satarak devrim yapabilirseniz, söz, ben de bu işi bırakıp limon satacağım...”

Bu sözleri söyleyen ünlü bir anti-terör uzmanı polis şefiydi; makinalı tüfek gibi konuşur ve aynı hızla dolaşırdı siyasi şubenin koridorlarında. Esnek ve sicim gibi ince kızılcık sopasıyla falaka atmıştı Metin Tezcanlı’ya...

İki lafı bir araya getiremeyen ve sürekli küfür eden kriminal tipler, “size ekmek veren ananın babanın...” diye başlayıp, “geberteceksin bu ibnelerin hepsini...” diye bitiriyorlardı mesailerini.

İçlerinde biri vardı ki, Metin Tezcanlı’nın onu unutması mümkün değildi: “Esirimsin ulan, sana istediğim her şeyi yaparım” diyordu. Görünüşündeki hımbıllığına ve sessizliğine aldanmamak gerekirdi. Sorguya başlandığında aslan kesilirdi... Bir keresinde sorgu odasının bozulan florasan lambasını tamire gelen adama “elini çabuk tut; bu gün çok işimiz var” dediğini de unutamazdı, Metin Tezcanlı... “Bu gün çok işimiz var; bu gün çok işimiz var...”

Şimdi İstanbul’un en sosyetik caddelerinin birinde seyyar satıcılık yapıyor. Zayıflamış ve hastalıklı bir görüntüye sahip. İhtiyarlığında seyyar satıcılık yapacağını düşünerek işkence yapmıyordu hiç şüphesiz…

Esir olmak ve kendine yapılacak olan her türlü kötü muameleye karşı savunmasız ve korunmasız kalmanın ne menem bir şey olduğunu gayet iyi biliyordu Metin Tezcanlı. Günlük hayata ve geçim derdine esir düşmek de az bir işkence sayılmazdı hani...

bölüm başlıklarına git






Burada ömür mü geçer

Metin Tezcanlı, “burada ömür mü geçer be yeğenim” diyen polisi unutamıyordu: Bir polis minibüsünde dört arkadaşıyla birlikte Metris Askeri Cezaevi’nin önüne getirilmişler ve nizamiye kapısının önünde, cehenneme kabullerini bekliyorlardı.

Uzun yıllar tutsak olarak kalacakları binanın dışarıdan olan görünümünün soğuk ve ürkütücü yüzünü gören polis minibüsündeki orta yaşlı bir polis, kendisini daha fazla tutamamış olsa gerek, “burada ömür mü geçer be yeğenim” diyerek binaya bakakalmıştı.

Elleri kelepçeli beş tutuklunun içindeki en patavatsız ve en kendini bilmez olan arkadaşları, “hem de öyle bir geçer ki” kabilinden nutuk atmaya ve propaganda yapmaya başlamıştı polislere yönelik olarak...

Oysaki o sözü söyleyen polisin ses tonunda acıma ve çaresizlik vardı. O beş kişinin gençliklerinin o bina ve onun benzerlerinin içinde nasıl yok edileceğini hissetmiş, kendini tutamamış ve sonra da o sözü söylediğine pişman edilmişti... Acıma duygusunu yitirmiş olsaydı, polis arkadaşlarının yanında ağzından öyle bir söz çıkmazdı; sorgucu değildi…

Adet olduğu üzere herkes polis sorgusundaki tutumuna ilişkin olarak cezaevindeki örgüt yöneticilerinden oluşan komiteye yazılı özeleştirilerini veriyordu. Metin Tezcanlı da kendisinden istenen özeleştiriyi yazmış ve komiteye sunmuştu ama komiteden gelen yanıt şaşırtıcıydı: “Kabul edilmedi, yenisini yaz!”

Niçin kabul edilmediğini sorma gereği bile duymadan yeni özeleştirisini yazmaya başladı. Özeleştirisinde neyin eksik olduğunu anlayabilecek kıvama çoktan gelmişti. Beş aylık polis sorgusu beynindeki atıl kapasitenin devreye girmesini sağlamış ve uzun zamandır kullanılmayan bölgeler, taze bir güç olarak çalışmaya başlamıştı.

Hoş, söylenebilecek fazla bir şey de yoktu aslında ama yine de kimin ne dediği ve demediğinin bilinmesinde fayda vardı. Komiteyi oluşturanlar genellikle poliste direnen ya da direndikleri iddia edilen adamlardan oluşuyordu. Çözülen ama buna karşın yönetici pozisyonunu koruyan adamlar da yok değildi.

“Yoldaşlar, kabul etmediğiniz özeleştirimde yer alan bilgileri burada tekrar etmeyi anlamlı bulmuyorum. Poliste verdiğim ifade elinizde mevcut. Neleri gizlemeyi başardığımı ise sözlü olarak anlatmıştım zaten. Bunlara ilave edebileceğim hiçbir şey yoktur.

Gönüllü olarak polise verdiğim hiçbir bilgi yoktur. Fiziki ya da psikolojik işkencelere dayanamadığım anlarda bile, koruyabileceğim her şeyi korumaya çalıştım.

En doğru tavır tabii ki hiçbir bilgi vermemek ve hiç konuşmamak ama ideal olanı yapamadığım için kendime gerekçeler bulmayı da doğru bulmuyorum. Sorgu süreci çok gelgitleri ve iniş çıkışları olan bir süreç... Ucunda ölme ve öldürme olan eylemlere bir biçimde hazırlık yapıyorduk ama sorgu konusunda hiçbir hazırlık ve prova yaptığımızı hatırlamıyorum.

Sorguya alınır alınmaz, bir fiske bile yemeden konuşmaya başlayanlardan olmadım. Ben ve iki yoldaşım, sorgulanmamızın seksen beşinci gününde bile polisin istediği bazı bilgileri vermemeyi başardık...”

Metin Tezcanlı, yaralandığı bir eylem sonrasında yirmi gün kaldığı eve ve ev sahiplerine dair bilgi vermemeye kararlıydı. Kendilerine sadece sempati duyan ve zor günlerinde kendisine ve arkadaşlarına evlerini açarak yardımcı olan aileye hiçbir zarar gelmesini istemiyordu. İki çocuk sahibi bir aileyi felakete sürükleme potansiyeli olan bu durumu bir biçimde ortadan kaldırmak ve o aileyi korumak istiyordu.

Yardım ve yataklık etmek üç yıl hapisten başlıyordu ve görecekleri kötü muamele de yanlarına kar kalırdı. Aile-maile dinlemez yıkıverirlerdi işkence tezgahına...

Yaralanma ve saklanılan ev bilgilerine sahip olan arkadaşlarıyla koridorda yan yana sorgulanmayı beklerlerken, kafa kafaya verip, ortak bir ifade tespit ettiler ve o ifadede ısrarcı olmaya karar verdiler. Polisin bilgisi dahilinde olan ve basılan hücre evinde kalmış olacaktı Metin Tezcanlı.

-Peki yaralandığın eylemden sonra hangi evde kaldın ve kimler yardım etti sana?

-Daha önce basmış olduğunuz hücre evinde kaldım. Adem Selvi ve Doktor diye çağırdığımız arkadaşlar yardımcı oldular...

-Tamam ulan, doğru söylüyorsun. Diğerleri de aynı ifadeyi verdiler.

Bir dönem Terörle Mücadele Şubesi’nin başkanlığına kadar yükselen Hilmi Sert’in ağzından çıkan, “doğru söylüyorsun” lafını duyduğunda, Metin Tezcanlı, sevinçten, mutluluktan ve tabii ki aylardır kendisine işkence yapan polislere attığı kazıktan dolayı neredeyse uçuyor gibi hissetti kendisini... Hakan Yavuz’un “bilinç altındaki psikolojik direncini kıramadık” dediği tam da buydu işte...

“Özetleyecek olursam: Kendime, sizlere ve işkencede ser verip sır vermeyen önderimize layık olamadığımı düşünüyor ve bunun vicdan azabını çekiyorum. Belli ki bir ömür boyu bu utancı içimde taşıyacağım ve kendimi affetmeyeceğim...”

Metin Tezcanlı, ilk verdiği özeleştirisi içinde kendini aşağılayan cümlelerin beklendiğini tahmin edememişti ama yeniden yazılmasını istediklerinde eksik olanın, kendisini aşağılamak ve kendisine küfür etmek olduğunu pekala anlamıştı. İkinci özeleştirisi birincisine göre çok daha kısa olmasına rağmen, hemen kabul edilmişti.

Kendisine yapılan bu terbiyesizliği ve gaddarlığı asla unutmayacaktı, Metin Tezcanlı. Çektiği vicdan azabı ve yaşadığı utancın üzerine bir de yoldaşları tarafından eklenen özeleştiri zulmünün içinde açtığı yarayı sarması o kadar kolay olmayacak ve ilk fırsatta yollarını ayırmaktan kaçınmayacaktı. Yanlış tarihlerde, yanlış yerlerde, yanlış adamlarla ve yanlış eylemlerle devrim yapıldığı görülmüş şey değildi ama kazara devrim yapılan ülkeler de mezbahaya dönüşüyordu zaten...

Birileri, sorguda gevşek tutum sergileyenleri sorgulayıp, aşağılarken, koca örgütün üç ayda nasıl böyle acınası ve gülünç duruma düştüğünün hesabını vermeyi akıllarına bile getirmiyorlar ya da getirmemeyi tercih ediyorlardı. Kendisinden hesap sorulmasını doğal karşılayan Metin Tezcanlı, aynı hakka kendisinin de sahip olduğunun es geçilmesini içine sindiremiyordu...

Günah keçileri tam da böyle zamanlarda aranır, bulunur ve ortaya sürülürdü: Çıkacakları ilk duruşmada, gazetecilerin, ailelerin ve avukatların huzurunda, polis sorgusundaki tutumu nedeniyle halka açık özeleştiri vermesi isteniyordu, Metin Tezcanlı’dan...

Hiç itiraz etmedi... “Neden siz ya da başkaları ya da hepimiz birden değil de sadece ben?” diye soramadı... Hapishanede geçireceği uzun yıllar ve alacağı kesin olan bir “idam cezası” onu bekliyordu...

“Sayın yargıç, sorularınıza cevap vermeden önce söylemek istediğim birkaç husus var... Hayır, propaganda yapmayacağım... Kısa sürecek zaten ve propaganda yapmadığımı da anlayacaksınız... Şu anda dağlarda ve hapishanelerde bulunan yoldaşlarımdan; sempatizanı olduğum örgütümden ve halkımdan özür dilemek istiyorum... Polis sorgusunda gereken direnişi gösteremedim ve onlara zarar verdim... Sayın yargıç, şimdi istediğiniz her soruyu cevaplamaya hazırım...”

Metin Tezcanlı, kendisini yakalatan yoldaşlarıyla aynı mahkeme salonunu paylaşıyor olmasına rağmen, onlardan halka açık bir özeleştiri yapmaları istenmemişti. Örgütün ve polis sorgusunda çözülen diğerlerinin kabahatlerini temizleme görevi Metin Tezcanlı’ya verilmiş ve günah keçisi ilan edilmişti neredeyse: Çünkü, onlar hem dışarıda hem de içeride verilen emirlere itaat etmede kusur işlemiyorlardı; Metin Tezcanlı’nın emirlere itaat ve örgüte bağlılık konularında sicili hayli kalabalık sayılırdı … Yoldaşları, göstere göstere burun sürtüyordu…

Salt poliste direnme stratejisiyle örgüt kurmanın ve örgüt olmanın hüsranla sonuçlanması, ne bir sürpriz ne de bir ihmal olabilirdi. Olsa olsa düpedüz ahmaklık olurdu.

Sorguda herkesin çözülebileceği varsayımıyla hareket edilse ve bütün örgütsel faaliyetler buna göre düzenlenmiş olsaydı, generaller yıllarca sürebilecek bir uykusuzluk sendromuna pekala yakalanabilirlerdi...

Ciddi bir örgütün asla yapmaması gereken neler varsa hepsi yapılmıştı: Bir bölgede hem ikamet eden hem de örgütsel faaliyet yürüten insanlar doğal olarak birbirlerini ve oturdukları evleri üç aşağı beş yukarı biliyorlardı.

Kullanılacak başka ev olmadığı için toplantılarını ve eylem hazırlıklarını kendi evlerinde ya da herkesin aşina olduğu sokak aralarında yapan militanları kim suçlayabilirdi ki? İstanbul’un neredeyse beşte bir nüfusuna sahip koca bölgede bir tane örgüt evi vardı ve onu bilmeyen, kullanmayan da yoktu neredeyse...

Örgüt olma nosyonundan ve profesyonellikten bihaber zır cahil aşiret çocuklarının elinden daha fazlasını beklemek akılsızlığın ve vicdansızlığın dikalası sayılırdı. Gecekondularda örgütlenenler, oranın imkanlarıyla bir gökdeleni bırakın yıkmayı, yanına bile yaklaşamazlardı.

İşkencede direnmiş ve bu uğurda canını feda etmiş ya da teslim olmak yerine vuruşarak ölmeyi seçmiş olan devrimci önderlere ve militanlara sırtını yaslayarak ve onlara tapınarak devrim yapmaya kalkışmak, hem siyasi hem de örgütsel ve ahlaki olarak iflas etmeye mahkumdu.

Ölüleri ve onların bıraktıkları mirasları sahiplenmek, onlara saygı duymak başka şey, aktif devrimcilik yaparken onların söyledikleri ve yaptıkları herşeyi her derde deva bir ilaç gibi sunmak ve herkesten onların yaptıklarının aynısını beklemek başka şeydi...

Üç ayda dize gelen örgütlerin dize gelişini sadece polis sorgularındaki çözülmelere bağlayarak, liderlik ve yöneticilik sorumluluklarından paçayı kurtarmaya çalışmak, başka bir ahlaksızlığın ve siyasi iflasın göstergesi sayılırdı.

Koca örgütte direnen tek bir adamın ismi geçiyordu ve polis de, “evet şu ana kadar direnen ve tek kelime bile söylemeyen bir tek o var” demekten kaçınmıyordu. Onun dışında kalan herkes az ya da çok bir biçimde konuşmuştu...

İster lider, ister yönetici ya da sıradan militanlar olsun, kimsenin kimseye hesap soracak hali yoktu ama, hem suçlu hem de güçlü olan birileri yönetmiyor muydu bu dünyayı?.. Suç ortaklığı kadar güçlü ve birleştirici başka bir şey var mıydı sahiden?..

bölüm başlıklarına git






Puzzle ve yeşil hat

Lucas’ın estetiğini neredeyse bir ders kitabı olarak okumuş ve bir defter dolusu not almıştı, Metin Tezcanlı... Büyük ütopya, büyük bir hüsranla, karakollarda ve hapishanelerde noktalanmış görünüyordu... Evrenselliğin ve yerelliğin; edebiyatın ve estetiğin; psikoloji ve bireyin keşfi, -ne yazık ki- dört duvar arasında gerçekleşmeye başlamıştı...

Büyük hüsranın can yakan atmosferinden kurtulmak için ne buluyorsa okuyor ve hayatlarında hiçbir şey olmamış ve değişmemiş gibi devam eden aşiret çocuklarının kaderciliğinin aksine, yaşadığı büyük yıkımların enkazlarında kendini bulmaya çalışıyordu, Metin Tezcanlı ve onun gibileri...

Viran olmuş ve parçalanmış ruhunun duygusal, düşsel ve düşünsel parçalarını bir puzzle gibi yerli yerine oturtması hiç de kolay değildi. Fakat, beynindeki angutluk devrelerinin şalterlerini çoktan kapatmış ve büyük bir karanlığın içine tek başına dalmaktan çekinmemişti.

Kendilerini ve binlercesini onulmaz bir yıkıma sürükleyen, diplomasız ve sertifikasız devrim rehberlerinin ehliyetsizliklerini ve liyakatsızlıklarını yüzlerine vurmakta ya da kendi kaderlerine razı cahil ve saf yolcularla baş başa bırakmakta hiçbir sakınca olmadığı gibi, çok geç kalındığı bile söylenebilirdi.

Bozgun, hayal kırıklığı, gizli ya da açık hesaplaşmalar, yıllarca kendisini gizleyen ve gününün gelmesini bekleyen kötü adamlar gibi ortaya çıkmışlardı...

Uğrunda ölümü ve öldürmeyi bile göze aldığı örgütüne verebileceği her şeyini vermiş ve karşılığını da almıştı: İdam hükmü!..

Örgütlerinden ayrılan ya da ayrılmak için fırsat kollayan yöneticilerin, militanların ve sempatizanların gidebilecekleri hiçbir yerleri yoktu. Metris Askeri Cezaevi’ndeki “Yeşil Hat”ın oluşturulması, generallerin o ana kadarki yaptıkları en akıllıca hamle sayılırdı. Her ne kadar Birleşmiş Milletler’in kontrolünde ve denetiminde olmasa da, devrimci tutsakların kendi aralarında buldukları muhteşem bir yakıştırmaydı, ‘Yeşil Hat’!..

Örgütleriyle devletin arasında sıkışmış olan tutsaklara ilaç gibi gelmiş, hızır gibi yetişmişti... İdeallerini değil ama örgütlerini ve onların yöneticilerini, politik ve ideolojik saplantılarıyla baş başa bırakan, çoğunlukla şehir kökenli militanlar olmuştu.

Yenilmiş ve tutsak alınmış olabilirlerdi ama diğerleri gibi onların da teslim olmaya niyetleri yoktu. Hayata, devrime ve örgütlerine olan bakış açıları değişmeye ve yeni yollar aramaya başlamışlardı…

Devletin cezaevinde uyguladığı fiziki ve psikolojik zor kullanma yöntemlerinin doğal olarak bu süreci hızlandırdığı da söylenebilirdi ama, dışarıda tükenme noktasına gelen örgütlerin cezaevlerini bir direniş odağı haline getirmek ve varlıklarını sürdürebilmek için her fırsatta açlık grevi silahına sarılmaları ve bunu istismar etmelerinin payı da inkar edilemezdi...

Metris Askeri Cezaevinden Bayrampaşa Özel Tip Cezaevine sevk edilen ve yeni cezaevinin ilk açılışını yapan tutuklulara çok ağır işkenceler yapıldığı ve açlık grevine başladıkları haberi gelir gelmez, Metris’teki bütün tutuklular da süresiz açlık grevine başlamışlardı ama, bu haberi kimin getirdiği ve doğruluk derecesi nedir sorusunun yanıtı asla bulunamayacaktı…

Gerçek ortaya çıktığında ise, elde sadece yirmiyedi gün süren bir açlık grevi eylemi ve onun yarattığı fiziksel ve psikolojik tahribatlar vardı: Birincisi, Metris’ten Bayrampaşa Özel Tip Cezaevine sevk edilenlere fiske bile vurulmadığı ve koşullarının Metris’te kalan tutuklulardan daha iyi olduğu ortaya çıktı. İkincisi, Bayrampaşa’ya sevk edilenlerin açlık grevine başladıkları haberi tam bir balondu: Onlar, Metris’teki tutukluların kendilerine yapıldığı söylenen işkencelerin ve sevklerin durdurulması talebiyle açlık grevine başladıkları haberini aldıktan sonra açlık grevine başlamışlardı…

Yirmiyedi gün süren açlık grevi eylemi bittiğinde ortaya çıkan manzara, tam anlamıyla trajikomik ve büyük bir hüsrandı: Açlık grevi eylemine son verdiklerini açıklamak için, Metris Cezaevi İdaresinden görüşme talebinde bulunan tutuklu temsilcilerine cevap bile verilmemişti…

Açlık grevi eylemine son verildikten sonra sabah sayımı için Metin Tezcanlı’nın bulunduğu koğuşa gelen yüzbaşıya “kantinde neden süt ve büskivi satmıyorsunuz, karavana yemeği ile açlık grevi bozulur mu?” diyen tutukluya yüzbaşının verdiği cevap manidardı: “Eşeği si..n, osuruğuna katlanır!”

Pişmemiş patlıcan, bulgur pilavı ve uyduruk bir çorbadan oluşan karavana yemeği ile yemek yemeye başlayan tutukluların hali haraptı: Tuvalete gidipte rahatlayanlara cennet müjdeleniyordu ama, kabız olan ve tutukluların kendi tabiriyle, götünü patlatanların sayısı hiçte az değildi… Kantinde süt de vardı, büskivitte…

Açlık grevi eylemine son verilmesi kararını verenler ise, Cezaevindeki örgüt temsilcilerinden oluşan Cezaevi Konseyi değil, yaptıkları eyleme ve kendilerini yöneten Cezaevi Konseyi'ne inançlarını yitiren tutukluların baskısı ve öfkesi olmuştu:Balta taşa vurulmuş ya da yalancının mumu yatsıya kadar yanmıştı…

Her fırsatta kamuoyunun duyarlılıklarıyla oynayarak kamuoyu yaratma siyaseti güdenler, bir süre sonra kendi silahlarıyla kendilerini vurmaya başlamışlardı…Sır ortaya çıkınca, büyü bozuluyordu… Kamuoyunun açlık grevlerine olan ilgisi azalıyor ve tutuklu yakınları dışında kimsenin gıkı çıkmıyordu artık…

Pek çoğu idamla yargılanan ve uzun yıllar cezaevinde kalacak olan Yeşil Hat sakinlerinin, itirafçıların kaldığı bloklarla radikal devrimcilerin kaldığı bloklar arasındaki bloklara yerleştirilmeleri aslında onların politik konumlarının ve seçimlerinin de bir simgesi gibi görünüyordu.

Generaller, herkesi teslim alarak itirafçı yapamayacaklarını anlamış ve kendi işlerine de gelen bir ara çözüme yeşil ışık yakmışlardı. Bu taktikle radikal devrimcileri sayısal olarak azaltmayı ve morallerini bozmayı hedeflemiş ve bunda da görece bir başarı sağlamışlardı.

Yollarını ayırdığı eski yoldaşlarıyla hiçbir zaman kanlı bıçaklı olmadı Metin Tezcanlı. Örgütünden ayrılmasına rağmen kendisini seven, kendisine değer verenler olduğu gibi, mesafeli duranlar da vardı...

Boynundaki idam hükmü bir tür dokunulmazlık sağlıyor ve herşeye rağmen saygı uyandırıyordu. Hem örgütsüz hem de bir idam hükümlüsü olarak ayakta kalmak her babayiğidin harcı değildi. Bir çok radikal devrimcinin örgütüne ve yoldaşlarına dayanarak katlanabildikleri eziyetlere, o tek başına katlanıyordu. Hem onların çok yakınında hem de çok uzaklarda bir yerlerdeydi Metin Tezcanlı...

“Gecenin karanlığında, adamın ya da kadının kapısını çalıyorsun ve örgütün hesabına bağış istiyorsun... Dışarıda güvenlik alan adamın elindeki silahı gören muhatabın, bağış yapıp yapmayacağına karar verirken, cebindeki paraya değil, evinin önüne kadar gelmiş olan silahlı adamların ellerinde tuttukları silahlara bakıyorlar...”

Böylesi bir manzarayı bizzat yaşamış olan Metin Tezcanlı, evinin önünde istemeye istemeye elini cebine atan ve kendisini bağış yapmak zorunda hisseden iri yapılı adamın bakışlarındaki korkuyu ve tedirginliği yıllar sonra bile büyük bir üzüntü ve pişmanlıkla anımsıyordu. Silah, Metin Tezcanlı’nın elindeydi...

“Bağış istiyorsan silahını gösterme kardeşim!.. Niyetin o adama ya da kadına silah göstermek olmasa bile, yaptığın şey düpedüz pasif bir gasp eylemi gibi görünüyor... Bağış toplayalım derken, gasp eylemi yapıyorsun farkında olmadan... Bundan daha büyük bir angutluk ve aymazlık var mı ya?..” diyor ve bir güzel kendini paylıyordu Metin Tezcanlı...

Kimse bağış yapmak zorunda değildi ve bu durum bağış istenen insanlara anlatılıyordu ama kendi güvenlikleri için elleri tetikte bekleyen silahlı militanların varlığı, olayın hem görüntüsünü hem de rengini gayri iradi olarak değiştiriyordu...

Silahlı bağış toplama ya da pasif gasp eylemlerinin acısını çıkartmak için fırsat kollayan garibanlar, intikamlarını almak için bekledikleri fırsatı, 12 Eylül sabahı bulmuş oluyorlardı...

bölüm başlıklarına git






Büyük gelgitler

“ ... Bir daha bana böyle bir mektup yazar ve böyle bir istekte bulunursanız, yüzünüze bakmam haberiniz olsun!.. Sizin için katlanması daha zor bir durum olduğunu kabul ediyor ve size hak veriyorum ama itirafçı olmamı beklemeyin benden!..”

Metin Tezcanlı, idam hükmünü aldıktan sonra konulduğu tek kişilik hücresinde büyük bir iştahla kitap okuduğu günlerden birinde gelen bir mektupla sarsılacak ve saçını başını yolmaya başlayacaktı... En büyük destekçisi ve en yürekli takipçisi olan annesi, yeni çıkan itirafçı yasasından yararlanması için, dilekçeyle başvuru yapmasını istiyordu...

Olabilecek en kötü dönemde ve olabilecek en kötü istekte bulunuyordu annesi... Hiç beklemediği, kendini idam kararına alıştırmaya çalıştırdığı bir anda, arkadaşlarına ve davasına ihanet etmesi isteniyordu... Mektup annesinin ağzından yazılmıştı ama ailenin paylaştığı ortak psikolojiyi yansıtıyor gibiydi...

“Oğlum; hem senin hem de bizim çektiğimiz sıkıntıların bitmesini istiyoruz... Artık dayanacak gücümüz kalmadı... Sen açlık grevindeyken biz de evde aç oturuyoruz; boğazımızdan bir şey geçmiyor... Sen orada çaresizlik içinde ölümü beklerken, biz de evimizde ölüp ölüp diriliyoruz... Yaşamak haram oldu bize... Dilekçe ver ve ne biliyorsan anlat, sen de kurtul biz de kurtulalım...”

Topu topu iki paragrafı bulmayan mektubu okuduktan sonra hışımla volta atmaya başlamıştı, Metin Tezcanlı. Mektubu okurken yediği şok dalgasından kurtulmaya çalışıyordu ama hissettiği hayal kırıklığını ve öfkesini çıkarmanın en iyi yolu oturup cevap yazmaktı..

Annesinin ve ailesinin diğer üyelerinin anlayabileceği bir dille ve lafı eğip bükmeden cevabını yazmıştı... Mektubu takip eden ilk ziyarette annesinin mahcubiyetini fark etmiş ama fazla yüz vermemişti yine de... Onlar kendi içlerinde zaten ihanet etmişlerdi ve ihanetin, içlerinde kalmasını sağlamak tek çıkar yoldu...

Politik olmadıkları gibi Metin’in yaptıklarını da hiçbir zaman onaylamamışlardı: Metin’in yaptıklarıyla Sosyal Demokrasi arasında dağlar kadar fark vardı! İhanet onlar için kolay, Metin için ise ateşten bir gömlekti... Utanç ve korku içinde kurtulmak, tek kişilik bir hücrede yaşamaktan daha kolay olamazdı... İtirafçı olmanın ve o sayede kurtulmanın bedeliyle, Metin’in ödediği bedel arasında büyük bir fark yoktu...

Metin Tezcanlı, inançlarının ve ahlaki kaygılarının dışında kalan yaşamsal pratiklere dair hesap yapmasını da öğreniyordu, hiç şüphesiz: İtirafçı olup hapishaneden ve asılma tehlikesinden kurtulabilirdi ama dışarı çıktıktan sonra beyninin dağıtılmayacağının bir garantisi olamazdı...

Bir düşmanın elinden kurtulup, başka bir düşman kazanmak ve onun hedefi haline gelmek, ne akılcı ne de pratik değildi... Hem devletin karar mekanizması yoldaşların halk mahkemesindeki gibi hızlı da değildi; iki üç yoldaş birinin öldürülmesine karar verirse, infazın gerçekleşmesi fazla zaman almazdı...

Polis sorgusundaki zayıf tavrının ezikliğini yaşayan Metin için itirafçı olmak hem çok kolay hem de çok zordu... Bir ömür boyu yaşayacağı bir ezikliğe başka bir eziklik eklemenin, sonu olacağını görebiliyordu: İster itirafçı olsun ister olmasındı, madalya takılmayacaktı göğsüne...

Kendi efsanesini kendi elleriyle yıkan bir militandı o... Bu gerçeği çoktan kabul etmiş ve bir uçtan öbür uca savrulmamaya çalışıyordu. Testislerindeki acıdan bir iz kalmamıştı ama beyniyle yüreği arasındaki gizli sığınaklarda, başını ellerinin arasına almış genç bir adamın çöküşü görüntüleniyordu...

Birden bire yere yığılıp, yumruklarını sıkıyor ve avaz avaz bağırıyordu. Bilincini yitirmemesine karşın sinir krizini ve yarı baygınlık halini engelleyemiyordu...

Koğuşun en güçlü adamları bile Metin’in sıkılı yumruklarını ve birbirine kenetlenmiş dişlerini açamıyor ve tıbbi yardım istemek zorunda kalıyorlardı...

bölüm başlıklarına git






Söyleyecek bir sözüm yoktur efendim

Metin Tezcanlı’nın avukatı, birinci sınıf olmasına karşın “bu koşullarda avukatlık yapmak mümkün değil” demekten kendini alamıyordu...

Zekası, karizması ve yakışıklılığıyla Amerikan filmlerindeki avukatları anımsatıyordu... Metin Tezcanlı, “bu adam, bu ülkede değil de Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde olsaydı, kesin o ülkenin başbakanı olurdu” diyordu onun için...

Yargılandığı davaya ilişkin bütün belgeleri avukatından istemiş ve avukatı da kendisiyle ilgili olan bütün evrakları Metin Tezcanlı’ya iletmiş ve arkasından da “yüzlerce sayfalık iddianame iki kişinin üzerine yazılmış neredeyse. Biri sen, diğeri de ‘ölüm makinesi’ diye afişe edilen çocuk” demeyi ihmal etmemişti...

Avukatını sevmesine rağmen, ona boşuna para verdiğini düşünmüyor değildi, Metin Tezcanlı. Yenilgiyi kabullenmiş ve kaderlerine razı birer mahkum gibi avukatlık yapmaya çalışmalarını içine sindiremiyordu...

Avukatlarının yapmaları gereken ne kadar iş varsa hepsini kendileri yapmak zorunda kalmışlardı: Hem sanık hem de tanık ifadeleri arasındaki çelişkileri yakalamak ve bunları mahkeme heyetine aktarmak savunmanlara değil de sanıklara düşmüştü neredeyse...

Gece nöbeti tuttukları sırada Metin Tezcanlı ve arkadaşlarının sıktığı kurşunların hedefi olan ve sağcı olduğu söylenen adam, mahkeme aşamasında bulunmuş ve poliste ifadesi alındıktan bir süre sonra da olayın görüşüleceği duruşmaya çağrılmıştı...

Hem mağdur hem de tanık sıfatıyla, kendisini kurşun yağmuruna tutanlarla yüzleşmeye geliyordu ama gecenin karanlığındaki yüzleri hatırlaması ve “evet, bana ateş edenler bunlardı” demesi pek olası görünmüyordu...

“Sayın yargıç, şu anda beni teşhis eden mağdura sorulmasını istediğim bir sorum var: Kendisi poliste verdiği ifadesinde olay yerinin karanlık olduğunu ve bu yüzden de kimseyi teşhis edemeyeceğini söylüyor. Fakat, ne hikmetse burada kendisine ateş edenlerden birinin ben olduğumu iddia ediyor. Poliste verdiği ifadeyle buradaki tutumu birbiriyle bağdaşmıyor. Kendisine bunun nedeninin sorulmasını istiyorum.”

-Sanığın söylediklerine ne diyorsun evladım?

-Söyleyecek bir sözüm yoktur efendim.

-Onun olmayabilir ama benim var sayın yargıç: Birincisi, olay yerinin tarifi ve olayın gelişimi dikkate alındığında ve de aradan yıllar geçtiğini hesaba katarsak, bu şahsın ne beni ne de başkasını teşhis etmesi mümkün değildir. Karanlık bir yerde ve saniyeler içinde başlayıp biten bir olayda, mağdurun yaşadığı şoku da göz önünde bulundurursak, o kişinin teşhis meşhis yapması düşünülemez...

Sayın mağdurun neden polis ifadesiyle çeliştiğini izninizle ben açıklayayım: Ben ve arkadaşlarım duruşmaya getirilirken, sayın mağdur mahkeme binasının dışında iki askerin arasında bizi izliyordu ve yanındaki askerler de kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. O iki asker, cezaevi iç güvenliğinde görevli askerlerdir ve beni de tanıyorlar. Sayın mağdurun o askerlerle ne gibi bir ilişkisi olabilir böyle bir günde?”

-Sanığın söylediklerine ne diyorsun evladım?

-Söyleyecek bir sözüm yoktur efendim.

Yargıç ve mağdur arasındaki muhabbet tadından yenmiyordu zaten…

Bütün evrakları tek tek ve en ince ayrıntılarına kadar incelemişti. Yargılandığı eylemlere ilişkin olarak tek bir görgü tanığının bile adına rastlanmıyordu evraklarda ama ofsayttan da olsa ilk golünü yemişti...

Metin Tezcanlı’nın birinci avukatı kesinlikle yalan söylememiş ve boş vaatlerde bulunmamıştı ama, ikinci avukatı daha radikal görünmesine rağmen, yalan söylemekten ve desteksiz atmaktan geri durmamıştı...

Dava dosyasını birinci avukattan devir aldıktan sonra hemen hemen hiçbir şey yapmamış ve dahası Metin Tezcanlı’nın ipten kurtulma ve özgürlük düşlerini sömürme yoluna gitmişti: “Senin için bir iyilik düşünüyorum, Metin... Dava dosyanda somut hiçbir delil yoktur. Hatırlı tanıdıklarımı devreye sokarak, tahliyeni sağlayabilirim ama, bunun bir bedeli olduğunu da söylemek zorundayım... ” derken, bakışlarında ve yüz ifadesinde tek bir anlam vardı: “Acaba oltaya gelecek mi?”

Gelir gibi yaptı Metin Tezcanlı... İkinci avukatının yüzündeki o iğrenç ifadeyi asla unutmayacak ve tahliye olduktan sonra avukatın istediği parayı vermeyecekti... O ana kadar kendisine ödenen paraları geri istese yeriydi aslında ama bu adamların çoğunda utanma ve arlanma duygusu olmadığını gayet iyi biliyordu... Tahliye oluşunda onun hiçbir katkısı olmamıştı...

Solcu ve devrimci görünen ama solcuların ve devrimcilerin mağduriyetinden hayatlarını kazanan ve çoğu kez de onları sömüren nice anlı şanlı adamın, aslında peş para etmediğine tanıklık etmek, Metin Tezcanlı’nın kaderinde yazılıydı sanki…

Korkularından mesleklerine ihanet eden, ama aynı zamanda müvekkillerinin ailelerinden para istemeyi ihmal etmeyen avukatlara ne demeliydi ki?..

bölüm başlıklarına git






Kış geliyor

Metin Tezcanlı, B-14 koğuş kapısının mazgalından içeriye bir göz atıp, yatakhaneye yönelen bir siyah adamı gözüne kestirdikten sonra İngilizce “merhaba” diye seslendi... Oldukça iriyarı ama çekingen görünen Afrikalı, koğuş mazgalına doğru yanaşırken, Metin Tezcanlı’nın aklında tek bir soru vardı: Ya benimle konuşmayı reddederse?..

Metin Tezcanlı, Sağmacılar Cezaevi’nde harıl harıl İngilizce öğrenmeye çalışıyordu bir arkadaşıyla... İngilizce öğrenmeye neredeyse bir takıntısı vardı... Ortaokul ikinci sınıftayken İngilizce öğretmeninden yediği sopayı unutamıyordu...Sınıfın bir ucundan diğer ucuna kadar tokatlamıştı Necla Öğretmen...

En sıkı dayaklardan birini bir kadın öğretmenden, diğeriniyse bir erkek öğretmenden yemişti. Erkek öğretmenden yediği dayaktan bir iz kalmamış ve unutuvermişti ancak Necla Öğretmen’den yediği dayağı hiç unutmamıştı...Arkadaşlarının önünde gururunun kırılmasını nasıl unutabilirdi ki?..

Nam sahibi mafya babaları dahil her türlü suçtan yüzlerce adli tutuklunun bulunduğu Sağmacılar Cezaevi’nde, Metin Tezcanlı’nın da bulunduğu siyasilerin koğuşunun hemen bitişiğinde, yabancı tutuklular vardı ve çoğunlukla uyuşturucu şebekelerinin adamlarıydılar...Hemen hemen hepsi de siyah ırkından ve Afrikalıydılar...

Siyah adamın yüz ifadesinde yeterince tedirginlik olduğunu fark eden Metin, adamı bir an önce rahatlatmak için adını söylemiş ve amacını anlatmaya çalışmıştı kırık dökük İngilizce’siyle...İngilizce öğrenmeye çalışıyordu ve pratik yapmak için kendisiyle sohbet etmek istiyordu ve başka hiçbir amacı yoktu...

Siyah adamın başı yeteri kadar beladaydı ve kendisini neredeyse bir kobay olarak kullanmak isteyen Metin’e ne diyeceğini bilemiyordu...Metin, bir başka ülkenin hapishanesinde, arayanı soranı olmadan yaşamanın ne menem bir zorluk olduğunu anlamak için, dahi olmaya gerek yok diye düşünüyor ve yan koğuştaki yabancı tutuklulara yardım edebileceği bir şey olup olmadığını da bilmek istiyordu...

Metin, başlangıçta sadece İngilizce pratik yapmak için diyaloga girmek istemişti ama ilk tanışma ve ilk konuşmadan sonra siyah adam ve oradaki diğer yabancılar için üzülmeye başlamıştı...Kimsesizdiler ve Metin’in kimsesizler sendromu nüksetmeye başlamıştı...Her derdine çare bulunabilirdi Metin’in ama vicdanındaki kimsesizler sendromu için yapılabilecek fazlaca bir şey yoktu. Bir yolunu bulup kimsesizlerden biri için ya bir şey yapacak ya da bir şey verecekti. Başka türlü kurtulamazdı o sendromdan...

İlk tanışmaları ve sohbetleri fazla uzun sürmemişti. Siyah adamın hangi ülkeden olduğunu ve hangi suçlamadan tutuklandığını öğrendiğinde hiç de şaşırmadı...Gana’lıydı ve uyuşturucu suçundan tutuklanmıştı. Gençken bir aralar esrar falan da kullanmış ama asıl işi uyuşturucu taşıyıcılığıymış...Metin, yiyecek ve giyecek sıkıntısı varsa kendisine yardımcı olabileceğini söylemişti ama siyah adam teşekkür etmekle kalmış ve herhangi bir yardım talebinde bulunmamıştı.

Yan koğuştaki yabancıların başka bir cezaevine sevk haberi geldiğinde Metin Tezcanlı kıvranmaya başlamıştı. Siyah adam gidiyor olacaktı ama onun elinin boş gitmesini istemiyordu. Onu son kez görecek ve belki de bir daha hiç göremeyecekti. Hemen kişisel eşyalarının bulunduğu torbaları karıştırmaya ve siyah adama verebileceği bir hediye var mı diye bakmaya başladı. Karıştırdığı torbaların birinde hiç giyilmemiş bir çift yün çorap ilişti gözüne...Bundan daha iyisi olamaz diye düşünüyordu içinden...Kış yaklaşıyordu...

Çorabı bir poşete koyar koymaz fırlamıştı yatakhaneden...Yabancılar koğuşuna göz attığında koğuşta hiç kimsenin olmadığını fark etti. Koridordaki görevli gardiyana yabancı tutukluların nereye götürüldüklerini sordu...Spor salonuna götürülmüşler ve orada sevk edilmeyi bekliyorlardı...

Metin Tezcanlı, spor salonunun kapısından içeri girdiğinde neredeyse nefes nefeseydi. Salonun ortasında oturur vaziyette bekleyen yabacıların arasında Gana’lı siyah adamı gördüğünde çocuklar gibi sevinmişti...

-Merhaba dostum, yolculuk ne tarafa?

-Bilmiyorum... Bize bir şey söylemediler ama galiba aşağıdaki özel tip cezaevine götüreceklermiş.

-Fazla uzak değil ama seni bir daha görebileceğimi sanmıyorum. Bunlar senin için... Bir çift yün çorap... Kış geliyor....

-Çok teşekkür ederim dostum, çok teşekkür ederim... Üzgünüm ama benim sana verebileceğim bir şeyim yok ve üstelik de böyle bir şansım, belki de hiç olmayacak...

-Önemli değil, takma kafana... Sen misafir sayılırsın!..

İlk kez bir yabancıyla İngilizce konuşmuştu Metin... İyiden iyiye alışmaya başladığı siyah adamın, gidişine üzülmüyor değildi ama verdiği hediye sayesinde kimsesizler sendromunu geçici olarak atlatmış sayılırdı...

bölüm başlıklarına git






Ben sana ne yaptım

Hareketlerindeki ve sözlerindeki sertliğe karşın sevimli ve candan bir tavrı vardı: Ya bir erkek çocuk gibi yetiştirilmeye çalışılmış ya da erkekler dünyasında erkeksi olmanın işe yaradığını fark etmiş ve bu yüzden de erkeksi davranışları taklit ediyor olmalıydı. İşin garibi, bu tavrının sırıtmadığı gibi yakıştığını söylemek bile mümkündü... Sarı saçları, çakır gözleri ve kendine özgü hışmıyla bir üniversite öğrencisiydi Sevda.

Metin Tezcanlı, kendisine durmadan takılan ve her fırsatta gözleriyle bir şeyler anlatmak isteyen Sevda’nın yakınlığını pek hayra yormadığı gibi böyle bir niyeti de yoktu. Hissettiklerindeki yanılgı payı oldukça düşük olan Metin, Sevda’nın niyetini anlamakta gecikmemiş ve aynı niyetlerle karşılık vermeye başlamıştı...

Siyasilerin arasında olup da Metin Tezcanlıyı tanımayan ya da tahliye törenlerinde söylediği türküleri, marşları ve okuduğu şiirleri duymayan yok gibiydi. Anma toplantıları ya da kutlamalarda sesiyle ve gözyaşlarıyla kalpleri kazanır, ya sevincin coşkusu ya da hüznün gözyaşları olurdu. Sesini sakınmadığı gibi duygularını da sakınmazdı... Kendi türünün hapishane koridorlarındaki starıydı, Metin Tezcanlı...

Kızlı erkekli bir grup, siyasi tutukluların kaldığı bloğun koridorunda oturmuş sohbet ediyorlardı. Yaklaşık on yıldır yatanlarla, yeni gelmiş olan üniversiteli öğrencilerden oluşan gruptaki kızlardan birisi yanında oturan Kemal’e: “Ya Metin niye yok burada, hadi git onu da çağır” dedi.

Metin Tezcanlı, çağrılmadığı bir yere adımını bile atmayan bir adamdı. Kemal koğuşa gelip daveti ilettiğinde bile gidip gitmeme konusunda tereddütlü sayılırdı. Yeni kuşak gençlerle birlikte olmaya ve onlarla sohbet etmeye can atıyordu ama kızların da olduğu mekanlarda bulunmaktan kaçınmaya çalışıyordu: Yanlış anlaşılmaktan ve starlık kariyerini kötüye kullandığını düşünmelerinden korkuyordu.

-Davetleri için teşekkürlerimi ilet ama gelmek istemiyorum.

-Saçmalama oğlum, o kadar insan seni bekliyor, gitmezsen gücenirler.

-Abi gücenecek bir şey yok. Ben sıkılıyorum o kadar kızlarının arasında. Elim ayağım birbirine dolaşıyor... Hepsinin dilleri de pabuç kadar maşallah...

-Hadi hadi nazlanma, davetin sahibi Sevda... Emir büyük yerden!

-Sen git, ben biraz sonra gelirim o zaman...

Sevda lafını duyar duymaz hoşafın yağı kesilmişti. Mutfaktan kırmızı bir elma alıp koridora çıktı. Sevda ile yasak elma muhabbeti yapmanın tam zamanı diye düşünmeye başladı.

Herkese merhabalar dedikten sonra Sevda’nın yakınında bir yere oturdu. Kırmızı elmayı vermek için ortamın tenhalaşmasını bekliyordu. Yarım saatlik beklemeden sonra neredeyse baş başa kalmışlardı. Yanlarındaki son birkaç kişinin de onlarla ilgilendiği söylenemezdi.

Metin Tezcanlı, kırmızı elmayı eline almış ve lastik bir topla oynar gibi avuçlarının içinde döndürmeye başlamıştı.

-Yahu yiyeceksen ye şu elmayı ya da bana ver, ağzım sulanmaya, midem asit salgılamaya başladı sayende.

-Veririm ama bu yasak elma... Yersen başına ne geleceğini tahmin edebiliyorsundur umarım.

-Farkındayım...

Metin Tezcanlı’nın uzattığı kırmızı elmayı alırken gözlerinin içi gülüyordu Sevda’nın. Üzerindeki sertlik ve erkeksilik gitmiş ve genç bir kız olmuştu bir anda...

Elmayı verirken Sevda’yı uyarmış ve tepkisinin ne olacağını ölçmek istemişti. Sevda’nın “farkındayım” deyişindeki kabul gören bakışlarını ve sevincini algılamakta geç kalmamıştı, Metin Tezcanlı...

***

-İsa abi, gözünü seveyim... Ocağına düştüm ulan... Aman bu geceden tezi yok bana bir şal örelim, çok acil...

-Ne diyorsun oğlum sen... Ne şalı gecenin bu vaktinde... Hem yarın ziyaret günü filanda değil, hayırdır?

-Ya bildiğin gibi değil... Sonra anlatırım... Sen elindeki ipleri getir bi bakalım... Eğer güzel bir renk varsa, fazla mesai yapacağız bu gece...

-Neler olduğunu anlatmadan kılımı bile kıpırdatmam... Kafayı mı yedin, bir gecede şal mı örülür?

-Örülür abi... Bir gecede de örülür bir saatte de... Sen yeter ki bi he de.

-Anlat o zaman.

-Sevda’yı tanıyorsun... Sanırım aramızda karşılıklı bir elektriklenme var... Ya, şiddetle o kıza bir şal hediye etmek istiyorum. Bugün ona bir elma verdim ve verirken de elmanın yasak elma olduğunu söyledim...

-Ee ne var bunda...

-Daha ne olacak öküz!.. Elma bahane, anlasana... Ben ona senden hoşlanıyorum mesajı verdim o da elmayı alarak bana karşılık verdi...

-Ha öyle desene yeğenim... O zaman başka tabii ama benim ne çıkarım var bu işten?

-Ulan ölü soyucu deyyus, kardeşine öyle bir kıyak yapmış olacaksın ki, hayatta bu kıyağını unutmam... Ama sen bu sözlere tav olacak adam değilsin... Avans olarak iki şişe Metin Tezcanlı şaraplarından veriyorum, halis muhlis mahzen şarabı sayılır... Gerisini şalı ördükten sonra konuşuruz.

-İpler ranzanın altında yeğenim... Sen bi renklere göz at, ben gidip tezgahı getireyim...

-Şerefsiz! Beni kıvrandırmasan olmaz değil mi...

-Ne yapalım yeğen, ben de senin gibi türkü söyleyemiyorum... Hep sen nazlanacak değilsin ya...

Şal ve bilumum makrame işleri İsa’dan sorulurdu... Becerikli ve kirli çıkıydı... Tetik çekemediğinden olsa gerek, kendini bu tür işlere vermişti. İsteyene porno dergi bile bulabilirdi...

Şal tezgahının başına oturup koyu bir sohbete tutuştular. Metin Tezcanlı’nın söylediği sevda türküleri ile coşan İsa “hiç bu kadar keyifli şal örmedim” diyor ve hızına hız katıyordu. Zevkle ve heyecanla ördükleri şalın, kötü olmasına imkan ve ihtimal yoktu. Ortalama üç saatte örmüşlerdi bile...

-Ellerimize sağlık İsa, bayağı güzel oldu be!..

-Şal değil koçum, Sevda ördük, Sevda!..

-Abi ben şimdi gidip bunu vereceğim, yoksa sabahı zor ederim. Saat kaç gözüm?

-Bir’e geliyor... Gardiyanlar gecenin bu saatinde kadınlar koğuşunun kapısını açar mı bilemem... Ulan ne kurtlu adamsın be... Şalı ördük, bitirdik işte... Bekle, sabah verirsin.

-Olmaz abi, katiyen olmaz... Zaten hediyeyi verir vermez koğuşa dönerim.

-Dön tabii... Şurada erkek erkeğe ne güzel horluyor ve osuruyoruz... Bu güzellikten mahrum olmanı istemem...

-Ağzından yine bal damlamaya başladı, şerefsiz... Bana şans dilesene ulan!

-Şeytanın bol olsun yeğenim...

-Öptüm kardeşimi, hadi sana iyi geceler...

-Ne iyi geceleri oğlum... Ne olup bittiğini öğrenmeden gözüme uyku girmez benim... Elini çabuk tut, kız belki de uyumak üzeredir...

Uyumak üzeredir lafını duyar duymaz fırlamıştı yerinden… Kadınlar koğuşunun bulunduğu koridora geçişi sağlayan kapıların dışındaki bütün koğuş kapıları açıktı...Uzun bir ateşkes ve geçici barış günleri ve ayları yaşanıyordu Sağmacılar Cezaevi’nde: Böyle zamanlarda, özgürlüğe açılan kapılar dışındaki hemen hemen bütün kapılar açık sayılırdı...

-Hayrola gecenin bu saatinde?

-Ya kız arkadaşıma bir hediye vereceğim... Merak etme hediyeyi vermem ve çekip gitmem beş dakikayı bulmaz.

-Adı ne arkadaşının?

-Sevda.

-Sen bekle ben çağırayım, ama uzatma. Bir gören filan olur, yanlış anlaşılır.

-Merak etme, beş dakikayı geçmeyecek.

 

Gardiyan kadınlar koğuşunun kapısına doğru giderken, Metin Tezcanlı yerinde duramıyordu. Hediyesini vermesine verecekti ama gardiyan yanlarındayken Sevda’ya ne söyleyecek ve nasıl söyleyecekti?..

Sevda, gecenin o saatinde Metin’in kendisini hediye vermek için çağırdığını aklının ucuna bile getirmemiş olmalıydı... Biraz şaşkın gibi görünse de, alttan alta bir muziplik olduğunu sezmiş ama rahatsız olmuşa benzemiyordu. Metin’in elindeki şala bir göz attıktan sonra “bu ne?” diye sordu.

-Sana getirdim. Kabul eder misin?

-Ederim tabii. Sen mi dokudun?

-İsa ile birlikte yaptık.

-Çok teşekkür ederim.

-Beğendin mi?

-Çok güzel. Şık ve zarif olmuş, ellerinize sağlık.

Metin’in katlanmış olarak verdiği şalı alıp sırtına attı; kendi ekseninde bir tur döndükten sonra, Metin’in gözlerinin içine hınzırca bir bakış fırlattı... “Hoşça kal” dedi ve kadınlar koğuşunun yolunu tuttu...

Metin Tezcanlı, gecenin o saatinde kadınlar koğuşunun kapısını açan gardiyana teşekkür ettikten sonra lay lay lom modunda koğuşuna döndü. İsa’ya olup bitenleri anlattıktan sonra ranzasına yöneldi. İçinden kendi bestelediği “Yanıyor beynimin kanı/ Bilmem nerelere gitsem/ içime sığmayan canı/ Hangi rüzgara eş etsem” ezgisini mırıldanıyordu. Sözler S.Ali’ye aitti...

***

Metin Tezcanlı, bir duruşma dönüşünde koridorda rastladığı Sevda’nın yüzüne bile bakmayışına ve kendisini görmezden gelişine hem fena içerlemiş hem de hiçbir anlam verememişti. Daha üç gün önce Metin’i görünce yüzünde güller açan Sevda, şimdi yok sayıyordu ‘yasak elma’nın diğer yarısını...

Şalı hediye ettikten sonra Sevda’yı görmemişti bile...Hiçbir hata ve kusur işlemediğinden adı kadar emin olan Metin, bunun nedenini sormadan duramazdı... Duruşmada giydiği kıyafetleri değiştirdikten sonra akşam yemeğini bile yemeden kadınlar koğuşunun yolunu tuttu ve Sevda’yı çağırttı...

-Ne oldu Sevda, neden beni görmezden geldin koridorda?

-Bir şey olduğu yok...Yoksa sen olduğunu mu sanıyordun?

-Ya neden böyle tersliyorsun beni, ben sana ne yaptım?

-Bak güzelim, sen uzun zamandır buralardasın. Beni yanlış anladın. Çünkü yanlış anlamaya çok müsait bir konumdasın...

-Bu söylediklerinden bir şey anlamadım ama üstelemeyeceğim, şu anda seninle konuşmak zaten mümkün görünmüyor. Öyle olsun...

O anda Sevda ile konuşmak gerçekten de olası değildi. Gözlerinden ateş fışkırıyordu ve Metin biraz daha ısrarcı davransa belki de kendini iyiden iyiye kaybedecek ve avazı çıktığı kadar bağıracaktı koridorda.

Sevda’nın birdenbire ve hiçbir mantıklı açıklama yapmadan Metin ile olan ilişkisine bir nokta koymasına İsa da bir anlam verememiş ve bu işin içinde başka bir iş olduğu sonucuna varmıştı. Durduk yerde olacak şeyler değildi Sevda’nın yaptıkları.

-Kızı farkında olmadan kıracak bir şey yapmış olabilir misin?

-Yahu şalı verdikten beri yüzünü bile görmedim.

-Başka birisiyle yazıştığını biliyor mu?

-Bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor... İstediğimle yazışırım, kime ne... Aşk yok meşk yok... Hem yazıştığım kızın yüzünü bile görmedim daha... Üstelik bu hikayeyi burada olup da beni tanıyan herkes biliyor zaten... Şimdi durduk yerde ben şöyle bir kızla da yazışıyorum, haberiniz olsun diye çıkamamki insanların karşısına... Birisiyle yazışıyorum diye kimseye selam veremeyecek miyim yani?

-Sevda’nın biraz sakinleşmesini bekle, sonra yeniden konuşmayı denersin.

-Deneyemem abi!.. Bütün cesaretimi ve şevkimi yerle bir etti bir anda. Dahası resmen beni aşağıladı... Yok aramızda bir şey mi oluyormuş; yok ben uzun süredir buralardaymışım; yok konumum yanlış anlamaya müsaitmiş... Ne hikmetse burada o kadar kız var ama ben bir tek onu yanlış anlamışım... Elmayı yerken çapkın çapkın bakan; şalı sırtına atıp etekleri zil çalarak koğuşa koşan da o değildi sanki...

-Oğlum kalıbımı basarım ki senin başka bir kızla yazıştığını birisi Sevda’nın kulağına fısıldamıştır. Sevda da senin ikili oynadığını düşünmüş ve bu yüzden çıldırmış olabilir. Yaz bu sözlerimi bir kenara... Muhtemelen ciddi bir ilişki düşünüyordu seninle ve gidip birilerine seni sordu... Onlarla en yakın ilişkide olan Kemal geliyor aklıma, başka da bir şey gelmiyor...

-Abi, zekana hayranım senin ya... Boşuna düşüp kalkmıyorum seninle... Ben bu Kemal adisine bir keresinde yazıştığım kızı kastederek ” çıktığımda sevgilim olacağına kalıbımı basarım” demiştim. Tutup bu lafımı Sevda’ya nakletmiş olmasın?

-Kıskançtır, o adi heriften her şey beklenir...

-Ya mantıklı bir çözümleme gibi görünüyor ama ispat edilemez ki böyle bir şey.

-Unut gitsin o zaman.

-Söylemesi kolay... Gururumu kırdı, rencide oldum durup dururken...

-Bu işlerin çetelesi tutulmaz koçum. Yanan yandığıyla kalır..

Sevda ve arkadaşlarının ilk duruşmada tahliye olduğu haberi geldiğinde, Metin onlar için yapılacak olan kutlamaya katılmamaya karar vermişti. Sevda’yı görmek istemiyordu. Kendisine yaptığı hakaretlerin intikamını bu yolla alabileceğini düşünüyordu. Bir tek Sevda tahliye olmuş olsaydı düşündüğünü kesinlikle yapardı ama Sevda ile birlikte tahliye olan diğer gençlerle vedalaşmaması yakışık almazdı. Onları sevmiş ve onlara değer vermişti...

Kutlamaya katılmış ama rahatsız olduğunu söyleyerek türkü söylememişti. Kısa süren kutlamanın sonunda Sevda yanına gelmiş “dışarı çıktığında konuşuruz” dedikten sonra Metin’i yanaklarından öpmüş ve diğer kalanlarla vedalaşmaya başlamıştı...

Sevda, tahliye oluşundan bir ay sonra, cezaevinde evlenmeye karar veren Metin’in bir arkadaşının nikah törenine katılacak olan sınırlı sayıdaki kız tarafı kontenjanına dahil olmayı başararak, Metin ile tekrar karşılaşma fırsatını yakalayacak ve oldukça sıcak davranacaktı.

Sevda’nın Metin’i kucaklayışındaki harareti en iyi Metin analiz edebilirdi. Etmişti de... Ama Sevda’ya kırgındı: Neden kendisini kırdığına dair tek bir söz bile söylemeden, bu kadar sıcak ve sanki aralarında hiçbir şey yaşanmamış gibi davranmasını yadırgamış ve Sevda’dan bir şeyler söylemesini beklemişti...

Nikah telaşı, protokol ve zaman kısıtı nedeniyle fazla baş başa kalamamışlardı. Her ikisi de aralarında yaşanan ve adı konulamayan gerilimin kurbanları olarak birbirlerine veda ettiler. Eli boş dönen Sevda olmuştu bu sefer: Metin ile barışma umudu suya düşmüştü...

Metin Tezcanlı, Sevda ile birlikte tutuklanıp serbest bırakılan ve Sevda’nın yakın arkadaşı olan Yasemin’in yıllar sonra kendisine söylediği “Sevda seni çok seviyordu” sözünü duyduğunda, “evet, nerdeyse beni öldürecekti” cevabını vermiş ve gülümsemekle yetinmişti. Hışmına diyecek yoktu Sevda’nın...

bölüm başlıklarına git






Kibar soyguncular

12 Eylül darbesinin yaklaşık üç yıl sonrasında, ortalıkta yaprak bile kımıldamazken, İstanbul’da peş peşe yapılan büyük banka soygunları, hemen hemen herkesi şoke etmişti. Cezaevindeki en radikal örgütlerin militanları bile olanlara şaşırıyor ve bu soygunları hangi örgütün yapmış olabileceğine dair kafa yoruyorlardı.

Büyük banka soygunlarının üzerinden yaklaşık birkaç ay geçtikten sonra, soygunları yaptıkları iddia edilen bir grup militan medyaya teşhir edilmiş ve son aylardaki bütün soygunları bu militanların yaptığı iddia edilmişti.

Ortaya çıkarılan örgüt, kitle tabanı geniş ve 12 Eylül darbesini en hafif atlattığı söylenen sol örgütlerden birisiydi ve adı kesinlikle bu tip eylemlerle anılmazdı. Cezaevlerinde en az militanı olan sahiden de bu örgüttü ve yöneticilerinin çoğu da henüz yakalanamamıştı. Banka soygunları olmasaydı, herhalde kolay kolay da yakalanmayacaklardı...

Lübnan’daki Filistin kamplarında yıllarca İsrail’e karşı savaşmış ve 1982’deki büyük İsrail kuşatmasının ardından Arafat’ın diğer savaşçılarıyla birlikte Beyrut’u terk etmiş ve bir yıl sonra da bir grup arkadaşıyla birlikte Türkiye’ye giriş yapmışlardı.

Gazetelerde boy boy resimleri yayınlanan ve bütün eylemleri bizzat planlayıp yönettiği söylenen adam, kırklı yaşlarına merdiven dayamış, evli ve bir çocuk sahibi Nazmi Murat’tan başkası değildi.

12 Eylül darbesinin ardından önce Suriye’ye, oradan da Beyrut’taki Filistin kamplarına yerleşmişlerdi. Filistin Kurtuluş Örgütü içinde kendilerine yardım eden örgütün rehberliği ve desteğiyle İsrail’e karşı yürütülen savaşın içinde kendilerini bulmaları pek de zor olmamıştı...

Metin Tezcanlı, Nazmi Murat ile olan ilk karşılaşmasını dün gibi hatırlıyordu. Kendi kaldıkları bloğa gelen Nazmi Murat ve arkadaşlarını heyecan ve merak içinde süzmüşler ve acil ihtiyaçları için seferber olmuşlardı...

Polis sorgusundan çıkan herkes gibi yorgun ve biraz da depresiftiler. Yaptıkları büyük eylemlerden kısa bir süre sonra yakalanmış olmaları morallerini zaten bozmuştu ve cezaevlerinde geçirecekleri zor günler onları bekliyordu.

Nazmi Murat’ı diğerlerinden ayıran en büyük özelliği, uzun tartışmaları sevmemesi ve kararlarının kesinliğiydi. Herhangi bir arkadaşıyla ya da başka birisiyle uzun uzun konuştuğuna yada dertleştiğine kimse şahit olmazdı. Bol bol volta atar ve kitap okumaya çalışırdı. Hiçbir zaman ağız dolusu gülmez ve tebessüm etmekle yetinirdi.

Filistin’de yıllarca savaşmış ve ölüme meydan okumuştu...Büyük banka soygunlarından sonra yakalanması ve polis sorgusunda çözülmesi kendi geçmişini bir anda unutturacak ve akıllarda sadece polis sorgusunda çözülmesi kalacaktı...

Diğer tutuklu ya da hükümlülerle arasına koyduğu mesafeyi asla bozmamış ve herkesten kaçar olmuştu. Kendi yoldaşları arasında eskiye dayanan düşmanlıkların cezaevinde yeniden hortlamasını izlemekle yetiniyor ve taraf olsa bile konuşmaktan çok susmayı tercih ediyordu.

Metin Tezcanlı, Nazmi Murat’ın keskin ve kararlı tavırlarını onun savaşçı ve militan kimliğine, içine kapanıklığını ve kimseyle yakın bir ilişki kurmamasını da polis sorgusundaki tutumuna yoruyordu. Büyük yenilen ve büyük yaralar alan militanların tipik davranışları, Nazmi Murat için de geçerliydi...

Metin Tezcanlı, Nazmi Murat’ın geçmişine saygı duyarken, aynı zamanda onun içinde kopan fırtınaları da tahmin edebiliyor ve mümkün olduğu kadar onu sıkmadan ve yormadan ilişki kurmaya çalışıyordu.

-Nazmi abi, Filistin’de geçen yıllarını çok merak ediyorum. Biraz anlatsan çok sevinirim vallahi.

-Nesini anlatmamı istiyorsun Metin? Savaştı işte...

-Abi nasıl savaşıyordunuz mesela onu anlat...

-Uçaksavarcıydım ben. Yüksek binaların üst katlarındaki mevzilerde İsrail uçaklarını düşürmeye çalışıyorduk...

-Peki hiç düşürebildiniz mi?

-Nerdeee...Hepsi uçaksavar menzilinin dışında uçan uçaklar...

-Arafat ile görüşmüşsünüz, bari onu anlat yahu...

-Çok kısa bir görüşmeydi: Büyük kuşatma sırasında bir anlamda hem vedalaşma hem de teşekkür etmek için bizim yanımıza da uğradı. El sıkıştık; nereden geldiğimizi filan sordu... Çok sıcakkanlı ve babacan bir tavrı vardı. Hepimizi kucakladı ve onlar için savaşmış olduğumuzu unutmayacaklarını söyledi. Beyrut’tan çekilmek zorunda kaldıklarını anlatırken üzgün ve biraz da endişeliydi ama bizimle vedalaşırken gülümsemeyi ihmal etmedi ve savaşı sonuna kadar sürdüreceklerini filan söyledi...

-Niye Türkiye’ye döndünüz, burada yaprak bile kımıldamıyor?

-Bizde bunun için döndük işte...

-Abi sizin için kibar soyguncular gibi manşetler atıldı gazetelerde, anlatsana şu işin ayrıntısını?

-Soyacağımız bankanın çalışanlarından birisi hamileydi ve o doğurmadan eylemi yapmamaya karar verip, doğurmasını bekledik. Soygun sırasında heyecanlanmasını ve zarar görmesini göze alamazdık. Bunun için de adımız kibar soyguncuya çıktı...Yakalandıktan sonra yer gösterme ve teşhis için birkaç sefer o kadıncağızla karşılaşmak zorunda kaldık ve her seferinde bize teşekkür etti polislerin ve gazetecilerin yanında...Çok güzel bir duyguydu...Tersini yapmış olsaydık, yüzüne bile bakamazdık kadıncağızın ve o da teşekkür etmek yerine yüzümüze tükürürdü herhalde...

-Doğru söze ne denir?... Büyük adamlarsınız vallahi...

-Çocuk sahibi ve orta yaşlı olmanın faydaları Metin’ciğim... Sizin yaşlardayken, biz de sizin gibi danduncuyduk...

-Bazı eylemlerimden utanmıyorum desem yalan olur Nazmi abi... Uzaktan ahbabımız olan ve bazen de görüştüğümüz bir adamın, küçücük marketini bile soyduk şerefsizim...

-Utanma... Seni o eylemlere gönderenler utansın... Çocukmuşsun sen o eylemleri yaparken.

-Senin dediğin gibi olsa mesele yok... Ben örgütümden ayrılıp, kendi adamlarımla ayrı bir örgütçük kurdum ve ondan sonra da sapıttım zaten... Örgütteyken yaptığım eylemlere dair fazla bir sorunum yok, çünkü senin dediğin gibi başkalarının direktifiyle yapılan işler ama...

-Kendini boşuna suçlama Metin. Ne haltlar karıştırdığının bir güzel farkındasın ve kendini eleştirebiliyorsun. Bu da az şey değil neticede... Cinnet geçirirken insanların akıllı davrandığı görülmüş şey değil... Çocuk yaşta koca memleketi kurtarmaya kalkışmanın bedelleri bunlar... Sen bizim örgüte yeni mi katıldın?

-Yeni sayılır.

-Tamam işte. Doğru yerdesin!..

Sağmacılar Özel Tip Cezaevi’nden, Bartın Özel Tip Cezaevi’ne sevk olduklarında aynı koğuşta kalıyorlardı ama Nazmi Murat’ın içine kapanıklığında ve kimseyle ilişki kurmama tavrında en küçük bir gelişme gözlemlenmiyordu. Sabahları spor yapmasının ve volta atmasının dışında kayda değer bir aktivitesi yoktu. Tek başına attığı voltalarındaki düşünceli ve dalgın hali Metin Tezcanlı’nın gözünden kaçmıyordu ama kendi kabuğuna çekilen bu yorgun savaşçının yanına yaklaşmak hiç de kolay değildi...Hem kendine hem örgütüne ve hem de bütün dünyaya küsmüş gibi bir hali vardı.

Metin Tezcanlı, Nazmi Murat’ın eşini ve yedi yaşlarındaki oğlunu, birkaç kez görmüştü ama sık sık ziyarete geldikleri söylenemezdi. Zira, Nazmi Murat’ın eşi, kocası yakalandıktan sonra Mersin’e annesinin ve babasının yanlarına taşınmak zorunda kalmıştı. İşsiz ve bir çocukla ortada kaldığından olsa gerek, çözümü baba ocağına sığınmakta bulmuştu.

Babasına benziyordu Umut. Sarı saçları ve yeşil gözleriyle sevimli ama durgun bir çocuktu. Bir açık görüş sırasında annesiyle birlikte babasının ziyaretine gelmişti. Babasına yakınlık göstermek istediği halde, içinden gelenleri dışarıya yansıtamıyor gibiydi sanki...

Umut’un babasıyla el ele tutuşarak koridorda yaptıkları yürüyüşü adım adım hatırlamaya başlamıştı, Metin Tezcanlı. İkisinin yüzünde de büyük bir mutluluk ve heyecan vardı. Nazmi’yi ilk kez o kadar sevecen ve güler yüzlü görüyordu... Birbirlerini o kadar geç bulmuşlardı ki, bu kadar tez yitireceklerini kim bilebilirdi?

Metin Tezcanlı, yeniden yargılanmak üzere Sağmacılar Cezaevi’ne sevk olduktan birkaç ay sonra bir yoldaşının getirdiği haberle irkilecek ve günlerce uykusuz kalacaktı.

-Metin gazeteyi okudun mu?

-Henüz fırsatım olmadı İsa, hayırdır?

-Nazmi intihar etmiş.

-Kesin mi, ölmüş mü?

-Kesin... Bizimkiler de doğruluyor haberi... Üç gün olmuş... Koğuşun banyosunda asmış kendisini…

Metin Tezcanlı’nın selam verdiği ya da selamını aldığı hemen hemen herkesin başında bir azrailin dolaştığı söylenebilirdi: Cezaevinden tahliye olduktan sonra ölen ya da öldürülen onlarca tanıdığı vardı...

Gümbür gümbür şiirler yazan ve aynı koğuşta kaldığı bir şair arkadaşı da, dışarı çıktıktan birkaç yıl sonra intihar etmiş ve kimsesizler mezarlığına gömülmüştü...

Metin Tezcanlı ile yan yana volta attığı bir gün, ” Bir mürrüvetini göremedik şu dünyanın...” demiş ve başka bir şey dememişti...

bölüm başlıklarına git






Aldatan da yok aldatılan da

Cezaevinde yaşanan rehavet dönemleri vardı ve öylesi dönemlerde kızlarla erkek tutukluların bir araya gelmesi fazla zor olmazdı... Üniversiteli bir grup öğrenciyle tutuklanıp cezaevine getirilen Leyla ile kızlı erkekli yürütülen bir koro çalışması sırasında tanışmış ve aralarında sıcak ve dostane bir ilişki kurulmuştu: Leyla’nın cana yakınlığı ve sevecenliği, Metin’in hoşuna gidiyordu...

Leyla, tahliye olduktan sonra Metin’in duruşmalarına katılmaya ve ailesiyle samimi olmaya başlamıştı. Metin’in ailesi Leyla için “çok iyi bir kız; bize çok moral veriyor” diyordu. Leyla’nın bu sahiplenici tavrı ve kendisine yazdığı mektuplar, Metin Tezcanlı’yı mest ediyordu...

Metin Tezcanlı, tahliye olacağı günlerin kokusunu aldığı sıralarda, Leyla’nın yazdığı mektuptaki bir cümleye takılıp kalmıştı: ” Benim bir erkek arkadaşım vardı ama ayrıldık...” Leyla’nın yazdığı mektuplardaki içtenliğini ve açık sözlülüğünü onun dışa dönük karakterine veren Metin, başına geleceklerden habersiz, aynı açık sözlülük ve içtenlikle cevap yazıyordu Leyla’ya...

Leyla, Metin Tezcanlı tahliye olduktan bir hafta sonra Metin’i aramış ve kendisini ziyaret edeceğini söylemişti. Birlikte kararlaştırdıkları günün sabahında Metin Leyla’yı evlerinin yakınında bir yerde karşılamış ve yapacakları sabah kahvaltısı için yola koyulmuşlardı.

Kahvaltı bittikten sonra dışarı çıkmışlar ve nereye gidelim diye birbirlerinin ağızlarını yokluyorlardı. Moda sahilinde karar kıldılar... Utangaç ve içe kapalı bir kimliğe sahip olan Metin, Leyla’nın her zamanki dışa dönük tavrının biraz durulmuş olduğunu gözlemlese de, kendisini çoktan Leyla’nın yönlendirmesine bırakmıştı...

Moda Sahilindeki yürüyüş boyunca karşısındaki kızın açık sözlülüğüne bir kez daha hayran olan Metin, soğuk terler dökmeye başlamıştı:

-Neler yapıyorsun, geleceğe dair plan program var mı?

-Plan program yapacak kadar vaktim olmadı ki!..

-Ne yani içerde onca zamanı boşa mı geçirdin?

-Ne gibi ?

-Yahu dışarı çıktığında neler yapacağını düşünmüşsündür demek istiyorum... Bunun için dünya kadar vaktin olmuştur sanırım...

-Düşünmek ya da plan yapmak bir işe yaramıyor Leyla... Özgürlüğümün birinci haftasında ben şimdi ne bok yiyeceğim diye kıvranmaya başladım... Bizimkilerin mali durumu perişan... Telefonla birkaç eski tanıdığa ulaştım ama sanırsın ki ben değil onlar yatıp çıkmış... Hemen ağlamaya başladı gavatlar...

-Cinselliğini yaşamak istemez misin?

-Pardon!..

-Ne pardonu... Gayet açık değil mi?

Leyla gözlerini Metin’in gözlerinin içine dikmiş bir yanıt vermesini bekliyordu ama Metin’in bu soruya yanıt vermesi hiç de kolay değildi.

Uzun zamandır mektuplaştığı ve gizliden gizliye vurulduğu kız arkadaşına henüz ulaşamamıştı. Üstelik, Leyla’nın kendisine yönelik böyle bir soru sorup, yanıt bekleyeceğini hayal bile etmemişti...

Yeni kuşağın cinsellik konusundaki hızı ve medeni cesareti karşısında Metin Tezcanlı’nın bocalaması ve yarı yolda kalması gayet anlaşılabilir bir şeydi: Hadi şimdi de sevişelim kabilinden bir davete icabet etmek onun kitabında yazmıyordu...

Leyla’nın cesareti ve daveti muhteşemdi. Fakat, Metin’in aradığı ya da hayal ettiği şeylerin içinde bu teklifin yeri yoktu. Gönlündeki hayali sevgilisinin silüetini görmeye ramak kala, bir başkasıyla sevişemezdi...

-Doğrusunu söylemek gerekirse, evet ama...

-Aması ne?

Amasını söyleyemedi Metin... Utancından başını öne eğmiş, bu işkencenin bitmesini bekliyordu...

-Sen bilirsin Metin... Biliyor musun benim bir nişanlım var ve yakında nişanlanıyorum... Sana hayatta başarılar dilerim...

Leyla, Metin’e söyleyecek başka bir söz bırakmadan arkasını dönüp gitmişti...

Metin, hemen yanı başındaki bir banka oturmuş ve Leyla’nın arkasına bakmadan gidişini izliyordu: Çok sevdiği ve çok değer verdiği bir dostunu yitiriyor olduğunun farkındaydı ama cinsel açlığının kurbanı olamayacak kadar da duyarlı ve sabırlıydı... Dahası, Leyla’yı üzdüğünün ve kırdığının farkındaydı ama yapamazdı...

Belli ki Leyla’nın gönlünde Metin vardı ve onunla olup olamayacağını denemek istemişti: Nişanlım dediği adamı ya yedekte tutuyordu ya da Metin’i kıskandırıp harekete geçirmek için uydurmuştu...

Bir yıl sonrasında tesadüfen bir toplantıda karşılaştıklarında, Leyla’nın Metin’in yanına gelip “nasılsın, neler yapıyorsun?” diye soruşundaki kırık ses tonunu ve bakışındaki hüznü unutamayacaktı Metin. Leyla’nın Metin’e olan ilgisi sadece cinsellikten ibaret değildi...

Leyla’nın kendini sunuşundaki fütursuz tavrına bir itirazı yoktu Metin’in. Acaba o cesareti biraz da ben mi verdim diye kendini sorgulamıyor değildi ama Leyla’nın açık sözlülüğü ve içtenliği kadar açık sözlü ve içten olmasının dışında bir hata yaptığını sanmıyordu...

Tesadüfen karşılaştıkları toplantıdan sonra birbirlerini göremeyecekler ve aradan uzun yıllar geçecek, her ikisinin de birbirine anlatacakları çok şey birikecekti:

-İyi günler, Leyla Hanım’la görüşebilir miyim?

-Kim arıyor?

-Metin Tezcanlı.

-Bağlıyorum.

Yaklaşık on yıl geçmişti son görüşmelerinin üzerinden. Leyla üniversiteyi bitirmiş bir reklam ajansında metin yazarlığı ve bir televizyon programında da danışmanlık yapıyordu.

Metin Tezcanlı, cezaevindeyken yazıştığı kız arkadaşıyla buluşmuş ve yaklaşık iki yıl süren bir ilişki yaşadıktan sonra ayrılmış, yurt dışına gitmiş, geri gelmiş ve evlenip bir çocuk sahibi olmuştu.

Metin, Leyla’nın hala kendisine kırgın olabileceğini düşünüp arama fikrinden zaman zaman vazgeçiyordu ama en nihayetinde ne olursa olsun noktasına gelmişti...

Merak ettiği bir başka şey daha vardı: Leyla, reddedilişine hangi gerekçeleri bulmuş ve kendisine dair nasıl bir yargıya ulaşmıştı?

Leyla’nın merhaba deyişindeki kırıklığı sezen Metin, bozuntuya vermemeye çalışıyordu. Böyle bir kırıklığı beklemiyor değildi ama aradan yıllar geçmişti ve aralarında geçenlerden kendisini sorumlu tutamıyordu...

-Tebrik ederim Leyla, iyi bir reklam ajansında çalışıyorsun...

-Siktir et ajansı filan, sen neler yaptın? Görüşmeyeli epey zaman oldu...

-İki yıl müzikle uğraştım ve sahnelerde türkü söyleme şerefine nail oldum en sonunda. Büyük bir salonda kişisel konser bile verdim... üç yıl yurtdışında kaldım... Döndükten sonra kitap çevirileri yaptım ve bir de roman yazdım. Sırada ikinci ve üçüncü romanlarımın yazım işi var. Şu sıralar işsizim senin anlayacağın...

-Daha ne olsun, allahtan belanı mı istiyorsun!.. Evlendin mi?

-Evet, bir de oğlum var.

-Biliyor musun bazen senin mektuplarını tekrar tekrar okuyorum, çok güzel yazmışsın...

-O senin güzelliğindir.

-Yok yok sahiden çok güzel mektuplar... Eminim romanın da çok güzel olmuştur...

-İltifatların için teşekkür ederim. Sahiden romanımı okumak ve izlenimlerini benimle paylaşmak ister misin?

-Elbette... Ama sana bir şey diyeyim: Yayınlatmak istiyorsan, doğru yerlere götürmelisin romanını...

-Birazdan e-mail ile sana gönderirim.

-Nerede oturuyorsun?

-Bostancı’da.

-Ben de orada oturuyorum... Hayret, nasıl oluyor da karşılaşmıyoruz.

-Yahu ben dışarı çıkmıyorum ki nasıl karşılaşalım.

-Niye, karın izin vermiyor mu?

-Vermiyor şerefsizim!..

-Ortak tanıdıklarımızdan kimseyle karşılaşıyor musun?

-Vaktimin çoğunu evde geçiriyorum ama dışarı çıktığımda da hiç kimseyle karşılaşmıyorum.

-Beyoğlu’ndaki barlara gelirsen bir çoğunu görebilirsin…

Metin, telefon etmeden önce Leyla’ya bir e-mail atmış ve nabzını yoklamıştı. Leyla’dan gelen cevap mailinde ise bir küskünlük alameti bulunmuyordu ama telefon konuşması süresince hissettiği tek bir şey vardı: “Bu kız hala bana kırgın; belli etmemeye çalışıyor ama bal gibi kırgın işte!..”

Metin Tezcanlı, romanını Leyla’ya göndermiş, ondan bir yanıt beklemeye başlamıştı... Günler, haftalar ve aylar geçmesine rağmen yanıt gelmiyordu ve gelmeyecekti de... Beğenmiş ya da beğenmemiş; bunun hiçbir önemi yoktu artık...

Telefonda konuşurken Leyla’nın bir ara “seni yere bakan yürek yakan” deyişindeki serzenişin muhatabı olmaktan dolayı gerilmiş ve “bu da ne demek oluyor” demek istemiş ama yutkunmak zorunda kalmıştı... Leyla’nın kendisini mağdur hissetmesinin sorumlusu kendisi olamazdı ama uzatmanın da bir alemi yoktu...

Metin Tezcanlı, Leyla’yı bir daha aramayı düşünmüyordu ama onunla karşılaşacak olsa bile söyleyebileceği tek bir şey vardı: Aldatan da yok aldatılan da...

bölüm başlıklarına git






Kral dairesi

“Arkadaşlar, Metin Tezcanlı dostumun birazdan başlayacak olan ilk kişisel konserine hoş geldiniz... Sözü uzatacağımı sananlar yanılıyorlar... Ne sizlere ne de kendisine böyle bir eziyet yapmaya hiç niyetim yoktur... Metin’e aramıza hoş geldin diyor ve sahneye davet ediyorum.”

Kartal’daki Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi salonunu dolduran yaklaşık üç yüz kişinin alkışlarıyla sahneye doğru yürüyen Metin Tezcanlı’nın üzerinde siyah kot bir pantolon ve bej rengi spor bir gömlek vardı...

Sahne alma anonsu yapıldığında, söyleyeceği ilk türküyü çalmaya başlayan on kişilik orkestranın önünden geçip mikrofona yaklaştığında, gözlerini kapamış ve yıllardır düşünü kurduğu sahnedeki ayinine başlamıştı bile...

Konser kararını verdiğinde, Bahar şiddetle karşı çıkmış ama işe yaramayacağını anladığında da “sen manyaksın” demişti. Arkasında ne bir menajeri ne de bir sponsoru vardı. Cebinde değil büyük bir salonu kiralamak, simit alacak parası bile yoktu. Sahnede türkü söyleme tutkusunun dışında hemen hemen hiçbir şeyi yoktu...

Çevresindeki arkadaşlarına, konser verme fikrini açtığında herkesin seferber olacağını anlamış ve kolları sıvamıştı. Konser iznini alabilmesi için sekiz kişiden oluşan bir organizasyon komitesi kurması ve bu sekiz kişinin temiz kağıtlarıyla birlikte Gayrettepe’deki ilgili birime başvurması gerekiyordu.

Organizasyon komitesini oluşturması ve evraklarını tamamlaması bir haftayı geçmedi. Başvuru için Gayrettepe’deki Birinci Şube’ye (Siyasi Şube) vardığında, yıllar öncesini hatırladı: Onlarca polisin arasında gözleri bağlı, elleri kelepçeli ite kaka sokulmuştu içeri... Tedirgindi: Kendisini nasıl karşılayacaklarını ve nasıl muamele edeceklerini merak ediyordu...

Girişteki polislere niçin geldiğini anlatıp, hangi birime gitmesi gerektiğini sordu. İlgili birimin ön kayıt kısmındaki görevliler kimlik bilgilerini kaydettikten sonra koridorun sağındaki en son odaya gitmesini söylediler. Yan binadaki sorgu odalarını anımsadı bir anda... Yaklaşık beş ay kaldığı o sorgu odaları ve hücrelerde yaşananları aklına getirmemeye çalışıyordu ama insan beynine söz anlatmak her zaman mümkün olmuyordu...

“Silahlar nerede lan? Adamlar nerede? Mehmet Beyi kim öldürdü? Orospu çocuğu!”

Koridorun sağındaki en son odaya girip bütün evraklarını görevli memura uzattı. Evraklara hiç bakmadan sabıka kaydı olup olmadığını sordu memur. “Evet var” dedi Metin Tezcanlı. “Hangi nedenle?” diye sordu bu kez. “Siyasi nedenlerle” yanıtını verdi. Masasındaki telefonun ahizesini kaldıran memur, kısa bir numara çevirdikten sonra, “Metin Tezcanlı’nın GBT’sini çıkarıp bana getirin” dedi ve evrakları incelemeye başladı...

On dakika içinde yaklaşık on polis memuru Metin Tezcanlı’nın bulunduğu odaya doluşmuş ve vereceği konserle ilgili sorular sormaya başlamışlardı. Özgeçmişi ve referansları zaten ellerindeydi...

-Konseri kimin için veriyorsun?

-Tabii ki kendim için veriyorum.

-Yani bu işin arkasında senden başka kimse yok mu?

-Niye olsun ki, bu benim konserim.

-Ne bilelim, mesela konser parasını herhangi bir derneğe ya da örgüte vermek gibi...

-Şüphelerinizi anlıyorum ama böyle bir şey yok...

Hepsi de dikkatli dikkatli Metin Tezcanlı’nın yüzüne bakıyorlardı. Kendi meslektaşlarının tezgahlarından geçen Metin’in nasıl biri olduğunu merak ediyor olmalıydılar.

-Konserde bir olay çıkar ya da slogan filan atılırsa peşini bırakmayız, haberin olsun.

-Hiçbir şey olmayacak!.. Konserin bir tek sorumlusu var, o da benim. Her şeyle bizzat kendim ilgileniyorum.

-Valla bir şey olursa iş DGM’ye kadar gider, bizden uyarması...

-Her türlü sorumluluğu alıyorum.

Oniki Eylül’ün sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan ve eski bir idam hükümlüsü olan Metin Tezcanlı’yı Devlet Güvenlik Mahkemeleriyle tehdit etmeleri biraz hafif kaçmıştı ama, ellerinde başka bir kozları bulunmuyordu...

İzin için kendisine haber vereceklerini söyleyip, irtibat için bir telefon numarası bırakmasını istediler. İzinin ne kadar zamanda çıkabileceğine dair hiçbir bilgi vermediler...

Metin Tezcanlı, karartılmış olan salonda ve sahnede üzerine tutulmuş olan projektör ışığıyla birlikte hayatının en muhteşem adımlarını atıyor ve en mutlu insanın yüzünde yakalanabilecek ifadeler saçıyordu: Kendine güven ve mutluluktan esrime... “Sahne benim krallığım!.. Kral dairesinde niye heyecanlanayım ki...” Der ve çoğunlukla gülümserdi...

Sahnesi bir stadyum da olabilirdi; küçük bir tiyatro salonu da: Heyecanın ya da tereddütün zerresi bile olmazdı. Beyninin içinde yüzlerce ve belki de binlerce kez provasını yaptığı sahnelerin acemiliklerini çoktan üzerinden atmış ve bir çok profesyonelin salon dolmaz korkusuyla gelmediği salonda, yaklaşık iki saat sürecek olan krallığının tadını çıkartıyordu...

“Sevgili dostlar, bu gece beni yalnız bırakmadığınız için hepinize tek tek teşekkür etmek istiyorum... Hepinize iyi eğlenceler... Hoş geldiniz!..” Lafazanlıkla geçirecek bir saniyesi bile yoktu ve türkü söylemenin tam zamanıydı...

Günler ve haftalar geçmesine rağmen konser izninden bir haber alamıyordu. Konser orkestrasında görev alacak müzisyenlerle yaptığı görüşmelerin hepsi iyi geçmiş ve hepsi de konservatuar öğrencisi olan çekirdek kadroyu kurmuştu. Bir ressam arkadaşının atelyesinde provalara başlamışlar ve büyük bir keyifle konser repertuarını icra ediyorlardı.

Lokal olarak tanınan bir isimdi, Metin Tezcanlı. Üç kişiden oluşan bir grup kurmuş ve gruba da Türküler Denizi adını vermişti. Hayatı dibine ve tepesine kadar yaşadığı, maddi olmasa bile manevi olarak kendisini en zengin hissettiği ve hayattan en büyük zevkleri tattığı, altın bir devir yaşamıştı...

Konser davetiyesi ve biletinin üstünde daha önceki konserlerinde çekilen resimlerinden bazıları ve sol üst köşesinde de A.Arif’in “Dostuna yarasını gösterir gibi” dizesi vardı...

Konser afişini ise ressam olan arkadaşı dizayn etmiş ve bağlama çalarken çekilen bir resmini yeniden tasarlayarak o afişin üzerine kondurmuştu. Ne biletlerin basıldığı matbaaya ne de konser afişi için beş kuruş ödememişti. Sevenleri her işin bir ucundan tutmuş, Metin Tezcanlı’yı ilk kişisel konserine hazırlıyorlardı...

“Konserin ikinci bölümüne başlamadan önce misafir sanatçı arkadaşımı sahneye çağırmak istiyorum... Yüreğini parmaklarının arasına alıp, gönül telinizi titretecek ... Ne demek istediğimi birazdan anlayacak ve bana hak vereceksiniz...”

Konserin misafir sanatçısı olan genç adam, tezene kullanmadan bağlama çalma yöntemi olan Şelpe tarzıyla öne çıkan birisiydi ve birkaç yıl içinde ünü bütün yurt çapına yayılacak ve oldukça meşhur bir bağlama virtiözü olarak anılacaktı. Metin Tezcanlı’nın ressam arkadaşı sayesinde tanışmışlar ve bir keresinde de evlerine kahvaltıya gelip, kahvaltı sonrasında da yeteneklerini ucundan ucundan sergilemeye başlamıştı.

Metin Tezcanlı ve bağlama virtiözü konser sonrasında tesadüfen birkaç yerde karşılaşmışlar ama genç bağlama virtiözü Metin’i tanımamayı tercih etmişti...

Kendisini tanımayanı, Metin Tezcanlı hiç tanımaz ve defterden silerdi... Şöhreti ve parayı yakalamış olan Bağlama Virtiözü, şöhret öncesi hayatının ezikliğinden kurtulmaya başlamıştı anlaşılan. Eskiler boşuna, “akçe akıl, don yürüyüş öğretir” dememişlerdi...

Konser izninin gelmediğini gören Metin Tezcanlı, bilet satışında görevli arkadaşlarına, “tanıdıklarınız dışındakilere bilet satmayı durdurun” talimatı verdiğinde, konser tarihine nerdeyse on beş günlük bir süre kalmıştı. Konsere izin verilmediği taktirde yaşanacakları düşünmek bile istemiyordu.

Yüzlerce insana dert anlatmak bir yana, toplanan paraların iade edilmesi bile ciddi bir sorun teşkil edecekti. Paraları iade edilse bile, o kadar insanı hayal kırıklığına uğratmayı göze alamazdı. Bu onun ilk konseriydi ve dinleyicilerine mahcup olmayı içine sindiremez ve altından kalkamazdı. “Sadece tanıdıklara satabilirsiniz arkadaşlar. Telefon numarası olan ya da adreslerini bildiklerinize...”

Ne yapacağını bilemiyordu: Ne iptal edebiliyor ne de bilet satabiliyordu... Konser izninin dışında hiçbir problem yaşamıyordu: Belirli bir ücret karşılığı anlaştığı müzisyenlerin dışında gönüllü olarak orkestraya katılan ve hiçbir ücret talep etmeyen müzisyenler bile vardı provalara katılan...

Salonun avansını ödemiş, kalanını da konser günü ödemeye söz vermişti. Bilet satışından toplanan para salon kirasını karşılıyordu ama müzisyenlere verecek para yoktu henüz. Hoş çocuklar da “Abi sen merak etme biz almasak da olur. Sen bizi unut, diğer işlerle ilgilen. Hasta olmamaya bak, tempon çok ağır ve gerilimin daha da artacak...” Demişlerdi ama uykuları da kaçmaya başlamıştı zaten. Ses düzeni gerekiyordu... Video çekimi de iyi olurdu aslında.

Konser tarihine tam bir gün kala konser iznini verdiler... Vermemeleri de bir olasılıktı ama Metin Tezcanlı, her iki olasılığa göre yapmıştı hazırlıklarını. Konser başlamadan kulise gelen bir sivil polis memuru, hala “unutma bu iş DGM’ye kadar gider” diye tehdit ediyordu...

“Olmuyor arkadaşlar, olmuyor ya... Ne akortlarınız tutuyor ne de orkestradan çıkan sesle benim sesim arasında bir uyum var. Yahu sabahtan beridir prova yapıyoruz ve böyle devam edecek olursak, ses mes kalmaz bende ve rezil oluruz...”

Günlerin ve haftaların yorgunluğuna bir de konser öncesinin son provası gerilimi eklenmişti. Mektepli değildi ama müthiş bir kulağı vardı. Duyduğu seslerin tınısını beynine kaydeder ve asla unutmazdı. Orkestradan da kendinden de istediği sesleri alamıyordu ve hafiften paniklemeye başlamıştı...

“Abi bu iş böyle olmayacak... Sesini ne kadar yorduğunun farkında değilsin... Bak şimdi bütün enstrümanları do’ya çekeceğim... Biz daha önceki provaları doğal seslerle yaptık ama ses düzeni ve elektronik enstrümanlar işin içine girince bazen böyle olur... Orkestranın kumandasını ben alıyorum abi... Sen git bir çay iç ve biraz dinlen.”

Ne çay içebilirdi ne de dinlenebilirdi: Diken üstündeydi... Anadolu yakasındaki en iyi ses düzencilerinden birini kiralamıştı ve daha önce defalarca birlikte çalışmışlardı. Bir çok ünlüye ses düzeni kuran ve “bazen beni bile kendimden geçirtiyorsun” diyen, Mahmut Usta’yı gidip boğmak geliyordu içinden: Kendi yerine oğlunu göndermişti...

Salonun atmosferine hiç de yabancı değildi. Defalarca sahne almış ve yüzlerce insandan oluşan kalabalıkları ayağa dikmişti. Bir keresinde A.Arif’in Otuzüç Kurşun’unu okurken, o uzun şiir boyunca ayakta alkışlanmış ve hayatındaki en büyük toplu ayinini yaptırmıştı...

-Ya kızlar siz beni delirtmek mi istiyorsunuz?.. Onca zamandır birlikte söylüyoruz, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik ama bugün bir tuhafsınız ya!.. Vokalin görevi soliste eşlik etmektir, solistin önüne geçmek değil. Sizi tanımıyor olsam şu dakika kovacağım ama ikiniz de benim canım ciğerimsiniz. Kendiiniize geeeliiinn!..

-Abi sinirlenme her şey tamam... Akortlar da tutuyor, sesin de... Biz sahnede detone olan ve bunun farkına bile varamayan nice ünlüyle de çalıştık... Sen içgüdülerinle türkü söylüyorsun ve sahneye çok hakimsin, sana bir şey olmaz sahnede. Ben seni defalarca izledim... Biraz yorduk seni ama merak etme, her şey istediğin gibi olacak...

-Ulan Murat, sen de olmasan halim perişan olurdu, iyi ki varsın... Hayır şunu anlamıyorum: Hadi ben yorgunum ve üstelik de gerginim. Ya bunlara ne oluyor?.. Hepsinin de sahne deneyimi ve müzik eğitimi var. Dahası uzun zamandır birlikte çalıp söylüyoruz....

-Abi kızma ama senin gerilimin hepimize geçmiş durumda. Çok titiz olmak bazen başa bela oluyor işte... Bir de ortalık sivil polis kaynıyor... Gireni çıkanı, hepimizi kameraya kaydediyorlar... Hiç birimiz alışkın değiliz böyle bir şeye...

-Haklısın: Kimseye bir şey demeye hakkım yok aslında. Benimle sahneye çıkmanız bile büyük cesaret... Neyse, kazasız belasız atlatalım, o bile başarı sayılır... Salonun yarısı dolar diyor arkadaşlar... Hepinizin parası kuruşuna kadar ödenecek... Bunca eziyetten sonra teselli ikramiyesi sayılır ama sizlere mahcup olmayacağım, bu da bana yeter de artar bile...

-Abi şu anda kimsenin parayı pulu düşündüğü yok... Yüzün biraz gülsün, bu bize doping etkisi yapar... Senin ihtiyaç duyduğun şeye bizim de ihtiyacımız var: Gülümse ve biraz gaz ver çocuklara... Sonuca kendin de şaşıracaksın...

-Ulan büyük adamsın, başka ne diyeyim...

Oldukça ritmik, Kürtçe bir ezgiyle başlamıştı konserine... Gırtlak yapısı ve telaffuzunda sorun yoktu. Kürtçe bilip bilmediğini soranlara: “Hayır bilmiyorum. Bilmiyorum ama çocukluğumda epeyce Kürtçe türkü dinledim... Asimile olmuş bir Kürdüm ben ” derdi...

Konserden birkaç gün sonra buluştuğu en yakın arkadaşlarından birisi olan Nedim, Metin Tezcanlı’yı kıyasıya eleştirmeye başlamıştı, neredeyse kavgaya tutuşmak üzereydiler.

-Yahu sanki konser esnasında başka bir yerde randevun varmış gibi iki de bir saatine bakıp durdun. Dahası, konseri erken bitirdin. Millet tam havaya girmiş zıp zıp zıplıyor, sen “burada bitirmek zorundayız” diyorsun...

-Nedim, konser repertuarını bitirmiştik... Çavbella’yı söylerken gençlerin zafer işareti yapmaya başladıklarını gördüm. Zafer işaretinin ardından gaza gelip slogan filan atmalarından da endişe ettim. Tatsızlık çıkmasını istemiyordum. Salondaki dinleyicilerin çoğunluğunu aileler oluşturuyordu ve çoğu da politik olmayan insanlar... Çıkabilecek herhangi bir tatsızlığın onlara haksızlık olabileceğini de düşündüm... Benim siyasal kimliğime destek vermek için değil, yorumcu kimliğime destek vermek için geldiklerinin farkındaydım...

-Zaten politik olan dinleyicilerin de repertuarını pek beğenmediler dersem abartmış olmam. Daha doğrusu, repertuardan ziyade, ne politik içerikli bir konuşma yaptın ne de herhangi bir mesaj verdin...

İnsanların senden duymak istedikleri şeyler vardı ve sen onlardan hiç bahsetmedin. Bir anlamda kendi potansiyel kitleni hayal kırıklığına uğrattın... Aylarca işkence gören, yıllarca hapishanede yatan ve idam hükmü alan sen değil misin kardeşim?.. Bunlar senin sermayen. Kendi sermayen dururken...

-Ya bırak bu klişe lafları allahaşkına!.. Mesaj verenleri de, o manasız konuşmaları yapanları da görüyoruz işte... Ucuz kahramanlık yaparak kaset satış rakamlarını artırabilirler, o kadar... Ben sadece türkü söylemek istiyorum kardeşim... Şiir okumak istiyorum... İçerikten, biçimden ve estetikten yoksun siyasal bildirilere benzer konuşmalar yapmak istemiyorum ki sahnede...

-O zaman kaset yapmayı da, sahnelere çıkmayı da, kitlelerle birlikte ayin yapmayı da unut gitsin... Bu kafayla ve bu bakış açısıyla, bu işten ekmek yiyemezsin... Git kendine başka bir iş bul...

-Ne mesajı verirsen ver kardeşim, insanlar almak istedikleri kadarını alıyorlar ve onların almak istedikleri, bizim vermek istediklerimizin çok çok altında... Bırak şimdi bunları... Yerel organizatörler, “sen bu işi nasıl becerdin?” diye hayran hayran soruyorlar.

Hiçbir derneğe, partiye ya da örgüte dayanmadan yaptığımız işle övünmek yerine, boş laflar etmenin bir manası yok... Ben, bütün engellere rağmen sonuçtan gayet memnunum; devamının olup olmaması başka bir şey ve biraz da beklentilerle alakalı...

Senin söylediklerinin tam tersini söyleyenlerde oldu... Yok yeni bir bilmem kim doğuyor; yok geleceğin bilmem ne kadar büyük sanatçısı... Ben onları da dikkate almıyorum... Kendi aralarından bir şöhret yaratıp, onunla gururlanmak ve teselli bulmak istiyor olabilirler ama, yemezler!..

Farklı farklı tepkilerin ve beklentilerin olmasına şaşırmıyordu. Herkesi memnun etmeye çalışmanın aptallık olduğunu öğreneli, hayli zaman olmuştu.

“Yıllarca kurduğum bir hayalimi gerçekleştirdim bu gece... O hayal ki yıllarca yakıp kavurmuştu içimi... Ateşimi düşürdüğünüz ve içimi ferahlattığınız için hepinize minnettarım... O kadar çok insanın emeği geçti ki bu konserin gerçekleştirilmesinde, onlara olan gönül borcumu nasıl ödeyeceğimi de bilemiyorum doğrusu...

Bir arkadaşımın oradan “türkü söyleyerek ödersin” dediğini duydum, bundan daha muhteşem bir teklif olamaz... Arkamda bana eşlik eden değerli müzisyen dostlarıma alkışlarınızı esirgemeyeceğinizi biliyorum... Sizleri kuru bir teşekkürle göndermek istemiyorum... En iyisi hep birlikte Çavbella’yı söyleyerek vedalaşalım...”

Metin Tezcanlı, sahneden tam ayrılacağı sırada, protokol koltuklarında oturan arkadaşlarının ve tanıdıklarının kendisini kutlamaya geldiklerini fark etti ve tek tek onlarla ilgilenmeye başladı...

Kendisini öperek tebrik eden son üç kişinin sivil polis olduğunu fark ettiğindeyse, içten içe “şimdi boku yedik işte” diye hayıflanmaya başlamıştı... ”Otuzüç Kurşun’u çok güzel okudun, tebrik ediyoruz” demiş ve çekip gitmişlerdi ama arkalarında bıraktıkları manzaranın hangi tarafında durduklarının ne kadar farkındaydılar acaba?..

Gözlerine ve kulaklarına inanamayan Metin Tezcanlı, “birileri bu adamların beni öperek kutlamasını gördüyse ve bu heriflerin sivil polis olduğunu da biliyorsa, bittiğimin resmidir...” Diye düşünüyor ama kimseye de bir şey soramıyordu. Hoş kimsenin de gelip “bu adamlar sivil polisti, sen bunlara elini ve yanağını nasıl uzatırsın?” diye sorduğu da yoktu ama, olsa bile ne diyecekti ki?..

Bir boş bulunma durumu vardı ama kendisine elini ve yanağını uzatan, tebrik eden insanlar sivil polis bile olsalar, Metin Tezcanlı’nın o anda onlara kabalık yapması düşünülemezdi. Konser öncesinde hafif yollu bir gözdağı vermişler ama, ne kendisine ne de dinleyenlerine herhangi bir kötü muamelede bulunmamışlardı. Görevlerini yapmışlar ve yaparken de fevri davranışlarda bulunmamışlar ve sorun çıkartmamışlardı. Bundan iyisi can sağlığıydı!..”

Kulise girdiğinde yorgunluktan bayılmak üzereydi ama gerçekleşen bir hayalin yorgunluğu belki de hayattaki en hoş yorgunluk cinsiydi... Aceleyle sigarasından birkaç nefes çektikten sonra kulisten fırlayacak ve hayalinin gerçekleşmesine “yardım ve yataklık” edenleri uğurlamaya koşacaktı...

bölüm başlıklarına git






Belki bir gün dönerim

Metin Tezcanlı, korsan gösteri yapan bir grup öğrencinin tutuklandığını ve koğuşlara dağıtıldığını duyduğunda yine heyecanlanmıştı. Gelenlerin üniversiteli oluşunun bir çok anlamı vardı: Yeni kuşağı tanıma fırsatı buluyor ve aralarındaki farkları gözlemleyebiliyordu...

Bir kolu alçıda ve kafası bandajla sarılı olan Hüseyin’i gördüğünde içinden gülmek gelmişti. Gözaltına alınırken fena bir dayak yemiş ama görüntüsüne inat gülümsüyordu. Kim bilir belki de kendi haline gülümsüyordu...

İlk günden kurdukları ilişkinin yıllar boyunca devam edeceğini kestirmelerine imkan yoktu ama, Hüseyin’in verdiği bir sözü yerine getirmesi Metin için ciddi bir göstergeydi...

Metin Tezcanlı, korsan gösteriden tutuklanıp içeri atılan bir üniversiteli kıza vurulmuş ama kıza açılma fırsatı bulamadan kız tahliye olmuştu.

Metin, tahliye olan kızın ardından bir mektup yazmış ve Hüseyin’den de mektubu kıza iletmesini istemişti. Hüseyin, tahliye olurken “bizim okulda değil ama hangi okulda olduğunu biliyorum... Merak etme mutlaka iletirim.” Demiş ve tahliye olup gitmişti... Aradan on beş gün geçtikten sonra Hüseyin’den gelen mektup, Metin Tezcanlı’nın beklediği iyi haberi getirmese bile, Hüseyin sözünü tutmuş, Metin’in mektubunu üniversiteli kıza iletmiş ve kızdan bir yanıt almayı da başarmıştı.

“Mektubunu istediğin arkadaşa ilettim... Bana, kendisine duyduğun ilgiye çok sevindiğini ama bir erkek arkadaşının olduğunu söyledi... Yapacak bir şey yok, sana başka birini bulacağız anlaşılan...”

Hüseyin’in verdiği sözü tutması, Metin Tezcanlı için altın değerindeydi... Nice sözler verip bir daha da kendilerinden haber alınamayan onca insanın yanında, Hüseyin farklı bir statüye sahipti artık...

Metin Tezcanlı, tahliye olduktan kısa bir süre sonra cezaevinden tanıdığı bir arkadaşının düğününde tekrar karşılaştı Hüseyin ile...”Bu akşam benim misafirimsin, itiraz istemiyorum...” Teklifine hayır demesi için bir nedeni yoktu ama, olsa bile, Hüseyin’e hayır diyemezdi...

Gecenin bir vakti düğün salonundan çıkıp, Hüseyin’in baba evine doğru yola çıktılar... Yol boyunca Hüseyin’in anlattıkları Metin’in kanını dondurmaya başlamıştı. “Benim bir küçüğüm olan erkek kardeşim bir kaza geçirdi... Şu anda Bakırköy’deki fizik tedavi merkezinde tedavi görüyor ama durumu pek iç açıcı değil... Göğsünden aşağısı tutmuyor... Yaşı çok genç ve başına geleni kabullenemiyor... Daha yirmi üç yaşında ve şimdiden tekerlekli sandalyeye ve birinin refakatine muhtaç...

Şişli’de belediyeye ait bir inşaatın yanından geçerken inşaatın vinci üzerine devriliyor... Yoğun bakımdaki doktorlar “birkaç saate kadar ölür, kendinizi hazırlayın” dediler ama ölmedi... Bazen sinir krizleri geçiriyor ve etrafında ne varsa kırıp döküyor... Tedavi görüyor ama ayağa kalkma şansı yok... Ne yapacağımızı bilemiyoruz...

İnşaatı yapan taşeron müteahhitlik firması olayı ucuz yoldan kapatmaya çalışıyor. Dava açıldı ama ne zaman biteceğini kestirmek mümkün değil... Kardeşimin bütün hayatına karşılık teklif edilen paranın miktarını söylesem inanmazsın...”

Metin Tezcanlı, Hüseyin’in kardeşinin başına gelen bu felaketi can kulağıyla dinlemiş, ve “ yarından tezi yok kardeşini görmek istiyorum” diyerek, Hüseyin’e destek olmak istemişti... Kendi yaşadığı felaketleri bir anda unutan Metin Tezcanlı, tekerlekli sandalyeye ve bir bakıcıya muhtaç olan genç adamı merak ediyor ve bir an önce onu görmek istiyordu.

Fizik tedavi merkezine vardıklarında Metin Tezcanlı’nın kanı çekilmeye ve dili tutulmaya başlamıştı... Kelimelerle ifade edilemeyecek hayatlar geçiyordu gözlerinin önünden... Genç, yaşlı ve çocuk hayatlar... Hissetmedikleri vücut parçalarıyla yaşamaya mahkum hayatlar...

Hasan’ın bulunduğu odaya girdiklerinde, Metin Tezcanlı’nın söyleyebileceği hemen hemen hiçbir şey yoktu. Yatakta yatan ve ayağa kalkma yeteneği olmayan genç adama, ne diyebilirdi ki?

-Geçmiş olsun Hasan... Benim adım Metin... Abinin arkadaşıyım.

-Abim senden söz etmişti... Hoş geldin diyeceğim ama insan böyle bir yere nasıl hoş gelir, onu bilemiyorum...

Hasan’ın söylediği sözlerin içindeki ince ironiyi fark eden Metin, zihnen sağlıklı, bedenen engelli olmanın ne demek olduğunu gözleriyle görmenin şokunu belli etmemeye çalışıyordu ama şaşkın ve çaresizdi... Kendini toparlamaya çalışıyordu, fena dağılmıştı... Kendisine kolonya ikram eden Hasan’ın annesinin yüzündeki ifadeyi yakalamakta gecikmemişti:Canlı cenaze!..

Hastanenin kafeteryasında çay içme teklifinde bulunan Hasan, annesinin ve abisinin yardımıyla yatağından alınmış ve tekerlekli sandalyeye oturtulmuştu...

Çaylarını içtikten sonra hastanenin bahçesinde ayaküstü yapılan sohbet sırasında, “ daha seninle futbol oynayacağız... Umudunu yitirme, tıp bilimi her geçen gün gelişiyor...” Diyen Metin’in söylediklerine, “ öyle olsun ama bu halimle biraz zor” yanıtını verdikten sonra, gülümseyerek ayaklarına bakmıştı, Hasan.

Hasan’a moral olsun diye söylediği sözlerin hiçbir anlamının olmadığını fark ettiğinde, söylediklerine pişman olmuştu ama başka ne diyebilirdi ki?.. Geçmiş olsun demekle geçmeyen; hoş geldin demekle hoş gelinemeyen bir mekanda, umut nasıl bir şey olabilirdi ki?..

İlk karşılaşmalarının üzerinden üç yıl gibi bir zaman geçmişti... Metin Tezcanlı yurtdışına yeni bir hayat kurmaya gidiyordu ve geri dönmeyi de düşünmüyordu. Gittiğinden bir tek kişinin haberi oldu ve bir tek o kişiyle vedalaştı...

-Bizi sazından sözünden mahrum bırakıp nereye gidiyorsun be birader?..

-Gitmem lazım Hasan. Gitmezsem çatlarım, çatlamak üzereyim zaten... Bu halinle kalkıp benim bedelli askerlik parası için başkasından borç para bulup işimi hallettin... Büyük adamsın... Sapasağlam olan bir çok arkadaşımın ve akrabamın yapmadığını yaptın... Senin yaptığının yanında benim sazımın sözümün lafı mı olur...

-Öyle deme yahu, öyle deme... Seni çok özleyeceğiz... Belki de kendin için en doğrusunu yapıyorsun ama yerini nasıl dolduracağız, ben onu düşünüyorum...

-Yerimi boş bırak Hasan’ım... Belki bir gün dönerim...

-Öyle olsun birader, öyle olsun...

bölüm başlıklarına git






Hala İstanbul’da mıyız?

Tam üç gün boyunca krallar gibi ağırlamışlardı, John ve Barbara’yı... Metin Tezcanlı, yurtdışına yerleşme kararını verdiğinde, Bahar, İngiltere’deyken tanıştığı John ve Barbara’yı arayarak, Metin’in İngiltere’ye girmesi için gereken vize işlemlerinde ve oraya yerleşmesinde yardımcı olup olamayacaklarını öğrenmek için telefon etmiş ve olumlu yanıtlar almıştı...

John ve Barbara’nın yardımcı olacakları sözünü vermeleri Metin Tezcanlı’yı mest etmişti... İngiltere ile kurulan telefon köprüsünü yöneten Bahar, John ve Barbara’nın İngiltere’deki en solcu ve en radikal örgütünün üyeleri olduğunu ama son dönemde o örgütten ayrıldıklarını aktarmış ve Metin’e, “ beş para etmez nice adamlara yardım ettiler ve hala da ediyorlar... Senin gibi birisi için yapabileceklerinin azamisini yapacaklarından hiç kuşkum yok... Dil sorununu çözdüğünde orada mutlu bile olabilirsin” demiş ve eklemişti:

-John ve Barbara buraya geliyorlar Metin.

-Sebep?

-Hem seninle tanışmak hem de vize işlemleri hakkında görüşmek istiyorlarmış.

-Bunun için gelmelerine gerek yoktu... Mektuplaşarak ya da telefon ile halledebilirdik bana kalırsa...

-Ben de senin söylediklerini söyledim onlara ama dinlemediler... Uygunsak, Perşembe gecesi geleceklerini ve Pazar günü de döneceklerini söylediler. Onlar için buraya gelmek, bizim Ankara’ya gidip gelmemizden daha kolay. Maddi durumları hem iyi hem de vize filan isteyen de yok... Gün içerisinde bile gelip gidebilirler...

-Ne iş yapıyor bu arkadaşlar?

-John elektronik mühendisi, Barbara da İngilizce öğretmeni. Kendi şirketleri de var ama atıl durumda yanılmıyorsam...

Metin Tezcanlı, Yeşilköy Havaalanı’nın dış hatlar bölümünde John ve Barbara’yı beklerken oldukça heyecanlıydı: Kırık dökük İngilizce’siyle iki İngiliz’i karşılamak ve ağırlamak kolay olmayacaktı. Bahar, “benim canım gitmek istemiyor. Sen tek başına da karşılayabilirsin” demiş ve misafirlerin havaalanından eve getirilmesi işini Metin’e havale etmişti.

Elinde tuttuğu A-4 kağıdının üzerinde gelecek olan misafirlerinin adları yazılıydı. Kendisine doğru yürüyen ve tipik bir İngiliz erkeğinin bütün özelliklerini üzerinde taşıyan John’un arkasından gelen Barbara’ya ise İngiliz demek için bin şahit gerekiyordu. Hiçbir tarafı İngilizlere benzemiyordu...

Garajdaki arabaya binene kadar birkaç cümlenin dışında pek bir şey konuştukları söylenemezdi. Hoş beş ve hal hatır sorarak durumu idare etmişler ve daha çok birbirlerini süzmekle meşguldüler...

Kızıltoprakta’ki eve vardıklarında saat neredeyse sabahın beşine geliyordu ve yatıp uyumak en iyisiydi... Nasıl olsa üç gün boyunca birlikte olacaklardı.

Muhteşem bir sabah kahvaltısıyla güne başladıklarında, masada bir kuş sütü eksikti... Sucuklu yumurtalar, reçeller, envai çeşit peynirler ve diğer kahvaltılıklar... Neredeyse iki saat boyunca o kahvaltı masasında oturmuşlar ve hoş bir sohbete koyulmuşlardı...

-Metin, neden İngiltere’ye yerleşmek istediğini soruyorlar.

-Sen biliyorsun gülüm, benim yerime anlat gitsin.

-Ayıp olur, sen anlat ben tercüme ederim.

-Bu ülke ile olan siyasi ve sosyal bağlarımın koptuğunu söyle. On yıl cezaevinde kaldığımı biliyorlar zaten. Tıkandım ve kendime yeni kapılar açmak istiyorum. İşsizlik ve yalnızlık da cabası... Dil öğrenmek ve mümkünse orada bir iş bulup çalışmak istiyorum. Kısacası, yeni bir hayat kurmak istiyorum...

-Aileni ve yaşadıkları yeri görmek istiyorlarmış... Tabii sen istersen ve izin verirsen...

-İzin vermek de ne demek; başım gözüm üstüne...

-Vize işini, gelmeden iyice araştırdıklarını, göçmen bürosunda çalışan bir arkadaşlarıyla görüştüklerini ve işin bütün püf noktalarını öğrendiklerini söylüyorlar...

Kendi şirketleri adına sana bir davetiye göndereceklerini ama burada da bir şirkette üç dört ay çalışıyor gözükmen gerektiğini söylüyorlar...

Buraya gelmek istemelerinin asıl nedeni de buymuş. Şirketlerinin faaliyet alanlarından birisi bilgisayar sektörüymüş. Bir bilgisayar şirketi bulmamızın ve hemen oraya işe giriş yapmanın iyi olacağını söylüyorlar...

-Ondan kolayı ne... Şimdi Turgay’a bir telefon edelim, yapsın işe girişimi... Sigorta giderlerini biz karşılarız, olur biter...

-Böyle bir olanak varsa, hiç vakit kaybetmeyelim, hemen Turgay’ın şirketine gidelim ve işlemleri başlatalım diyorlar. Şirket hakkında edinecekleri her türlü bilginin ilerde bir sorun çıkması durumunda çok işe yarayacağını söylüyorlar... Vize konusunda hiçbir açığımız olmamalıymış, aksi taktirde ileride başımız belaya girebilirmiş... Senin anlayacağın hem sana yardım etmek istiyorlar hem de korkuyorlar. Korkularını gidermek için gelmiş yoldaşlar...

-Tamam. Nasıl istiyorlarsa öyle yapalım. Her şey zaten yasal yollardan ve yasal kayıtlarla yapılacak. Turgay’ın şirketini görür ve biraz da bilgi sahibi olurlarsa mesele kalmayacak anlaşılan... Turgay’ın benim gibi bir adam olduğunu söylememize gerek var mı?

-Söyleyelim, hoşlarına gider...

Turgay’ın şirketindeki görüşmeler ve bilgi alışverişi Metin Tezcanlı’yı fazlasıyla germiş ve “artık kalkalım” demek zorunda kalmıştı. John, sanki vize işlemlerini kolaylaştırmaya değil de Türkiye’ye yatırım yapmaya gelmiş bir yabancı gibi, olur olmaz her konuda Turgay’a sorular sormaya başlamıştı...

Metin, cezaevinden tanıdığı arkadaşı olan Turgay’ın ters bir adam olduğunu gayet iyi biliyordu. John’un vize ile ilgili sorularına ayrıntılı yanıtlar vermekle birlikte, yavaş yavaş “kalkın gidin artık” der gibi bakmaya başlamıştı etrafına...

-Turgay sen sigorta girişimi yap, ben primleri yatırırım... Sana teşekkür borçlu olduğumu söylemek istiyorum arkadaşım. Çok sağol...

-Londra’ya geldiğimde otel parası filan vermem ona göre...

-Ne demek, sana her şey dahil bir tatil yaptırmak, boynumuzun borcu oldu artık.

Turgay’ın şirketindeki görüşmeden sonra Üsküdar’daki Kanaat Lokantası’nda akşam yemeği yendi ve Kızıltoprak’taki eve doğru yola çıktılar ama bir yaz akşamının bütün pırıltılarını yansıtan Salacak’ta, bir cafede denize karşı içilen çayların eşliğinde koyulaşan muhabbet, Metin Tezcanlı için başka başka anlamlar da içeriyordu ...

Üç gün öncesinde, Haydarpaşa-Gebze treninde keman çalan adama “Ela gözlüm ben bu elden gidersem/ Zülfü perişanım kal melul melul/Kerem et aklından çıkarma beni/Ağla gözyaşını sil melul melul” türküsünü çalmasını istemiş ve türkünün melodisini dinlerken, neredeyse kendini trenden aşağı atacak kadar efkarlanmıştı Metin Tezcanlı... Gidiyordu işte ve kararından cayması da söz konusu değildi... Daha gitmeden gurbet çökmüştü içine...

***

Kızıltoprak’taki evden çıkmak üzerelerken, John, Barbara’nın üzerine giydiği tayta itiraz etmiş ve daha uygun bir şey giymesi için Barbara’yı uyarma gereği duymuştu her nedense...

-Metin, adamlardaki inceliği görüyorsun değil mi? Senin ailenin nasıl bir aile olduğunu tahmin ettiler bana kalırsa ve bu yüzden John, karısının tayt giymesine izin vermedi.

-Çok şaşırdım ve her ikisini de çok taktir ettim doğrusu. Gözlerimin önünde olmasa inanmazdım herhalde. Benim bile fark etmedim Barbara’nın tayt giydiğini... Hoş bizimkiler de yadırgamazdı ama...

Pendik’teki Aydos Dağı’nın eteklerindeki gecekonduların arasında, asfaltsız ve toz toprak içindeki yollardan Metin Tezcanlı’nın ablasına gidiyorlardı. Öğle yemeği yenecek ve ardından da annesinin babasının ve kardeşlerinin yaşadığı eve gidilecekti...

Arabayı kullanan Metin, İngiliz konuklarının sorduğu soruyu anlamış ve cevabı da kendisi vermişti.

-Hala İstanbul’da mıyız?

-Evet, hala İstanbul’dayız. Tam ortasında!..

Annesiyle kıyaslandığında, ablası hem daha şehirli ve hem de çok titiz sayılırdı. Ablasının evinin derli toplu ve temiz olduğunu bilmek Metin’i rahatlattığı için ziyaret önceliğini ona vermişti...

Köfteler John’a bakıyordu, John da köftelere...

-Metin, misafirin neden yemeğini yemiyor?

-Abla bu adamcağız vejetaryenmiş... Köfteleri yemesi mümkün değil... Sen ona pilav ve salata takviyesi yap... Garip, bir şey de diyemedi, yazık...

-Gelmeden önce beni uyarsaydın, ona göre hazırlık yapardım a kardeşim...

-Abla dert etme, ben iyi bakıyorum onlara.

Ablasının evinin içi fena sayılmazdı ama sonuçta İstanbul’daki en yoksul gecekondu semtinde oturuyordu ve evine gelen misafirlerin yol boyunca yaşadıkları şoktan kurtuldukları da söylenemezdi...

Annesinin evine vardıklarında kalabalık bir topluluk tarafından karşılandılar... Çaylar içilirken, Metin Tezcanlı’nın annesi bir ara yan taraftaki odaya gitmiş ve bir bohça ile geri dönmüştü.

-Bahar, kızım söyle Barbara’ya hangisini beğenirse onu alsın... Bazılarını kendim ördüm, bazılarını da komşularım... Almazsa darılırım bunu da söyle. Hatıramız olsun...

-Anne, John “bana bir şey yok mu?” diye soruyor.

-Metin’e ördüğüm bir kazak vardı... Beğenirse seve seve veririm... Metin fazla alacalı bulacalı olmuş diye almamıştı...

John, kendisine uzatılan ve neredeyse gökkuşağındaki bütün renkleri üzerinde taşıyan kazağı büyük bir sevinçle almış ve Metin Tezcanlı’nın annesiyle sarmaş dolaş olmuşlardı. Misafirlerin de ev sahiplerinin de keyfine diyecek yoktu. Her iki taraf da birbirlerini ilk ve son kez gördüklerinin gayet farkındaydılar sanki...

John ve Barbara “hayatımızda geçirdiğimiz en güzel üç gün” diyerek veda etmişlerdi havaalanında ama, Metin Tezcanlı’ya göre sivri sinekler fena hırpalamıştı konuklarını... Koşuşturmacadan ve verilen ziyafetlerden dolayı sivrsinek ilacı almayı akıllarına bile getirememişlerdi...

bölüm başlıklarına git






Bumerang

Metin Tezcanlı’nın Londra’ya varması hiçte zor olmadı: John ve Barbara’nın kendi şirketleri adına gönderdikleri davetiye vize sorununu gidermeye yetmiş ve İngiltere’ye girişte ciddi bir zorluk yaşamamıştı... Bütün evrakları yasaldı ve yasal mercilerden alınmıştı. On yıl hapishanede yattıktan sonra başını tekrar derde sokmak gibi bir niyeti olamazdı zaten...

Bahar, Metin’in Londra’ya ulaşmasından bir buçuk ay sonra Kızıltoprak’taki evini bile boşaltamadan soluğu Metin’in yanında almıştı. Londra’yı ve Londra’daki mültecileri tanıyan Bahar’ın varlığı Metin’in yalnızlığına ve yabancılığına ilaç gibi gelmişti...

Günler, haftalar ve aylar geçtikçe, hem yeni insanlar tanıyorlar hem de Bahar’ın eski tanıdıklarıyla buluşmaya başlıyorlardı. John ve Barbara’nın evinde tanıştıkları ve ara sıra görüştükleri Naci ve Bayram kardeşlerin hikayesi, diğerlerinden oldukça farklıydı... Bahar’ın çocukluğunu ve genç kızlığını geçirdiği semtin çocuklarıydılar ve yolları Londra’da kesişmişti işte...

-Hayat ne garip değil mi Metin?.. Kırk yıl düşünsem, onlarla burada karşılaşacağım aklımın ucuna bile gelmezdi...

-Eh, dünya küçük dedikleri bu olsa gerek... Yeşilköy niree, Edmonton nire... Benim anlayamadığım şey, bizimle karşılaştıklarına bu kadar çok şaşırmış ve şok olmuş olmaları... Naci’nin burada cezaevine girme nedeni bana hiç de inandırıcı gelmedi...

John, kefalet parasını yatırıp Naci’nin serbest kalmasını sağlamış ama başını nasıl bir belaya soktuğunun farkında değil bana kalırsa... Bence uyuşturucu ticaretinin içindeler bu insanlar...

-Naci Abi bizim koruyucu meleğimizdi... Mahallenin kabadayısı sayılırdı. “sizi rahatsız eden biri olursa haberim olsun” der ve daima bize abilik yapmaya çalışırdı... Özünde çok iyi bir insandı ama aradan nerdeyse yirmi yıl geçmiş... Benim solcu oluşuma ve senin gibi bir adamla birlikte olmama da şaşırmış olabilirler... Bayram abiyi zaten fazla tanımam...

-Naci çok samimi davranıyor ama Bayram, sanki bir şeyleri saklamak istiyor gibi... John’un onlara dair fazla konuşmak istemeyişi de gözümden kaçmadı.

-John onları örgütlemek için bu işe bulaşmıştır... Belki durumu fark etti ama iş işten geçmiş durumda... Yakında, karar duruşması var ve durum açıklığa kavuşur herhalde...

-Umarım onların dediği gibi bir yanlışlık sonucu yargılanıyordur Naci... Çok cana yakın ve bize iş kurmak gibi bir projesi bile var... Bayram, hiç oralı olmuyor ama...

-Naci Abi’nin kişiliği bu... Başı darda olan herkese yardımcı olmaya çalışır...

Metin Tezcanlı ve Bahar çiftine yardımcı olmaya çalışan Naci’nin “ bu sene çok kötü bir sezon geçirdik ” deyişindeki üzüntüsünün ve hayıflanmasının sebebini merak eden Metin Tezcanlı, Naci ve Bayram kardeşlerin herhangi bir işyeri sahibi olmadıklarının ve görünürde hiçbir işle iştigal etmediklerinin gayet farkındaydı.

Naci ve Bayram kardeşlere soru sormaktan imtina eden Metin Tezcanlı, içten içe onların uyuşturucu işiyle uğraştıkları sonucuna varmıştı...

Tercümanlık yaparak geçinen ve zaman zaman Metin Tezcanlı ve Bahar çiftine tercümanlık işleri pas eden Bahri de uyuşturucu işinin içindeydi ve görevi de tercümanlık yapmaktı...

Naci’nin yakalandığı operasyonun içinde o da vardı ama sadece tercümanlık yapmak için onlarla birlikte olduğunu söylüyordu. Uyuşturucu alışverişi yapılacağından haberinin olmadığını iddia etmesine rağmen, Metin Tezcanlı ona inanmamıştı: Para için her şeyi yapacak bir insan imajı vardı ve kendisini kurtarmak için hem Naci’nin hem de diğerlerinin başını yaktığı söyleniyordu...

Naci ve diğer arkadaşlarına uyuşturucu kaçakçılığından on beşer yıl hapis cezası verilmişti... Naci, son duruşmadan sonra yeniden tutuklanıp cezaevine konduktan sonra, Bahri’ye mesajını iletmiş ve intikam yemini etmişti: “Sen bizi yaktın, biz de seni yakacağız...”

Naci’nin yeniden cezaevine girmesinin ardından diğer iki kardeşi apar topar Londra’ya gelmişler ve Naci’nin ziyaretine gitmişlerdi...

Naci’nin en büyük abisi Türkiye çapında büyük üne sahip bir avukattı ve on sekiz yaşındaki kızı da uyuşturucu bağımlısıydı. Kızını Yunanistan’daki bir uyuşturucu tedavi merkezine yatırdıktan bir ay sonra kardeşinin uyuşturucu ticareti nedeniyle mahkum olduğunu öğrenmiş ve kelimenin tam anlamıyla yıkılmıştı...

Naci’nin avukat olan abisi, uyuşturucu bağımlısı olan kızı ve en küçük kardeşi, Metin Tezcanlı ve Bahar çiftinin evine geldiklerinde, eski komşuluk günlerini konuşmak yerine, uyuşturucu suçundan mahkum olan kardeşlerini ve uyuşturucu bağımlısı olan Şule’yi konuşmak zorunda kalmışlardı...

Kızıla boyalı saçları ve yüzünün hemen her yerinde piercing olan Şule, yaşının çok üzerinde ve bitmiş görünüyordu. Bir Türk kızından daha çok sokakları mesken edinmiş yersiz yurtsuz İngiliz homeless’lardan (evsiz) birine benziyordu...

Bir baba ve en büyük abi olarak içine düştüğü durumdan hem utanan hem de kendini suçlayan ünlü avukat, “Naci, zengin çocuklarına uyuşturucu satarken intikam aldığını düşünüyordu belki de ama o çocukların arasında kendi yeğeninin de olabileceğini aklına getiremedi...

Beyoğlu’ndaki barlara takılan ve uyuşturucu kullanan erkek arkadaşının kurbanı oldu benim kızım, ama bizim ihmalimiz de var. Doğru ya da yanlış, eskiden gençler bir ideal uğruna yaşıyorlardı ve uyuşturucuya ihtiyaç duymuyorlardı... Amaçsız ve idealsiz nasıl yaşanır ki?..

Salt parayla mutlu olunabilseydi, benim kızım uyuşturucuya ihtiyaç duymazdı ki... İstanbul’un en iyi semtlerinin birinde, spor kompleksi ve yüzme havuzu olan bir sitede oturuyoruz ve maddi açıdan çok ayrıcalıklı bir konumdayız... İşten güçten başımı kaldırmayışım ve aileme yeterli zaman ayırmayışım tamamen benim suçum...

Keşke gecekonduda otursaydım da kızımı bu halde görmeseydim... Ona baktıkça kendimi öldüresim geliyor... Dayanamıyorum onun bu haline... Benim küçük meleğim ne hale geldi... Allah kimsenin başına böyle bir ceza vermesin...” derken gözyaşlarını tutmakta zorlanıyordu...

Metin Tezcanlı, Bahar, Naci’nin en küçük kardeşi ve Şule’nin babası arasında geçen sohbet süresince, ağzını bir kere bile açmadan sessizce olup bitenleri izlemiş ve dalıp dalıp gitmişti Şule...

Ünlü avukatın yanındaki en küçük kardeş de en büyük abisi gibi okuyup iyi bir meslek sahibi olmuştu ama Naci ve Bayram, memleketi ve insanlığı kurtaralım derken, Londra’da uyuşturucu satıcı olmuşlardı...

bölüm başlıklarına git






Bu sefer kurtulamayacaklar

Metin Tezcanlı, John ve Barbara’nın eski örgütünün lideri olan Richard ve karısı Susan ile Türkiye’deyken tanışma fırsatı bulmuş ama onların onuruna verilen davette, gece boyunca bağlama çalıp türkü söylemek dışında tek bir kelime bile konuşamamıştı.

Davete katılanların çoğunluğunu yasal faaliyet gösteren sol bir partinin üst düzey yöneticileri oluşturuyordu ve Metin Tezcanlı dışındaki bütün erkekler ve bütün kadınlar, şakır şakır İngilizce konuşuyorlardı nerdeyse...

Richard, kendisini hayran hayran dinleyen erkeklere hiç susmadan bir şeyler anlatırken, Susan ve davetteki diğer kadınlar, Metin Tezcanlı’nın etrafında bir öbek oluşturmuşlar ve türkü dinlemeyi tercih etmişlerdi.

Metin Tezcanlı, Susan’ın ağıt dinlerken kocasını ya da oğlunu yitirmiş bir Türk ya da Kürt kadını gibi vücudunu sağa sola sallayarak, vücut diliyle ağıtlara eşlik etmesini hayretle izlemiş ve zaman zaman da gülmemek için mola veriyorum bahanesiyle kendini dışarı zor atmıştı...

-Metin, ben bu Richard’ı yaklaşık on yıldır tanıyorum. Bizim partiyle onların örgütü arasında iyi bir ilişki vardı ve bir çok konuda benzer görüşlere sahiptik. Eski kocam Mesut ile birlikte bir yıl İngiltere’de kaldığımızda, neredeyse onların bir üyesiymişiz gibi gönüllü olarak bütün faaliyetlerine katılıyorduk...

İngiltere’nin ve dünyanın en önde gelen Marksist iktisatçılarından birisi olduğu gibi, İngiltere’deki en radikal solcu örgütün de lideri aynı zamanda. Radikal dediğime bakma, bizdeki herhangi bir gecekondu mahallesindeki en gariban örgütün yarısı bile etmezler ama, “keçinin olmadığı yerde koyuna Abdurrahman Çelebi derler” misali...

Katiyen yasadışı bir şey yapmazlar ve sıfır riskle çalışırlar... Zaten Türkiye’de de bula bula yasal bir partiyi kendilerine partner buldular ne hikmetse...

Karşısındaki onu dinliyor mu dinlemiyor mu diye bakmadan sürekli konuşur;

egosu fena gelişmiş birisidir. Ailesini de tanıyorum... Evinde hiçbir iş yaptığını görmedim. Karısı da örgütünün üyesi ve yöneticisi ama evinde ev hanımı gibidir...

Yıllardır, “bu sefer kurtulamayacaklar” diye diye ömrünü tüketen bir adam. Ne zaman uluslararası bir kriz ya da bölgesel bir sorun çıksa, “bu sefer kurtulamayacaklar” diyerek başlıyor nutuk atmaya... Sanırsın ki bütün kapitalistler bir anda dize gelecek ve bizimkinden aman dileyecekler...

Bir keresinde onun evinde yemek yiyorduk. Konuşmasının bir yerinde yine “bu sefer kurtulamayacaklar” deme gafletinde bulundu. İki tane çok zeki kızı var. Kızların ikisi de aynı anda “baba yıllardır aynı şeyi söylüyorsun ama “ diyerek gülmeye başladılar. Susan, işaret parmağını ağzına götürerek, kızlara susun işareti yapmak zorunda kaldı...

-Bahar, sen Londra’ya benim yanıma gelmeden önce bu adam ve karısı beni evlerine davet ettiler. Yanıma, İngilizce’si iyi olan birisini alıp gittim. Richard’ın lideri olduğu örgütün bütün yöneticileri de oradaydı. Susan’ın hazırladığı yemekleri yedikten sonra oturma odasına geçtik... Üç katlı ve bahçeli evlerine bayıldığımı söylemeden edemeyeceğim...

Başta Richard olmak üzere herkes soru yağmuruna tutmaya başladı beni. Yok İngiltere’deki mültecileri nasıl örgütleyebilirlermiş, yok PKK ‘yı devletle anlaşmaya giden çizgisinden nasıl döndürebilirlermiş vs. vs. Sanırım o akşam onların sorularına verdiğim yanıtlardan dolayı beni pek sevmediler...

Bir anda kendimin ne kadar önemsendiğini hissettiğimde havaya girmedim desem yalan olur. Karşımdaki insanların bana bakışlarındaki merak duygusunu izlemenin hoşluğu bir yana ama politik olarak nedense çok sığ göründüler gözüme...

Richard, “PKK’nın uzlaşmacı bir çizgiye kaymasını nasıl engelleyebiliriz?” Diye bir soru sordu, ben de ona “paranız, silahınız ve PKK saflarında savaştırabileceğiniz adamlarınız var mı? Diye kontra birkaç soruyla karşılık verdim... Richard, “hiç birisi yok” deyince dayanamadım ve “bunları söylemek zorunda kaldığım için üzgünüm ama, bu üç unsur, para-silah ve savaşacak adamlarınız olmadan sakın PKK’nın karşısına çıkmayın, sizi fena ezerler...” Dedim.

Richard, “peki, mültecileri örgütleyebilir miyiz?” diye sorduğundaysa, “Londra’ya geleli birkaç ay oluyor. Bu sürede gözlemleyebildiğim kadarıyla, mülteciler kendi aralarında zaten örgütlenmiş durumdalar. Enerjinizi boşa harcamamanızı tavsiye ederim. Onların çoğunun tek derdi para kazanmak, politik mücadele vermek değil... Eğer mültecileri zenginleştirebileceğinize ikna edebilirseniz, o zaman benim onlar hakkındaki görüşlerimi boşa çıkartabilirsiniz...” Demek zorunda kaldım.

Hem onlara mı kalmış PKK’yı radikal çizgisinde tutmak?.. Londra’nın göbeğindeki malikanelerinde krallar gibi yaşıyorlar ve kişisel geleceklerine dair en küçük bir kaygıları da bulunmuyor. Sıkıysa gelip Türkiye’de devrimciliklerini ve radikalliklerini birkaç ay test etsinler ve radikallik neymiş bir görsünler...

Sorularına verdiğim yanıtlarla onları hayal kırıklığına uğrattığımı hissettim ama boş işlerle uğraşmalarına yönelik tavsiyelerde bulunmuş olsaydım, bu sefer de kendimle kavga etmeye başlardım. Kendi inanmadığım şeyleri başkalarına nasıl tavsiye edebilirim ki?

***

Richard’ın karısı Susan, kendilerinin organize ettiği bir toplantıya Metin Tezcanlı ve Bahar çiftini de davet etti. “Yol paramız yok, gelmemiz mümkün değil” cevabını aldığındaysa,”örgütümüz yol parasını karşılıyor” yanıtını verdi...

Metin Tezcanlı ve Bahar, toplantı bittikten sonra kendilerine yol paralarını verecek olan Susan’ın, kuruş kuruş ve toplu taşıma araçlarını baz alarak yaptığı hesaplamayı ömürleri boyunca unutamayacaklardı...

Yol parası olmayanın başka şeyler için de parası olmayacağını düşünemeyecek ve anlayamayacak kadar cahil olmaları mümkün değildi. Türkiye’ye geldiklerinde Bahar’ın ve eski kocası Mesut’un evinde haftalarca kalan ve tek kuruş harcatılmayan Richard ve Susan, Bahar ve yeni sevgilisi Metin Tezcanlı’nın toplantılarına katılabilmeleri için gereken yol parasını vermek dışında ne aramışlar ne de sormuşlardı...

-Metin, yedirdiğim içirdiğim her şey haram olsun bu nankörlere... Günlerce evimde ve dışarıda yemek yedirdim bunlara. Dahası, bizde kaldıkları on gün boyunca ceplerinden tek kuruş para harcatmadık onlara... Rahat etsinler diye kendi yatak odamızı bile onlara tahsis ettik...

Biz paramız yok diyoruz, o kalkmış yol paramızın ne kadar tutması gerektiğini hesaplıyor... İşin ucunda Mesut’u terk edişim ve seninle birlikte oluşum da var, bana kalırsa... Richard ve Susan, Mesut’u çok seviyorlardı...

Richard ve Susan’ın daveti ile Londra’da dil öğrenmeye giden Gülsüm, İkinci haftanın sonunda Metin ve Bahar’ı arayarak, onların yanında bir ay kalıp kalamayacağını sormak zorunda kalmıştı.

Metin Tezcanlı ve Bahar’dan olumlu yanıt alan Gülsüm, “şeytan görsün bunların yüzünü. On beş gün cehennem hayatı yaşattılar bana” diyerek soluğu İstanbul’dan tanıdığı eski yoldaşlarının yanında almıştı.

“O kadar resmi ve mesafeli davrandılar ki, su içerken bile tereddüt etmeye başladım... Kitaplardaki enternasyonalizm masallarına hiç benzemiyordu vallahi...”

bölüm başlıklarına git






Ne zaman

Üç yıl süren İngiltere macerasına nokta koyup Türkiye’ye döndükten sonra uzun bir süre sessiz kalan ve ortalarda gözükmeyen Metin Tezcanlı, eski günleri yad ettiği bir anda, telefona koşmuş ve tıpkı giderken yaptığı gibi Hasan’ı aramıştı. Neredeyse bir saat boyunca telefonda sohbet etmişler ve birbirlerine neler yaşadıklarının özetini yapmışlardı...

Hasan’ın, Metin Tezcanlı’nın gözünde ayrıcalıklı bir statüye sahip olmasının birkaç nedeni vardı: Birincisi, Metin’in bedelli askerlik işindeki son pürüzleri onun halletmiş olması; ikincisi de , tekerlekli sandalyeye mahkum oluşuydu...

Telefon konuşmasından bir hafta sonra Hasan’ın Kurtköy’de aldığı eve ulaştığında, Metin Tezcanlı biraz şaşkın ve endişeli gözlerle etrafı süzmeye başlamıştı: Görünürde hiç kimse olmadığı gibi, Hasan’ın oturduğunu söylediği apartmanın önünde ve altındaki boş dükkanlarda hiçbir hayat belirtisi göremiyordu.

Yaklaşık on kattan fazla görünen apartmanın girişindeki zillerin üzerinde herhangi birilerinin isimleri de yazılı değildi. Issız ve insansız böyle bir yerde ne yapıyor bu çocuk diye içinden geçirdiği sırada apartmanın yanındaki kulübeden bir adam çıkageldi.

-Kimi aradın hemşerim?

-Hasan diye bir arkadaşımın ziyaretine gelmiştim ama...

-Dur sana kapıyı açayım o zaman. Beşinci katta oturuyor.

-Teşekkür ederim.

Beşinci kata ulaştıktan sonra zile basmış ve beklemeye başlamıştı. Kapının geç açılacağını tahmin ediyordu ama tahmininden daha kısa bir zamanda açılmıştı kapı...

-Hoş geldin Metin, Ben Fatma. Hasan giyiniyor şimdi gelir.

-Merhaba Fatma. Ben daha İngiltere’ye gitmeden önce seni gıyabında tanıyordum. Hesapta Hasan ile birlikte kaçıracaktık seni ama buna gerek kalmamış anlaşılan...

-Gerek kalmadı çünkü ben Hasan’a kaçtım sayılır.

-Biraz bilgim var ama bu hikayeyi bizzat Hasan’dan dinlemek istiyorum.

-Ben bir çay yapayım o zaman. İstihbarat sağlam yerden. Çay olursa başka bir şey istemezmişsin!

-Bravo, benden uzun yaşayacaksın...

Fatma’nın geçirdiği çocuk felci nedeniyle iki bacağının da zayıf ve güçsüz olduğunu biliyordu, Metin. Ağır ağır ve biraz da ayaklarını sürüyerek yürüyor olmasının yine de büyük bir nimet olduğunu düşünüyordu...

-Ooo hoş geldin birader!

-Hoş gördük Hasan’ım, keyifler nasıl?

-Nasıl olsun be birader, zabıtalarla cebelleşip duruyoruz.

-Senin zabıtalarla ne işin var, Hasan’ım?

-Sorma birader, sorma ya... Bir arkadaş parfüm satıyormuş, “evde boş boş oturacağına git pazarlarda parfüm sat, iyi para kazanırsın” dedi. Önceleri fena bir fikir gibi gelmedi ama zabıtalar tezgahın başına gelip, izin mizin sorunca tepemin tası attı, başladık ağız dalaşına... Belediye başkanı, kaymakam falan derken sinirlerim altüst oldu... Güya izin işini hallettik diye düşünürken, üç gün sonra zabıtalar tekrar tezgahımın başına üşüştüler ve Fatma ile beni neredeyse yaka paça çekiştire çekiştire uzaklaştırdılar... Direnmeye çalıştık ama ne fayda... Bu ülkedeki bazı sağlamların en az bedensel engelliler kadar zihinsel engelli olduğunu söylesek yeridir birader...

-Hasan’ım, sen bu halinle ekmek paranı çıkartmaya çalışıyorsun ama adamlar sana izin soruyorlar öyle mi?

-Aynen öyle birader... Sağlam bir sürü pazarcı, hem izinsiz hem de tek kuruş vergi bile vermeden çatır çatır para kazanıyor... Sıkıysa gidip onlarla uğraşsınlar... Ya bıktım be Metin, yoruldum artık...

Fatma çay servisi yaparken Hasan’ı uyarmış ve “Metin’i görür görmez mızımaya başladın. Sırası mı şimdi, sonra anlatırsın bunları...” Deme gereği duymuştu ama Hasan, “ Metin hem yabancı değil hem de tanıdığım en iyi dinleyicilerden biridir.” Diyerek gülmeye başlamıştı. Keyfi yerinde olduğu zamanlarda göğüsden aşağısının tutmuyor oluşunu dert etmiyormuş gibi yapar ve kendisiyle dalga geçmeye bile kalkardı...

-Hasan’ım sen şu evlilik işini anlat hele... Dinlemek için can atıyorum...

-Anlatayım birader... Ama öncesinde bir anekdotumu aktarmak istiyorum: Bu kaza olayı başıma geldikten ve ölmeyip sürünmeye başladıktan sonra o doktor senin bu doktor benim geziyoruz... Sonunda ayağa kalkamayacağım kesinleşti ama benim derdim başka. Derdimi doktora anlatmaya da utanıyorum, öte yandan... Ulan ben bu adamlara dünya kadar para veriyorum, her şeyi sormaya hakkım var dedim en sonunda ve en son gittiğim ünlü profesöre, “ hocam bacaklar elden gitti de kuş ötecek mi siz onu söyleyin...” Dedim ve başladım gülmeye... Profesör de başladı gülmeye... “Evladım hiç merak etme, hem öter hem de uçar... İstersen çocuk bile yapabilirsin...” Dediğinde, içimden “allahım sana şükürler olsun” demediysem namerdim...

Fatma ilk çay servisini yaptıktan sonra tekrar mutfağa gitmiş ve geri dönmemişti. Bir şeyler hazırlıyordu anlaşılan.

-Evlilik meselesine gelince: Malumun olduğu üzere, ben Fatma ile Bakırköy’deki Fizik Tedavi Merkezinde tanıştım... Biz birbirimize aşık olduk ama Fatma’nın ailesi ilişkimizi bir türlü onaylamıyor... Hem Aleviliğimi öne sürüyorlar hem de tekerlekli sandalyeye mahkum oluşumu... Onların yarattığı gerilim nedeniyle bir ara ilişkimiz bitecek diye çok korktum...

Kızı ciddi ciddi tehdit etmeye filan başladıklarını öğrendiğimde, kaçırayım seni dedim ama Fatma’nın hazır olmadığını anladım... Hatta bir süre birbirimize küstük ve görüşmedik... Derken bir gece telefon çaldı ve Fatma “gel beni al” dedi... Hemen Fuat’ı aradım ve gidip Fatma’yı aldık...

Ailesiyle kavga edip, evden ayrılmış meğerse... Neyse Fatma bize gelince ailesi pes etmek zorunda kaldı ve iş nikahla noktalandı... Nikah salonunda nikahın kıyılmasını bekliyoruz... Aman allahım bir kıyamet, bir gürültü patırtı... Deprem oluyor birader... Bir de bakıyorum ki etrafımda kimse kalmamış; herkes toz olmuş... Bizde moral sıfır tabii... Şu halimize bakmadan bir de evlenmeye kalkışıyoruz gibisinden triplere girdik...

-Hasan’ım vallahi büyük adamsın...

-Gaz verip durma birader... Fatma olmasaydı halim perişandı benim: Çok iyi bir insan ve çok da güzel anlaşıyoruz...

Fatma’dan söz ederken gözleri ışıl ışıl parlıyordu Hasan’ın. Belli ki fena aşıktı ve Fatma’yı büyük bir nimet ve şans olarak görüyordu...

-Hasan’ım, koca istanbul’da bula bula bu dağ başını mı buldunuz yaşamak için?.. Bu binada sizden başkası oturmuyor galiba. Çünkü ben bekçiden başka kimseyi göremedim...

-Sorma birader... Bu kooperatif binasını benim amca oğlu yapıyordu... Gel sana da bir daire verelim ileride rahat edersin dedi... Bana tazminat olarak verilen paradan iki buçuk milyon bir para kalmıştı; onu verip dahil olduk kooperatife... Az bir borcum daha var ama sonunda ev sahibi olduğum için kendimi şanslı sayıyorum...

İnsansızlık ve yalnızlık büyük bir dezavantaj ama hiç değilse Fatma ile baş başayız ve hayatımızı kendimiz şekillendiriyoruz... Samanlık seyran olmasa da gönlümüz hoş oluyor birader... Birkaç yere iş başvurusunda bulunduk ama ne arayan var ne de soran... Babam ve annem hala maddi yardımda bulunuyorlar ama onların da pek bir şeyleri kalmadı doğrusu... Benim malülen emekli maaşım var; birde babamların kiraya verdikleri daireden alınan kiranın bir bölümü ile geçinmeye çalışıyoruz işte... Evimizi beğendin mi birader?..

-Bina olarak da dairenin iç dekerasyonu olarak da gayet güzel ve kaliteli malzeme kullanıldığı belli oluyor... Eh eşyalar da gıcır gıcır... Benim söylemek istediğim şuydu Hasan’ım: Acil yardım alma olanaklarınız son derece kısıtlı... Arabanız var ama gecenin bir vakti yolda filan kaldığınızda ya da hasta filan olduğunuzda etrafta size yardımcı olabilecek kimse yok...

-Söyledik ya birader, gönlümüz hoş işte... Baba evinde herkesin eşref saati birbirini tutmuyor ve haliyle basit şeyler bile gerilimlere neden olabiliyor... Sen yine kurmaya ve kurduklarına yönelik savunma mekanizmaları aramaya başladın... Hepsi bir arada olmuyor işte... Kıçımız kırık diye gönlümüzü de kıracak değiliz ya... Kırılmışız zaten kırılacağımız kadar...

-Ulan Hasan, sendeki hayata tutunma azminin ben de olmasını çok isterdim... Seni gördükçe ve anlattıklarını dinledikçe kendimden utanmıyorum dersem yalan olur...

-Gaz verme dedik ya birader!.. Her zaman böyle keyifli ve neşeli olmam mümkün mü sence?.. Sinir krizleri geçirdiğim ve etrafımdaki her şeyi kırıp döktüğüm anlara rastlamanı inan ki istemem... Şu boş apartmanın merdivenlerinden gelen her adım sesini duyduğumda, suratıma bir tokat indiriliyor sanki ve o noktada paramparça olduğumu hissediyorum...

Madem ki bir daha yürüyemeyeceğim diye düşünmeye başlayınca, gerisi fena geliyor birader... Ve umut etmek, böylesi bir durumda en büyük işkenceye dönüşüyor... Yaklaşık on üç senedir umut ederek yaşıyorum ve sık sık şu soruyu kendime sormadan edemiyorum: Ne zaman?..

bölüm başlıklarına git






Kitabınızı yayınlamak isteriz

Cumhuriyet Gazetesinin hafta sonu ilavesi olan Cumhuriyet Dergi’de ilk şiiri yayınlandığında, havalandırmadaki voltasını daha bir başka atıyordu, Metin Tezcanlı...

Bir arkadaşı yanına gelmiş ve “bütün cezaevi seni konuşuyor” demişti... Şiirlerinden bazıları nihayet firar etmeyi başarmışlardı... Açık Görüşlerde ya da dışarıya yıkanması için annesine verdiği eşyaların gizli bölmelerinde saklanarak uçup gitmişlerdi işte... Firar etmeyi bekleyen başka şiirleri de vardı...

İlk şiirini yazıp, arkadaşlarına okuttuğunda, kimisi bıyık altından gülmüş, kimisi de “sen bu işi bırak” demişti ama iki üç yıl sonra şiirleri ard arda yayınlanmaya başladığında, kendisinden önce isim yapmaya başlayan ve şiir kitabı çıkaran bazı tutsak şairler, şiirlerini ona getirip, fikrini sorar olmuşlardı...

Bazı dergi ve kitaplarda yayınlanan şiirleri vardı ama o şiirlerinin bir çoğu da devrimci misyonerlik ruhuyla yazılmıştı... O dönemde yazdığı şiirlerinden pek azını saklamış ve pek azını sevmişti... Kendi hayal kırıklıkları, acıları ve sevdaları yerine, kendisinden beklenenleri yazmak zorunda hissediyordu. Dahası bireyci damgası yemek istemiyordu ama küçük kaçamaklar yapmaktan da duramıyordu... Yayınlanan şiirleri, işte o küçük kaçamakların meyveleri sayılırdı...

Cezaevinde yazdığı ve yok ettiği şiirlerinden en az iki şiir kitabı çıkardı ortaya ama onları imha etmekten kaçınmamıştı...

Bahar ile birlikte olmaya başladıktan sonra yazdığı kitabı yırtıp attığı için de kesinlikle üzülmemişti... Hamlığını, naifliğini ve sığlığını atmanın en iyi yolu, yazdıklarına bağlanmamak ve hayran olmamaktan geçiyordu...

Metin Tezcanlı, İstiklal Caddesinde tek başına yaptığı bir yürüyüş sırasında, bir kitapçı dükkanından içeri girdi ve “en çok satan” kitaplara göz atmaya başladı... İçlerinden bir tanesini alıp arka kapak yazısını okuduktan sonra, sayfalarını gelişigüzel karıştırmaya ve bazı paragraflarını okumaya başladı...

Kitapçı dükkanında, “en çok satan” kitaplardan bazılarını incelerken, kendi kendine gülümsemiş ve “ben bunlardan daha iyisini yazarım” hissine kapılmıştı: Yazacağı kitabın basılıp basılmaması ya da “en çok satanlar” listesine girip girmemesi başka bir şey; bir insanın gülümseyerek kendine güvenmesi başka bir şeydi ki Metin Tezcanlı, çok az konuda kendine güvenirdi...

Yazmaya başladığı ilk satırlardaki gerilimin tek bir nedeni vardı: Elinin altında bir sürü insan hikayesi olmasına karşın, bu hikayeleri kime anlattıracağına bir türlü karar veremiyordu. Kendi ağzından anlatmayı denemesine karşın, başarılı olduğu söylenemezdi. Dahası, kendisi de bu açmazın gayet farkındaydı...

Bencillik edip elinin altındaki hazinelerine kıymayı göze alamazdı. Madem kendisi beceremiyor, o zaman, başka birisini bulacak ve hikayelerini onun yazmasını isteyecekti. Yıllardır tek satır yazmayan ve bunun sıkıntısını yaşayan içindeki İkinci Tekil Şahısı bulması hiçte zor olmadı...

O da sanki böyle bir an’ın ve fırsatın çıkmasını bekliyormuşcasına şevklenmiş ve hikayeleri yazmak için delice bir çoşku duymaya ve sabırsızlanmaya başlamıştı. Yazacağı insan hikayelerinin yabancısı ya da yalancısı olmayacağı kesindi...

Sabah kahvaltısından sonra oturduğu çalışma masasının başında, neredeyse soluk almadan saatler boyunca yazıyor ve dinlenmek için yatağına uzandığında, kıvrana kıvrana neler yazacağını düşünüyordu.

Beynini ve yüreğini ortaya koymuş, bir anlamda hem çalıyor hem de söylüyordu Metin Tezcanlı... Tanımlanması kolay olmayan gizli bir aşk yaşıyordu sanki...

Kendi madenine ve madencisine ulaşmıştı en sonunda... Yıllardır beynini kemiren ve yüreğini yaralayan ya da coşturan ne varsa, beyaz sayfaların üzerine aktarıyor ve yaptığı işten olağanüstü bir haz alıyordu...

Bahar Tezcanlı, kocasının yazdığı ilk bölümleri okurken, bir ara gözlerini kısmış ve Metin’e “çok güzel” dedikten sonra okumasına devam etmişti... İşten geldikten sonra Metin’in yazdıklarını okumak için sabırsızlanan Bahar’ın heyecanı, Metin Tezcanlı için iyi bir okur testi sayılırdı. Yazdıkları Bahar’ı içine çekmeyi başardığına göre, fena gitmiyor demekti...

Metin’in Tezcanlı’nın yıllar önce yazdığı ve sonra da yırtıp attığı ilk kitabını pek beğenmeyen Bahar, Metin’in ilk yazdıklarıyla son yazdıklarını kıyaslarken “ o zamanlar çok naiftin...” demek zorunda kalmıştı.

Üç dil bilen ve iyi bir kitap okuru olan Bahar’ın heyecanını ve gizlemeye çalıştığı kıskançlığını gören Metin, yazma serüveni için gereken “dış desteği” de böylece bulmuş oluyordu... Dünya ile bütün irtibatını koparmış ve başka bir boyuta geçmişti... Yarım kalan yazma macerasına yeniden başlıyordu...

Yaklaşık iki ay boyunca, günde ortalama beş saat yazarak ortaya çıkardığı ana metni yakın arkadaşlarına dağıtıp, onlardan gelecek olan tepkileri beklemeye başladı...

Ülke ortalamasının üzerinde bulunan arkadaşlarının söyleyecekleri, kendisi için rehber olacak ve ne yapması gerektiğine karar verecekti... Yerinde duramıyordu!..

2000 yılında İngilizce’den Türkçe’ye çevirdiği kitabı yayınevine teslim ettikten bir hafta sonra karşılaştığı yayınevi sahibinin sözleri, Metin Tezcanlı’nın katettiği mesafeyi anlatır nitelikteydi: “ Bunca yılldır bu işi yapıyorum; ilk kez bu kadar temiz bir çeviri alıyorum. Bir kez okudum ve kitabı basıma gönderdim, ellerine ve aklına sağlık!..”

Hiçbir akademik kariyeri ve ünvanı bulunmayan Metin Tezcanlı’nın, üzerine tek bir kitap bile okumadığı Darwin’in Evrim Teorisi kuramıyla ilgili hem akademik ve hem de hukuki boyutları olan bir kitabı İngilizce’den Türkçe’ye çevirmesi, başlı başına bir devrim demekti...

Altı ay boyunca, saçını başını yola yola çevirmeye çalışmıştı, o kitabı... Zaman zaman vazgeçmeyi düşünmüş olmasına karşın, Bahar’dan yüz bulamamış ve çevirmeye devam etmek zorunda kalmıştı. “Bu çeviri işini yarım bırakırsan, senin için kötü olur Metin. Senin başarısızlığa tahammülün yok, bunu sakın unutma!..”

Çevirdiği kitapla girdiği kişilik mücadelesini kazandığında, “kitap değil, sözlük çevirdim” dese de, gurur daha ağır basıyordu. Pulitzer Ödüllü bir kitabın çevirmeniydi artık.

Bahar, “ ben bile çeviremezdim o kitabı “ derken, kesinlikle kocasına yağ yakmıyordu... Birlikte olmayı seçtiği adamın, hödüğün teki olmadığını, isteyen herkes görebilirdi artık...

Okumaları ve eleştirmeleri için arkadaşlarına dağıttığı romanının ana metnine dair gelen ilk tepkiler, Metin Tezcanlı’nın ağzını kulaklarına getirmişti...

Eleştiriler ve övgüler okuyanların keyfiyetine göre değişiyordu ama ortak bir nokta vardı ve en önemlisi de oydu: Romanın ana metni, ortalama bir günde ya da bir gecede kendini okutturuyordu. Ki metni arkadaşlarına verirken, “sakın torpil geçmeyin, başkalarının sonradan yapacağını, siz şimdiden yapın ve kesinlikle çubuk bükmeyin...” demeyi ihmal etmiyordu.

Bir arkadaş evinde yenilen akşam yemeğinden sonra başlayan çay muhabbetinin konusu, Metin Tezcanlı’nın yazdığı roman ve onu okuyanların söyleyecekleriydi, doğal olarak:

-Bu kitabı sen mi yazdın, Metin?

-Yok abi, parayla başkasına yazdırdım!..

Arkadaşlarından birisi, sorduğu sorudan dolayı pişman olmuş ve “çok akıcı olmuş” diyerek, devirdiği çamı düzeltmeye çalışıyordu... Derken bir an’da ortalık karışmış ve her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştı... Kimin ne dediğini anlayabilmek için, bir kenara çekilmiş ve huşu içinde arkadaşlarını dinlemeyi tercih etmişti, Metin Tezcanlı...

-Çok naif bir öykü bu... Çok içten yazılmış... Ellerine sağlık.

-Ya hocam cinsellik bölümleri biraz kaba geldi bana ama ne yalan söyliyeyim, okuduktan sonra bende de roman yazma isteği uyandırdı...

-Şimdi, tabii güzel olmuş ama bunu okuyacak olan yirmi yaşındaki solcu çocuklar anlayabilirler mi o konuda biraz şüpheye düştüm... İşyerinde bir arkadaşa daha okuttum... Bazı bölümlerini anlayamadığını söyledi mesela....

-Metin abi, kim ne derse desin, bence sana ait bir dil ve tarz var... Ama sanki bazı yerlerde kahramanını fazla övüyormuşsun gibi geldi... Narsizim var ama hangimizde yok ki...

-Ben kocamın söylediklerine katılıyorum...

-Anlatım tekniği olarak zor olan bir biçim seçmişsin... Her ne kadar inşaat sektöründe çalışıyorsam da edebiyat fakültesi mezunuyum, biraz anlarım bu işlerden... Yazdıklarından dolayı seni içeri alabilirler...

-Uzun zamandır bir kitabı okurken, ilk defa bu kadar çok güldüm ve o bölümün çok iyi yazıldığını düşündüm...

-Birinci bölümde aradığım duygu yoğunluğunu bulamadım ama ikinci bölümü kendime çok yakın hissettim...

-Çok güzel olmuş, harika vallahi!..

-Piyasadaki bir çok kitaptan daha iyi bence...

-Ya iyi güzelde, romandaki kadınların kocaları ya da sevgilileri bunları okuduğunda, ne olacak?

-Sana ne ya, bırak onlar düşünsünler...

-Ama hepsi takma adla yazılmışlar, öyle değil mi Metin?..

Amatör okuyucuların tepkileri üç aşağı beş yukarı böyleydi işte... Her söyleneni can kulağıyla dinlemiş ve bilgisayar ortamına taşınan romanının başına tekrar oturmuştu...

İşine yarayacak eleştirilerle, yaramayacak olanları ayıklamaya çalışırken, kendi yazdığı romanın içinden çıkamama ve içinde kaybolma tehlikesi baş gösterdi. Ama kendi kurgusunda ısrar etmeye ve o haliyle profesyonellerin karşısına çıkmaya karar verdi... Yine de epeyce bir değişiklik olmuştu, romanında...

Büyük bir yayınevinde genel müdür yardımcısı olarak çalıştığı söylenen kişi, solcu kimliğini gizlemeden, yıllardır sektörde varolmayı başarmış ve Metin Tezcanlı’nın arkadaşlarından birinin eski kocasıydı. Yazdığı romanı bahsedilen kişiye okutma fikri kendisine ait değildi ama bir profesyonelin romanına ilişkin söyleyeceklerini duymak için sabırsızlanıyordu:

“... Bana bırakılan dosya, kabaca dört bölümden oluşuyor:

1. Gençliğinde tanıştığı biri sayesinde devrimci olması ve hızla terör ağırlıklı bir yapıya katılımı ve yaşadıkları.

2. Hapislik dönemi.

3. Yazışarak tanıştığı bir kadınla olan ilişkileri ve bu temelde cinsellik.

4. Evlilik ve bununla hemen kesişen göçmenlik dönemi.

Bu bölümlerden, yalnızca üçüncüsü “sorunlar” anlamında öne çıkıyor. Çünkü, gençken, galiba 17-18’inde bir rastlantıyla tanıştığı biri tarafından , bir gruba sokuluyor. Grup zaten şiddet yanlısı... Bu genci derhal silah eğitimine alıyorlar ve eylemlere iteliyorlar. Ben haddimi aşarak da olsa, bu sürecin pek de böyle gelişmediğini bilecek kadar o dönem yapılarını tanıyorum. Önce öğrenci eylemlerine falan katıp, sonra bildiri vb. şeylerle “eğitip” sonrasında bu tür yerlere sürerlerdi...

Ya bellek yanılsaması ya da önem kaydırması. Şöyle bir sakıncası var: “ Küfür romanı”na dönüştürüyor ve inandırıcılığı kalmıyor; “kahramanlık menkıbesi” oluyor, istemese de. ( Tabii bu yazarın bunları yaşamış biri olarak bugün nerede durduğu ile ilgili bu. “ Küfür romanı”na dönüşme izlenimi vermek istemiyorsa, dikkate alabilir.)

Hapishane kısmında, işkence vd. çok arka plana düşmüş. Bu bir yanıyla olumlu ama yine önceki paragraftaki sıkıntı beliriyor. Bu kez “direnmek“ falan değil ama, ilk dönemi yargılamak adına, yaşananlar yine kayboluyor.

Bu tür yazılar, istenmese de “hesaplaşma”yı içerir, kaçınamazsın. Ancak bellek atlamaları, vurgu kaymaları, kendince önemsizleştirmeler hesaplaşmayı da inandırıcılıktan uzaklaştırır. Zaten kendisi de , belli bir yerden sonra, “kaybolan gençlik” değerlendirmelerine ve sonra da cinselliğe geçiyor.

Politikayla (tabii ki sol) hesaplaşacaksan, politikayla hesaplaşırsın. Denilenilir ki, yaşam bütündür ve cinsellik de içindedir. Değil, o dönem cinselliğini yaşayamadan yaşamları tükenen gençler, politik nedenlerle bu hale gelmediler. Politik yapılar bu gençlerle (köyden çıkıp bir türlü kente gelemeyen kasabalı gençler) çöktü. (Bu da benim değerlendirmem.)

Metin yazarı ise, zaten kendinden emin, o cinselliğini yaşamış. O yaşamayanların “kavgası” için kendisini okuyucuya açıyor. Ve yazışmaya başladığı genç kadınla bir ilişkiye giriyor.

Yani, kurgu zayıf. Olay örgüsü karmaşık. Kişiler yeterince işlenmiyor, (bir tek ilk kadın dışında) tarihler karışıyor. İngiltere’nin son dönemi de çok net değil ve kitap pat diye bitiyor.

Metin yazarı kendisinden ikinci tekil şahısla söz ediyor. “Yapacaksın, edeceksin,” gibi. Bu eğer metne şiirsel bir dil katmaksa olmuyor gibi, en azından beni rahatsız etti.

Kısacası, kitabın bu haliyle basılmamasını öneriyorum. Basılsa bile yazar açısından ileriye dönük olarak kötü bir başlangıç olur. Bir süre dinlendirmek ve sonra alıp yeniden gözden geçirmek ve düşüne düşüne gerekli gördüğü değişiklikleri yapmak. Benim önerim bu...”

Metin Tezcanlı’nın yazdığı romanı eski eşinden alırken, “yumuşak olmak zorunda mıyım?” diye soran genel müdür yardımcısı, “hayır, ne düşünüyorsan onu aktaralım. Metin’e yalan söylemeyelim; iyilik yapalım derken, kötülük yapmayalım.” Yanıtını almış ve kendisinden isteneni yerine getirmişti...

Metin Tezcanlı, kızgındı: “Ya ben o arkadaşın değerlendirmesine kesinlikle katılmıyorum... Benim politik olarak nasıl bir nokta da durduğumu kendince keşfetmiş ve benim duruşuma karşı kendi duruşunu sergilemiş. Kitabımı doğru dürüst okumamış bile...

Bir kitap hem “kahramanlık menkıbesi”ne hem de küfür romanına aynı anda nasıl dönüşebiliyor, anlayamadım doğrusu...

İstersem benimle görüşebileceğini söylemiş ama karşı karşıya gelirsek, kavga etme riski var... Ben yazdıklarımı ve yaşadıklarımı unutacak ya da çarpıtacak kadar ne bunadım ne de oportonistim...

Sonuçta kendisinden isteneni yaptı ve dürüst davrandığı bile söylenebilir... Teşekkür etmek dışında söyleyecek bir şey yok, yine de sağolsun...” Diyor ve kendisine gelen eleştiri metnini, kitabını okuyan diğer arkadaşlarına da vererek nabız yokluyordu ama kimsenin bir şey dediği yoktu...

Zehir zemberek eleştiriyi okuyan herkes, romanını okuyup da tek kelime söylemeyenler kervanına katılmıştı her nedense...

Yükselişlere de düşüşlere de alışkın olan Metin Tezcanlı, çevirdiği kitabı basan yayınevi sahibini arayarak, yazdığı romanı okumasını rica etti...

“Metin Bey, kitap dosyanızı okudum. Ne anlatmak istiyorsanız, hepsini bir güzel anlatmışsınız. Hiçbir sorun yok... Çok akıcı ve çok kolay okunuyor... Sanırım edebiyat yapma kaygısı da güdülmemiş... Bireysel bir dram ve 12 Eylül dönemi olduğu için, bu kitabın satılmayacağı kanısı ben de ağır basıyor... Basacak olan için ciddi bir risk taşıyor... Sosyolojik bir çalışma olsaydı, o zaman daha kolay basılabilirdi...”

Risk algılamasının kişiye ve statüye göre değişeceğini düşünen Metin Tezcanlı’nın pes etmeye hiç niyeti yoktu. Ama öte yandan da morali bozulmaya ve romanını yeniden sorgulamaya başlıyordu...

Kitap piyasasının en büyüklerinden ve en itibarlılarından biri olan başka bir yayınevini daha denemeye karar verdi. Dosyasını bırakmış ve beklemeye başlamıştı. Aylar sonra e-mail ile gelen yanıt, Metin Tezcanlı’nın aklını başına getirecek ve nerede yanlış yaptığını anlaması uzun sürmeyecekti.

“Sevgili Metin Tezcanlı, yayınevimize bıraktığınız kitap dosyası editörümüz tarafından değerlendirilmiş ve bu değerlendirme sonucunda şu görüşlere yer verilmiştir. “12 Eylül öncesinde terör eylemlerine karışan ve on yıl cezaevinde yatıp çıktıktan sonra yurtdışına giden ve sonra da geri dönen bir gencin hikayesi... Yaratıcılık yok; kabataslak ve bozuk bir dille yazılmış... Aslında malzeme çok ama ortaya çıkan metin, malzemenin kalitesini ve içeriğini tam yansıtmıyor... ”

Sevgili Metin Tezcanlı, editörlerimizin mutlak otorite değil, tutkulu birer kitap okuru olduklarını hatırlatır, çalışmalarınızda başarılar dilerim...”

Bu kadarı yeterdi artık... Her yıl basılan binlerce kitabın kaç tanesinin yaratıcılık ve yenilik getirdiği tartışmalı bir konuydu ama, öncelikle dönüp kendi yazdıklarına bakması daha hayırlı olacaktı...

Söz konusu olan bir beğeni ve estetik algılaması olduğuna göre, her editörün subjektif ve göreceli sonuçlar çıkartmasının kaçınılmaz olduğunu düşünse bile, kitap yazmak da basmak da o kadar kolay bir iş değildi... Beş on kişi beğendi diye, kimse kitap basmıyordu... Risk vardı, risk!

Yayınevinin ünlü yöneticisinin ince ve incitmeyen üslubuna diyecek yoktu ama Metin Tezcanlı’nın morali fena bozulmuştu: Yayınevine bıraktığı dosyasının gramer taramasını yapmadığını ve gramer bilgisi güçlü olan bir arkadaşına kontrol ettirmediğine yanmaya ve kendisine kızmaya başladı...

Kitap dosyasını beğenmeyenlere; basılmasını riskli bulanlara; küfür romanına dönüşme tehlikesi var diyenlere ve profesyonel mercilerden onaylanmasını bekleyen arkadaşlarına kızmaya ya da küsmeye hiç niyeti yoktu Metin Tezcanlı’nın...

Beynini ve yüreğini koyduğu ve büyük bir tutkuyla yazıp ortaya çıkardığı eserini sahipsiz bırakacak değildi. Belli ki eksik ya da yetersiz bir şeyler vardı ama bu eserinin değersiz olduğu anlamına gelmiyordu... On binlerce sayfa roman okumuş birisi olarak o kadar da yabancısı değildi, bu işlerin...

İki büyük bir de orta ölçekli yayınevinden olumsuz yanıtlar alan Metin Tezcanlı, bilgisayarının başına yeniden oturup, romanına hem yeni bölümler ilave edecek hem de eski bazı bölümleri yeniden yazmaya ya da genişletmeye başlayacaktı.

Aylarca süren bu çalışmasının sonunda “Tamamdır. Bir daha kesinlikle elimi dokundurmayacağım” diyerek son noktayı koyduğunda, romanının kurgusu ve içeriği bir hayli değişime uğramıştı: Yeni kahramanları ve yeni temaları vardı...

Bazı internet sitelerinde yayınlanan kitaplara ve sitelere dair bir arkadaşının verdiği bilgilerden yola çıkarak yaptığı sörfün sonunda, özellikle bir siteyle ilgilenmiş ve site yöneticilerine bir e-mail atarak, romanının içeriği hakkında bilgi vermiş ve ilgilerini çekip çekmeyeceği sorusunu sorarak , yanıt beklemeye başlamıştı...

Beklediği yanıt geldiğinde, dosyasını verilen adrese bırakması söyleniyordu ama dosyasını alıp verilen adrese gittiğinde, bahsedilen yerin kapalı ve içerde de kimsenin olmadığını fark etti. Arayabileceği herhangi bir telefon numarası bulunmuyordu...

Yeni bir e-mail atarak, verilen adrese gittiğini ama kimseyi bulamadığı anlattı.

“Metin Bey, size verilen adreste hangi vakitler insan bulundurabileceğimize dair bir garanti veremiyoruz ama hata bizim ve bu hatadan dolayı sizden özür diliyoruz. Kitap dosyanızı en iyisi e-mail aracılığıyla göndermeniz. Tekrar özür diliyoruz...”

E-mail aracılığıyla gönderdiği romanına ilişkin ilk değerlendirme, iki gün sonra bilgisayar ekranına düştüğünde, beklenen profesyonel onay da gelmiş oluyordu.

“Sayın Metin Tezcanlı, ... adlı kitabınızı yayınlamak isteriz... Öncelikle internet sitemiz konusunda bazı hatırlatmalarda bulunmak isteriz: Bilgi sayfalarında açıkça anlatılmaya çalışıldığı üzere, bu kar amacı gütmeyen, alternatif bir yayın mecrasıdır.

Bu yayınevini yürüten editörler, tasarımcı ve uygulayıcılar gönüllülük usulüne uygun olarak çalışmaktadırlar. Okuyuculardan da hiçbir ücret talep edilmemektedir ve hiçbir zaman da edilmeyecektir. Dolayısıyla, yazarlara da telif ücreti verilememektedir. Ortaklaşmacı bir ruh hali içinde hareket etmekteyiz...

İkinci önemli nokta da şu: Kitabınız (romanınız) bize göre İ....... ya da M..... gibi bir yayınevinden basılabilir nitelikte. Hatta oldukça ses getirmesi beklenen bir yapıt. Dilerseniz, bizim internet sitemizde yayınlatmadan önce bu yayınevlerine başvurabilirsiniz. Onlar yayınlamasalar bile bizim sitemizde yayınlanacaktır...

İnternet sitemizin fiziksel olmayışı ve telif ödemeyişi karşısında belli üstünlükleri de var, anmadan geçmeyelim: Şu anda 19000 kayıtlı okuru var. Kitabınız çıktığında bu okurlara mail ile duyurusu yapılacaktır. Ayrıca, sitemiz dünyanın her yerinden erişilebilen tek Türkçe yayınevi olma özelliğini de koruyor. Okurlarımız gerçekten de Japonya’dan Kanada’ya kadar tüm dünyaya yayılmış durumda...

Şimdi: Kitabınızı yayınlamak istiyoruz.

Öncelikle öğrenmek istediğimiz: Kitabınızın yayına hazırlık aşamasında editoryal çalışmaya açık mısınız? Bir başka deyişle, önerilerimizi tartışmaya ve dinlemeye açık mısınız? Bunları elbette yapmak zorunda değilsiniz. Sadece kitabınızı okuyan editörümüzün görüşlerini size iletmeden önce bu konuyu netleştirmek istiyoruz. Saygılar...”

Romanı hakkında en sert eleştirileri bile dinlemiş olan Metin Tezcanlı’nın, kitabını öven ve yayınlamak isteyen insanların görüş ve önerilerini zevkle dinleyeceği kesindi...

Büyük ya da küçük herhangi bir yayınevinin kapısını çalmak istemiyordu: Adı sanı duyulmamış ve ilk kitabını yazmış bir yazar adayının nasıl ağırlandığı ve neler söylendiğini biliyordu artık... Varsın telif ödenmesin ve kitap olarak basılmasındı...

Kitabını inceleyen editörün görüşlerini ve önerilerini okumaya başladığında, yüzünde beliren gülümseme ve iç huzuru, yaklaşık iki yıl süren yazma macerasındaki mutlu sonu ve belki de yepyeni bir başlangıcı yansıtıyordu...

“... Romanı bitirdikten sonra şu izlenime kapıldım: Bu kitapta anlatılanların hepsi gerçek, hiç biri kurmaca değil; romanının tamamı heyecenla ve inanarak okunuyor. Kahramanın insan olarak karekter derinliği iyi verildiği için, tüm yaşananları biz okur olarak belli bir soğukkanlılıkla izleyebiliyoruz. Bizde bu koşullar altında böyle davranabilirdik hissi verdiği için bence başarılı. Ayrıca bir döneme tanıklık ettiğini söylemek de mümkün...

Genel olarak: Kimi yerlerde tekrarlar olmasına rağmen genel olarak iyi yazılmış bir roman. Anlatımı tutarlı ve belgesel havasını hiç yitirmiyor... Bölümlerin uzunlukları iyi. Bir tür kronolojik anlatım var ortada ama yer yer geliş gidişlerle olayların akışı bir hareket kazanıyor...

İkinci tekil şahıs anlatım zor olmasına rağmen çok iyi oturmuş... Cümle yapıları, anlatım ve dilbilgisi her şey son derece sağlam... Bir döneme ve bir insanın ruhuna ışık tutuyor. Karanlığa bakmaktan korkmayanlar için son derece önemli bir kitap olduğunu düşünüyorum...

Önerilerime gelince: .................................................”

Kendisiyle yazışan yayın kurulu temsilcisinin ve editörünün adlarını internetteki arama motorlarına girerek haklarında bilgi edinmeye başladığında, ikisinin de Sait Faik Ödülü almış birer yazar ve yayınlanmış bir çok kitapları olduğunu öğrendi...

-Metin kitabınla ilgili bu düşünceleri dosyana ekleyip birkaç yayınevine bıraksak mı diye düşündüm ama bu sefer de para mı dürüstlük mü ikilemine düştüm her zamanki gibi.

-Şu andan itibaren böyle bir ikilemin yok, Baharcığım. Çünkü, ben kitabımın o internet sitesinde yayınlanması yönünde karar verdim ve bunu o arkadaşlara da deklare etmiş bulunuyorum...

bölüm başlıklarına git






Altta kalanın canı çıksın

Hem solcu hem de aile dostları olan Baki Durmaz, kendi firmasını kurmuş ve bayii sayısını artırmanın yollarını arıyordu... İnşaat sektöründe faaliyet gösteren uluslararası bir firma’da uzun yıllar pazarlama müdürlüğünde çalışmış ve oradan emekli olmuştu.

“Gel benim bayii’m ol şefim. Her konuda tam destek veririm sana. Dükkana koyacağın ilk parti malları konsinye olarak veririm. Sattıkça ödersin. Kendi şirketimde sahip olduğum eleman ve ekipmanlarım emrinde sayılır. Teknik destek başta olmak üzere, satış ve uygulama da dahil, ne gerekiyorsa yapılacak...”

İşsizlikten ve Bahar’ın dırdırından kurtulmak isteyen Metin Tezcanlı, Baki Durmaz’ın, kaymaklı ekmek kadayıfı gibi görünen teklifine hayır diyecek durumda değildi ama daha önce Baki Durmaz ile kısa bir dönem çalışmış ve nasıl bir insan olduğunu üç aşağı beş yukarı öğrenme fırsatı bulmuştu...

Ne zaman Metin Tezcanlı’yı görse boynuna sarılır ve başını göğsüne koyup, muziplik yapmaktan çekinmezdi. Özel hayatında dost canlısı bir insan olarak görünüyordu ama kendi sözlerinin takipçisi olmaması nedeniyle Metin Tezcanlı’dan habire sıfır puanlar aldığından haberi yoktu...

Hırsına ve başarma azmine diyecek yoktu, Baki Durmaz’ın... Çalışkan, işinin ehli ve insan ilişkilerinde gayet başarılıydı. Amelelik yaparak başladığı mesleğinde gerçektende iyi bir kariyer yapmıştı. Çok yoksul bir ailenin dokuz çocuğundan birisiydi. “Kendimi bildim bileli çalışıyorum” derdi. İki Üniversite bitirmiş olması da ayrıca takdire şayan bir şeydi.

Sürekli yiyelim içelim ve keyfimizi bulalım modunda türkülere ve şiirlere sığınmak isteyen bu adamın sevecen ve sıcakkanlı görüntüsünün altında tam bir “Anadolu Aslanı” yatıyordu. Rakı içip türkü söylemeyi, türkü dinlemeyi ve şiir okumayı gerçektende seviyordu ama, iş hayatında başka bir kimliğe büründüğü Metin Tezcanlı’nın gözünden kaçmamıştı...

Baki Durmaz’ın teklifini kabul eden Metin Tezcanlı, şirket ofisi ve mağazası olarak kullanılacak işyerini kiralamış ve şirket kuruluşunu da tamamlamıştı. Eksiksiz ve her şeyin gıcır gıcır olduğu bir ofise sahip olmanın ve yıllardır hayal ettiği kendi işinin patronu olma hayali nihayet gerçekleşmişti... Mutluydu.

Günler, haftalar ve aylar su gibi akıp gidiyordu ama ofise gelip giden tek bir müşteri bile görünmüyordu ortalıkta... Baki Durmaz, yeni bayiisine bir kamyon mal göndermiş ve bayilik tabelasını astırdıktan sonra çekip gitmişti...

Satacağı ürünlerin, ürün föylerini okumaya ve ofise gelebilecek müşterilerin sorabilecekleri sorulara hazırlıklı olmaya çalışıyordu...

Hiç beklemediği bir anda ve hiç beklemediği kapasitede büyük bir proje işi için kendisini arayan bir şirket yetkilisinin sorduğu sorulara, abuk subuk cevaplar vermemek için çok meşgul olduğunu ve ilk fırsatta kendilerini arayacağını söyleyerek ve özür dileyerek, telefonu kapatmak zorunda kaldı.

Baki Durmaz’ı aradı ve kendisini arayan potansiyel müşterisinin anlattıklarını aktarmaya başladı ve iş görüşmesine birlikte gitme isteğinde bulundu...

Metin Tezcanlı, Baki Durmaz’ın “mümkün değil şefim, hiç vaktim yok” diye cevap vermesine fena içerlemiş ve fena bozulmuştu... Yüz milyarca liralık bir iş söz konusuydu ve Baki Durmaz, “çok meşgulüm” diyordu. Benzer bir iş içinde “ o işe bulaşmayın” demiş ve soğuk davranmıştı. Halbuki, oldukça karlı görünüyordu ve tam da Baki Durmaz’ın mesleki tecrübesini konuşturması ve desteğini esirgememesi gereken bir projeydi...

Bayilik teklifi ve şirketin kurulması aşamasında her türlü desteği ve ekipmanı vereceğini söyleyen Baki Durmaz’ın hiç vaktinin olmadığını söyleyerek kestirip atması manidardı. Metin Tezcanlı, “iki eli kanda bile olsa, bir saat zaman ayırabilir ve bunun sembolik bir anlamı olurdu, hiç değilse... Demek ki bütün dava bayilik tabelasını astırana kadarmış... Yazıklar olsun!.. ” diyor ve başka bir şey demiyordu...

En iyisi Baki Durmaz’ı karşısına alıp konuşmak ve onun desteğine ihtiyacı olduğunu açık açık söylemekti:

-Baki, senin bize destek sözün var. Senin desteğin olmadan, benim bu işten para kazanmam ve şirketi ayakta tutmam çok zor... Ben iş buluyorum ve senden teknik ve lojistik destek istiyorum; sen bana “ o işe bulaşma ya da hiç vaktim yok” diyorsun... Şirketi kuralı aylar oldu ama hala cepten yiyoruz... Şirketin kuruluş aşamasında bize verdiğin destek sözünü tutamayacaksan, biz de başımızın çaresine bakalım demeye geldim kısacası...

-Şefim, sen destek istiyorsun ama benimde sıkıntılarım var. İki ay içinde laboratuar kurmam gerekiyor, kimyager almam gerekiyor, araç almam gerekiyor... Senin şirketin varsın orada dursun, nihai olarak ben seni kendi şirketimin pazarlamasının başında görmek istiyorum...

Bu sözlerden sonra Metin Tezcanlı’nı önünde iki seçenek kalıyordu: Ya şirketi hemen kapatacaklar ya da kendi başlarının çaresine bakacaklardı.

Baki Durmaz ile aralarındaki konuşmayı Bahar’a anlatan Metin Tezcanlı, Bahar’ın inanmakta zorlandığını fark etmiş ve “benim için hiç sürpriz olmadı. Vaad ettiklerini yapsaydı asıl sürpriz o zaman olurdu.” Demekten kendini alamamıştı.

-Abi bu herif ne dediğinin farkında mı sence?

-Gayet farkında bence.

-Ya biz oraya o kadar para yatırdık ama.

-Doğru söylüyorsun, parayı biz yatırdık, o yatırmadı. Dolayısıyla, sırtında yumurta küfesi olan o değil.

-Ne olacak şimdi?

-Bu adamdan bize hayır gelmeyeceği kesin. Ya kapatacağız ya da yeni bir eleman alıp devam edeceğiz. Uygulamadan anlayan bir eleman bulmalıyız. Para uygulama işinde...

-O kadar para yatırdık Metin. Bari deneyebileceğimiz her yöntemi deneyelim ve kapatacaksak, ondan sonra kapatalım derim ben.

-Haklısın, haklı olmasına ama bana sorarsan...

-Bana sorarsan ne?

-Bu işler bize göre değil Bahar, çakal olmak gerekiyor, çakal...

-Olalım anasını satayım!

-Olalım demekle de olunmuyor ki be güzelim... Sigortasız adam çalıştırmak gerekiyor... Ustaların parasını geç vermek gerekiyor... KDV’siz mal alıp satmak gerekiyor...

-Tam sana göre Metin. Bu dediklerini yaparsan yırtarız şerefsizim!

-Ya da kodesi boylayıp, “kader kurbanı” oluruz.

***

Aynı işkolunda yıllardır faaliyet gösteren ve zaman zaman görüştükleri Varol Bal’ın ofise hayırlı olsun demek için gelmesi Metin Tezcanlı’yı memmun etmişti. O da eski bir solcuydu...

-Hayırlı uğurlu olsun kardeş.

-Sağol Varol abi.

-Aslında böyle bir yer açtığını duyduğumda üzüldüm desem yeridir.

-Hayrola abi bir yanlışlık mı yaptık farkında olmadan. Merak etme elinden iş filan almayız. Aynı sektördeyiz ama farklı işler yapıyoruz sonuçta.

-Yok yahu o anlamda değil. Ben seninle ortak bir iş kurmayı düşünüyordum ciddi ciddi.

-Arayı bu kadar açarsan olacağı budur işte.

-Sağlık olsun ama ben o projeden vazgeçmiş değilim.

-Düşünelim abi, olmaması için bir neden yok. Hem ben bu işten anlamıyorum zaten... Sen uzun yıllardır bu sektördesin ve belirli bir müşteri portföyün var. İkimizin imkanlarını ve farklı yeteneklerini bir araya getirebilirsek, gayet güzel bir şeyler çıkabilir ortaya, neden olmasın?

-Düşünelim Metin Kardeş. Benim şirketim kötü bir semtte. Müşterilerimi çay içmeye bile çağıramıyorum korkudan. Aslında iyi bir semtte bir ofis açabilsek hiçte fena olmaz ama kiralar can yakıyor. Senin burası benim şirketin yeri ve konumuna göre gayet iyi sayılır. Biraz ilaveler yapılarak şekli şemali değiştirilebilir ve daha iyi bir görünüm sağlanabilir.

-Varol abi sen şimdi bana ortaklık mı teklif ediyorsun yani?

-Biraz gecikmelide olsa, evet ortaklık teklif ediyorum.

-Abi benim canıma minnet. Aylardır tek bir satış bile yapamadım zaten ama peşinen söyleyeyim, eğer ortaklık kurarsak senin katkın benden fazla olur. Ben sermayemizi ve kişisel emeğimi koyabilirim sadece. Bu durumu kaldırabilir misin? Çünkü senin elinde hazır iş ve hazır müşteriler var. Bende öyle bir olanak yoktur şu anda haberin olsun...

-Varsın olmasın be Metin’im. Yoruldum ben artık. Sabahın köründe koca İstanbul’da toplu taşıma araçlarıyla iş kovalamaktan, ustalarla cebelleşmekten ve ciddi bir atılım yapamamaktan dolayı yoruldum. Altında araba var, çıkar sen dolaşırsın benim yerime...

-Dolaşmak hiç sorun değil Varol abi. Büro’da oturmaktan ve insan yüzüne hasret kalmaktan dolayı, benimde sinirlerim bozulmaya başlamıştı zaten... Abi ikimizde hanımlarla bir istişarede bulunalım ve sonra tekrar konuşalım o zaman...

-İsabet buyurdun kardeş.

Varol Bal’ın ortaklık teklifi ofiste boş boş oturan ve can sıkıntısında patlamak üzere olan Metin Tezcanlı için hoş bir sürpriz olmuştu doğrusu.

-Bahar, ben Varol abiyi çok iyi tanıdığımı söyleyemem ama ne zaman karşılaşsak, mutlaka boynuma sarılır ve çok iyi davranır bana. Sanırım sizin tanışıklığınız daha eski ve aranızda aynı partide çalışmış olmak gibi bir avantajın var, ne diyorsun?

-Biraz köylü kurnazlığı vardır ama iyi bir insandır. Kimseye bir zararı olmadığı gibi yanında çalışanların çoğuda partideki eski arkadaşlarımızdan... Denenebilir... Birbirinizi incitebileceğinize ihtimal vermiyorum. Nazik, sevecen ve düşünceli bir adamdır Varol abi ama yinede iş hayatı ve ortaklık parti işlerine benzemiyor. Para kazanma odaklı bir iş ve ortaklık yapacaksınız. Kolay bir şey değil bu ve çok esnek olmak gerekiyor. Sen kalemini kırdığın zaman karşındaki ağzıyla kuş tutsa yaranamaz sana, bu da var...

-İş konusunda tecrübeli ve hazır müşterilerinin olması çok cazip geliyor bana. Aylardır sinek avlamak canıma tak ettirdi... Valla kaybedecek çok fazla bir şey yok ortada. En fazla birbirimize küser ve yollarımızı ayırmak zorunda kalırız. Kanlı bıçaklı olunacak bir adam değil sonuçta.

-Deneyelim, görelim. Bakalım yoldaşlık mı daha zor, iş ortaklığı mı?

Metin Tezcanlı, ortaklık teklifini yaptıktan sonra ortalarda görünmeyen ve telefonlara cevap vermeyen Varol Bal’ın, birden bire işi ağırdan almasına bir anlam verememiş ve “galiba vazgeçti” diye düşünmeye başlamıştı...

-Abi nerelerdesin seni arıyorum kaç gündür... Ben, Bahar ile konuştum ve ortaklık teklifini kabul ettik. Şu işi bir karara bağlayalım, eğer olmayacaksa ben eleman alacağım. Senin kararını bekliyorum kısacası...

-Metin’im haklısın. Arayamadığım için kusura bakma ama çok yoğundum. Ortaklık meselesine gelince, teklifim bakidir ama şu elimdeki işleri bitireyim ondan sonra ortaklığa gidelim derim ben. İki tarafta pürüzsüz olursa daha kolay olur gibime geliyor...

-Sen bilirsin Varol abi, benim açımdan problem yoktur. Elindeki işler ne zaman biter abi?

-Ben diyeyim bir, sen de iki ay.

-Anlaştık abi.

-Tamam kardeş.

Varol Bal’ın ortaklık teklifini geçici olarak dondurması, Metin Tezcanlı’nın dikkatinden kaçmamıştı. İlk görüşmede elindeki işlerden bahsetmiş ve hepsinide yeni kurulacak ortak şirkete devredeceğini bile söylemiş olmasına karşın, bu fikrinden geri adım atmasının nedeni ne olabilirdi ki?

-Bahar, sence normal bir davranış mı Varol abinin yaptığı?

-Hem de hiç değil. Valla benim için de sürpriz oldu.

-Ben sana bir şey söyleyeyim mi Bahar?

-Söyle gülüm.

-Ortaklık işini duyan birisi Varol abiye gitti ve benim ne kadar zor bir adam olduğumu filan söyledi. Ve o birisi dediğim şahıs bizim çok uzağımızda olmamalı diye düşünüyorum...

-Sakın bana, bu birisinin, benim...

-Tam üzerine bastın güzelim!..

-Bazen ne kadar kötü oluyorsun, Metin. Hayret ediyorum sana doğrusu...

-Kıçıma yeni bir kazık daha girdiğini hissettim, hepsi bu...

Metin Tezcanlı, Varol Bal’ın en fazla iki ay içinde biteceğini söylediği işlerin bitmiş olabileceğini varsayarak müstakbel ortağını yeniden aramaya karar verdi.

-Abi nasıl gidiyor toparlayabildin mi?

-Metin’im bana biraz daha zaman ver. Vazgeçmiş değilim, yanlış anlama...

-Yanlış anlayacak bir şey yok abi ama beni boşuna oyalayıp, zaman kaybetmeme neden oluyorsun... Ben eleman alıp, yola tek başıma devam edeceğim.

-Yahu vallahi kötü bir niyetim yoktu ama...

-Abi boşver, sağlık olsun. Biz ne sana ne de başka birisine güvenerek çıkmadık bu yola... İyi günler Varol abi.

Metin Tezcanlı, Varol Bal’ın ortaklıktan vazgeçtiği halde bunu kendisinden saklamasına bir anlam verememiş ve başının çaresine bakmaya karar vermişti. Ama aklının bir kenarına not ettiği başka şeylerde vardı: Metin Tezcanlı’dan satın alabileceği malzemeler olmasına rağmen bir çivi bile satın almamıştı...

 

***

Metin Tezcanlı, sonunda şirkette eksik olan ayağı bulmuş ve neden kimsenin gelip gitmediğini anlamaya başlamıştı. Birincisi vitrin yapacak, ikincisi de aktif pazarlamaya çıkacak bir eleman alınacaktı. Herkesin tanıdığı mallar vitrine konacak ve aktif pazarlama yapılacaktı. Baki Durmaz’ın şirketini de ürettiği malları da kimse tanımıyordu...

Gazete’ye ilan verip beklemeye başladı. İlgili ilgisiz, ipini koparan onlarca insan, iş başvurusu yapmak için şirkete akın etmeye başlamışlardı. Borç aldıkları yol paralarıyla iş görüşmesine gelen garibanları gördükçe, Metin Tezcanlı’nın yüreği cız etmeye ve için için yanmaya başlıyordu. Müdür koltuğunda oturmakla, misafir koltuğunda oturmak arasında dağlar kadar fark vardı...

İşsiz zamanlarında yaptığı iş görüşmelerini kare kare ve harfi harfine hatırlayan bir adamdı, Metin Tezcanlı. Şirketine gelen herkesi can kulağıyla dinliyor ve kendi elleriyle çay servisi yapıyordu. Gelen herkesi kapıda karşılıyor ve kapıya kadar uğurluyordu. Topu topu işe alacağı bir elamandı ama başvuru sayısının çokluğu Metin Tezcanlı’yı şok etmişti neredeyse.

Gelenlerin arasından en oturaklı ve ağzı iyi laf yapan birisini beğenmiş ve işe almıştı. Bir pazarlamacıda olması gereken bütün iyi ve kötü nitelikleri bir arada taşıyan Serhat bey, kırkını geçmesine rağmen bir baltaya sap olamayanlardan ya da tutunamayanlardan birisiydi.

İşe aldığı adamı yakın takibe alan ve piyasadan onun hakkında istihbarat toplayan Metin Tezcanlı, “hırsızın ve yalancının teki” denilen Serhat beyi birinci ay’ın sonunda kapının ağzına koymaya karar vermişti ama “eniştemin evine icra geldi ve üstüne üstelik adam şu an’da yatalak vaziyette. Kısmi felç olmuş durumda. Bize taşındılar. Kız kardeşim, eniştem ve dünya tatlısı olan kızları...Karımda onlara soğuk davranıyor... İki arada bir derede kaldım” diyen adamı o koşullarda işsiz bırakmayı içine sindiremezdi.

Ne zamanki Serhat bey, “işler yoluna giriyor galiba, bizimkiler evlerine döndüler, enişte de çok şükür ayağa kalktı” dedi, işte o an’da Metin Tezcanlı derin bir oh çekti ve Serhat bey o gün kapının önüne konuldu. Metin Tezcanlı’nın kafasında biçtiği zamana da tam denk gelmişti doğrusu!..

Ortalama ay’da bir iş değiştiren Serhat bey’in sonu kötü görünüyordu. Anne ve babasını Gölcük depreminde yitirdiğini söyler ve enkazın altından nasıl çıkardıklarını anlatırken, o dehşeti yeniden yaşardı.

Serhat Bey’i işten çıkarırken, Metin Tezcanlı’nın en küçük bir tereddütü ve vicdan azabı olmadı: Harcırah hesaplarındaki küçük küçük açıklar ve iade edilmeyen para üstleri Serhat bey’in neden bir baltaya sap olamadığını açıklıyordu zaten. Elalem milyarları ve trilyonlarları kaldırmakla meşgulken, o kuruşlarla uğraşıyordu...

Yine tek başına kalmıştı şirkette ve yine yapacak hiçbir işi yoktu.

Kurdukları şirketin her aşamasında büyük bir emek veren ve bütün stresi tek başına göğüsleyen Metin Tezcanlı, şirketi kapatma yerine iş değişikliğine gitmeyi düşünüyordu ama ne iş yapalım sorusuna bir yanıt bulamıyordu. Devam etmeye karar verdiler...

-İyi günler efendim ben gazetedeki ilanınız için rahatsız etmiştim.

-Estağfurullah, buyrun.

-Görüşmeye gelmek isterdim.

-Buyrun gelin ama bu işi daha önce yaptınız mı ve ne kadar süreyle yaptınız?

-Yaklaşık on yıldır bu sektörde çalışıyorum efendim.

-Tamam bekliyorum o zaman.

-Adresinizi alabilir miyim?

-Hay hay...

Telefon görüşmesinden iki saat sonra Metin Tezcanlı’nın karşısında oturan ve sigara içmek için izin isteyen genç adamın tavırlarında efendilik ve güven telkin eden bir şeyler vardı...

Evli ve bir çocuk sahibi Ercan’ın yüzündeki ifadelerden iyi bir elektrik alan Metin Tezcanlı, sunduğu olanakları kabul eden ama düşünmek ve karar vermek için birkaç gün zaman isteyen Ercan’a “ sen de düşün, ben de biraz düşüneyim, umarım her iki taraf içinde hayırlı olur...” demiş ve saatlerce sürecek bir sohpete başlamışlardı...

Ercan’ın daha önce çalıştığını söylediği firmayı arayan Metin Tezcanlı, firma sahibiyle görüşmek istediğini söyledi.

-İyi günler Salim bey, adım Metin Tezcanlı. Daha önce sizin firmada çalıştığını söyleyen Ercan isminde bir arkadaş bize iş başvurusunda bulundu. Sizi sıkıntıya sokmayacaksa kendisi hakkında biraz bilgi almak isterim. Bilgi vermek zorunda olmadığınızı söylemek isterim yine de...

-Rica ederim Metin bey... Kendisi bizde sanırım bir ya da birbuçuk yıl kadar çalıştı ve çok efendi bir arkadaştır. Herhangi bir yanlışını da görmedik ve zaten kendi isteğiyle ayrıldı. Yoksa aramızda bir tatsızlık filan da yaşanmış değil. Bunun dışında söyleyebileceğim bir şey de yok aslında.

-Çok teşekkür ederim. Bu kadarı bile benim için kafidir. Tekrar teşekkür ederim.

-Rica ederim Metin bey, hayırlı işler...

Eski işverenin Ercan hakkında söyledikleri Metin Tezcanlı’nın çok hoşuna gitmişti. Serhat beyi işe alırken yaptığı yanlışı tekrar etmek istemeyen Metin Tezcanlı’nın kanı Ercan’a iyiden ısınmaya başlamıştı...

İlk görüşmeden iki gün sonra ofise gelen Ercan, Metin Tezcanlı’nın teklifini kabul ettiğini söyledi. Temiz yüzlü, oldukça efendi ve işinin ehli görünen Ercan’ı işe almaması için hiçbir nedeni bulunmayan Metin Tezcanlı, tam aradığı adamı bulduğunu düşünerek için için sevinmeye ve bu sevincini de Ercan’a yansıtmaya başlamıştı. Sevincini de üzüntüsünü de gizlemeyi başaramazdı...

Ercan’ın bir kenar mahalle delikanlısı olduğunu fark eden Metin Tezcanlı, patronluk yapmak yerine abilik yapmanın daha iyi olacağını düşünüyordu: Kendi geçmişinden ve delikanlılık dönemlerinden aklında kalanlar, öyle davranması gerektiğini söylüyordu...

Kantarın topuzunu kaçırmakta usta olan Metin Tezcanlı, Ercan’a bir çalışanı değil de ortağıymış gibi davranmaya başlamıştı. Kendine çay alırken Ercan’a da çay servisi yapmayı ihmal etmediği gibi, ofisi temizleme işini de kendisi yapmaya devam ediyordu.

Kendi mütevazılığına karşılık bekleyen Metin Tezcanlı, sabahları ofise geldiğinde müdür koltuğunda oturan ve kalkması için bir vince ihtiyaç duyan Ercan’ın kalkmasını bazen bekleyemez ve gider misafir koltuğuna oturuverirdi.

Metin Tezcanlı, Ercan’a bozulmaya başladığını gizliyor ve karşısındaki genç adamın kendine gelmesini bekliyordu ama Ercan, maaşlı bir elemandan çok bir ortak havasına çoktan kendini kaptırıvermişti. Değil çalıştığı ofisi paspas yapmak, oturduğu masanın tozunu almayı bile akıl edemiyordu ya da nasıl olsa yapan biri var diye düşünerek, hiçbir angarya işe elini sürmüyordu.

İşe başladıktan onbeş gün sonra oldukça iyi bir proje işini alan Ercan’ı yanaklarından öperek kutlayan Metin Tezcanlı, Ercan’ın işe başlamasıyla birlikte yedi ay’dır tek kuruş girmeyen şirketindeki iş hareketliliğinden ve para girdisinden dolayı mutlu ama Ercan’ın bir anda ne oldum delisi olmasından ve yüz metrelik bir yere bile arabayla gitmesinden dolayı bunalıma girmeye başlamıştı.

-Bahar, ben bu patronluk işini beceremiyorum gülüm ya. Bu çocuk beni dinlemiyor ve kafasına estiği gibi davranıyor. Dahası benim iyi niyetimi ve yumuşak yüzlülüğümü suistimal ediyor. Bazen dövmemek için dişlerimi sıkıyorum...

-Daha önce hiç patronluk yapmadın ki, Metin. Hem zaten o kadar kolay bir iş olsa herkes patronluk yapar. Al karşına bir güzel azarla ve memmuniyetsizliğini göster. Gör bak nasıl panikleyecek ve karşında ezilecek... Benim uyguladığım bir yöntemdir bu... Bazen böyle yapmak gerekiyor...

-Onu da yaparım ama küsüp gitmesinden korkuyorum. İyi kötü sabit giderlerimizi onun sayesinde çıkartıyoruz... Mesleğe nalburluktan başladığı için işin kurdu olmuş ve işle ilgili bilmediği bir şey yok hemen hemen... Yeni birisini bulmak hem zaman kaybı hem de para kaybı olur ama ben bu dangalağı parçalamaktan korkuyorum...

-Müdür sensin ağam, kararı sen ver gayrı.

Yaptığı iş görüşmelerini detaylı anlatmak yerine birkaç kelimeyle geçiştiren Ercan, Metin Tezcanlı’nın işi bilmemesini de kendisi için bir fırsat olarak algılamaya ve patronluğu ele geçirmeye başlamıştı. Fiyat tekliflerinden, iş görüşmelrinden, taşeron seçimlerine kadar her iş ile ilgileniyor ve neredeyse son sözü o söylemeye çalışıyordu.

Metin Tezcanlı, Ercan’ı büyük bir dikkatle izliyor ve olası risklere karşı onu uyarmakla yetinmenin dışında bir şey yapamıyordu. İşi bilmediği gibi piyasayı ve müşterileri de tanımıyordu. “Çıraklığını yapmadığın işin patronluğunu yapma” sözünü hatırlayan Metin Tezcanlı, kendi şirketinde bir anda fırtına gibi esmeye başlayan Ercan’ı durdurmak yerine, havasını alma yoluna gidecekti.

-Nasıl gidiyor Ercan, sence her şey yolunda mı burada?

-Sadece ben dışarı gittiğimde burada bir boşluk oluyor doğal olarak. Bunun dışında bence bir sorun yoktur abi.

-Sence olmayabilir Ercan ama bence burada ciddi sorunlar var: Ben sana “istersen ortak olduğunu da söyleyebilirsin” derken eski müşterilerini buraya çekmeni kastettim. Ama sen bu sözümü yanlış anladın sanırım ve önüne gelene bu şirketin ortağı olduğunu söylemeye ve daha vahimi kendini buna inandırmaya başladığın gibi bana da ortakmışız gibi davranmaya başladın.

Geldiğinden beri bir kez bile paspas yapmadın. Paspas yapmak benim işim değil diyebilirsin ama ben bir yapıyorsam, iki kez de senin yapmanı beklerdim... Kendi kirlettiğin masayı patronun temizliyor, birader!

Ne oluyoruz Ercan? Sana iyi davranmak ve patronluk yapmamakla hata mı ediyorum yoksa? Patronluktan kolayı ne koçum, ben emir verdiğimde ya yapacaksın onu ya da kovulacaksın. Bunu yapmamı ister misin Ercan? Sana mahkum olduğumu düşünüyorsan yanılıyorsun, Aslanım. Herkesin yeri doldurulur ve hiçbir işte yarım kalmaz...

Metin Tezcanlı’nın ses tonundaki öfke, kızgınlık ve meydan okuma karşısında Ercan’ın süngüsü fena düşmüş ve patronunun yüzüne bakamaz hale gelmişti. Patronuna bir şey söylemek yerine başını öne eğmiş ve neredeyse şoka girmişti...

-Bundan sonra herhangi birisi senin bana ortak olup olmadığını sorsun istemiyorum Ercan. Kafamın tası attığında senin ortağım değil, elemanım olduğunu söylemem hoş olmaz sanırım.

Sana yaptığın her iş görüşmesini yazılı rapor halinde bana sunmanı ve kendine haftalık iş programı yapıp bunu bana vermeni söylemiştim ama görünen o ki böyle bir çalışma tarzına alışkın değilsin. Alışmaya başlasan iyi olur Ercan!..

Onbeş günde Ercan’ın nasıl bir adam olduğunu çözen Metin Tezcanlı, normal koşullarda bir gün bile yanında tutmayacağı bu adama tam sekiz ay boyunca ve sadece ofisin masraflarını çıkartıyor diye katlanmak zorunda kalacaktı.

Birkaç tane şirket batıran Ercan, hırslı ve işini bilen bir adamdı ama organizasyon yapma anlamında beceriksizin ve akılsızın tekiydi. Bir seferde yapacağı işi birkaç seferde yapıyor ve önceden önlem almak yerine sorun çıkmasını bekleyen ve “bir şey olmaz abi” diyenlerdendi.

Metin Tezcanlı’nın hayatta tahammül edemeyeceği bir tipolojinin temsilcisi olan Ercan, birkaç iş batırmış, sıfırı tüketmiş ve maaş artı prime talim eden bir adam olmayı içine sindirememenin sıkıntısını yaşıyor ve bu sıkıntıyı da Metin Tezcanlı’ya yaşatıyordu...

Hemen hemen getirdiği bütün işlerde ve takip ettiği bütün şantiyelerde sürekli problemler çıkartmış, Metin Tezcanlı’nın kendisine verdiği yetkiyi hak edecek bir performans gösterememişti.

Ercan, “abi sen pırıl pırıl, tertemiz bir insansın” derken, patronunun saf ve kirlenmemiş olduğunu sanıyordu ama yanılıyordu: Ta işin başından itibaren ticarette neleri yapmaması gerektiğini bal gibi biliyordu, Metin Tezcanlı. Yakın bir arkadaşının söylediği “bu adam para kazanamayabilir ama hayatta batmaz...” sözü, boşuna söylenmiş bir söz değildi.

Şirketinin dışa dönük yüzünü temsil eden Ercan’ın ayağındaki eski ayakkabılarla iş görüşmelerine gitmesi Metin Tezcanlı’nın kanına dokunmuş ve Ercan’a “git kendine yeni bir çift ayakkabı al. İkiyüzelli milyarlık iş görüşmesine bu ayakkabılarla gitmeni istemiyorum. Sonuçta sen benim şirketimi temsil ediyorsun” demek zorunda kalmış ve ayakkabı parasını da kendi cebinden ödemişti...

***

-Bahar, bu Cafer şerefsizi bütün alacaklarını dış cephe boyasını ve İzolasyonunu yaptığımız apartman yönetiminden tahsil etmiş ama bize daha almadım diyor… Evet, apartman yönetimiyle iş bağlantısını o yaptı, biz Cafer’e taşeronluk yaptık… Biraz evvel açtım ağzımı yumdum gözümü. Ulan yüzümüz yumuşak diye herkes bize efeleniyor yahu. Ya iyi ki silahım filan yok, yoksa gider iki dizini de patlatırdım ben bu ibnenin.

-Dur hayatım, sakin ol biraz. Birde hastahane ve doktor parası vermeyelim üstüne. Sesin çok kötü geliyor, Metin... Vallahi korktum sesinden...

-Ya hadi meblağ küçük, ya büyük bir tutar olsaydı alacağımız? Villa işinde yaptığımız işin anaparasını zor kurtardık. Adamlar iyi niyetli ama ne yazar?.. İş biteli dört ay oluyor. Eh bi dört ay daha bekleriz en azından...

Zaten düşük bir kar marjıyla çalışıyoruz. İşin karı zaten şimdiden piç oldu sayılır. Banka faizi ya da fon getirisini hesapladığın zaman o paranın, ortada kar filan kalmıyor anasını satayım. Ee ne anladım ben bu işten? Çektiğimiz stres ve sıkıntıda cabası...

-Ya tamam haklısın yavaş yavaş bu ülkede ticaret yapılmaz noktasına geliyoruz ama bunu da kabullenmek istemiyorum. Ben işimi kaybetmek üzereyim. Ev’i geçindirmek için birkaç milyar gerekiyor. Benim tek düşündüğüm bu...

-Bırak o parayı buradan çıkartmayı, hala cepten harcayarak burayı ayakta tutuyoruz. Büyük bir işte bir anda herşeyimizi kaybedebiliriz. Büyük iş almadan da para kazanılmıyor. Kar marjı büyüdükçe, risk marjı da büyüyor. Bizim büyük risk alacak bir pozisyonumuz yok ki..

-Bilemiyorum Metin, bilemiyorum... Herkese dua ediyoruz; herkesin iyiliğini istiyoruz ve herkese yardımcı olmaya çalışıyoruz ama buna karşın hiçbir işimiz rayında gitmiyor...

Gitmiyordu sahidende:

-Kızım ben sana boşuna islamcılar birbirlerini iyi destekledikleri için bu hale geldiler demiyorum. Ha birde ticareti ve ticari hayatı bizden daha iyi biliyorlar. Kendi aralarında dönen sermaye ile bütün devlet bürokrasini bile satın alabilirler... Solcular birbirlerinin kuyusunu kazadursunlar... Bir solcu olarak, çoğundan nefret etmeye başladım ben bu adamların...

-Boşuna dellenme, deli oğlan. Hepimiz kirlendik ve mesele bundan ibaret ama bazılarımızın bok çukurunda olduğu da su götürmez bir gerçeklik ne yazık ki... Varol abiye kızma sakın. Kendisinin de kolay bir adam olmadığını biliyordur o ve aramızda tatsızlık yaşanmasın korkusuyla da vazgeçmiş olabilir ortaklık işinden.

-Ortaklık işi için inan ki kızmıyorum Bahar. Çok zor bir iş ve kendim için bile bir garanti veremem karşımdakine ama bizim şirketten tek bir çivi bile almamış olmasına bozulduğumu söylemeden edemeyeceğim... Hadi senin ihtiyacın olmadı diyelim ki olmaması mümkün değil; etrafında dünya kadar tanıdığın esnaf var ve bir çoğu da bizim sattığımız malzemeleri ya satıyor ya da tüketiyor. İnsan kardeş diye hitap ettiği birisine yönlendiremez mi bu potansiyel müşterileri?..

-Canımız sağolsun gülüm. Ortada bir ayıp var ve ne iyi ki o ayıp bize ait değil. Varsın onlar düşünsün!..

-Baki Durmaz ile Varol Bal bizim ofiste tanıştıklarında ikisinin birbirini bir tartışı ve süzüşü vardı ki, “insan insanın kurdudur” lafını hatırlamadan edemiyor. Birisinin hayreti, şaşkınlığı ve kıskançlığı; diğerinin tepeden bakan mütevazılığı...

İkisinin de yıllarını sola ve sol örgütlere adadığını hatırladıkça, acı acı gülümsemek geliyor içimden... Ne eski solculuğu be!.. Altta kalanın canı çıksın hikayesi... İktidara ve onun sağladığı nimetlere sahip olma ve kendi tekelinde tutma güdüsünden başka bir ideoloji tanımıyorum ben...

Herkes kendisini iktidar tapınağına atmak; tapılmak ve en az bir kez, heykel olmayan çağdaş Afrodit’leri öpmek istiyor... Bunun için yakıyorlar, yıkıyorlar ve zerre kadar acımıyorlar birbirlerine... Bunlara ulaşırlarsa, başlarının göğe değeceğini sanan, salakların istilası altında bu gezegen...

***

-Sekiz katlı bir binaya iskele kurup orada yirmi santim enindeki bir kalasın üzerinde iş yapmaya çalışan çocukları gördükçe aklım gidiyor, Bahar. Daha geçen gün bir tanesi iskeleyi sökerken ölüyordu az kalsın. Allahtan birinci kattayken düşmüş ve iki yüz milyonluk hastahane masrafıyla kurtulabildik...

İskeleden düşen çocuğun ilaçlarını eczaneden alıp kaldıkları eve gittiğimde gördüğüm manzara şuydu güzelim: On beş yirmi kişi kadar vardılar. Ben içeri girdiğimde hepsi birden ayağa fırladılar ve neredeyse hepsi önümde hazırola geçtiler.

İki küçük odalı bir evdi ve hepside o evde yatıp kalkıyorlardı. Beli incinen çocuğun yattığı odaya aldılar beni ve hemen bir yer sofrası kurdular önüme. Tavuk haşlama ve pilavdan oluşan karavana yemeğini yemezsem alınırlar diyerek, tok olduğum halde kaşık salladım. Aslında yemek işini birazda ben kaşıdım ve onların karavanasından yemek yersem hoşlarına gideceğini düşündüm. Popülizm yaptım senin anlayacağın...

Geçen gün iş yaptığımız şantiyeye gittim ve ne gördüm biliyor musun? Bizim çocuklar iş yaptığımız apartmanın eskiden garaj olarak kullanılan bodrum katında yatıp kalkıyorlarmış. İçimden gidip bir bakmak geldi ve ne göreyim... Hani köpek bağlasan durmaz denir ya, tam öyle bir yer. Yerler ıslak, içinde inşaat malzemeleri ve daha bir sürü işe yaramayan eşyalar... Her taraf pislik içindeydi ve acıdım orada yatıp kalkan çocuklara.

Hepsi Kürt ve Doğu’dan gelmişler. Geceleri çok üşüdüklerini söylediler bana. Kendimden utanmadım desem yalan olur... Yataklarının başındaki Yılmaz Güney posterini gördüğümde, hepsinin boynuna sarılmak ve kucaklamak geldi içimden ama yapamadım...

İskelede çalışırlarken birine bir şey olacak diye ödüm kopuyor, uykularım kaçıyordu. Ne maddi ne de manevi olarak böyle bir yükün altından kalkamayacağımı düşünüp, büsbütün yaptığım işten soğudum zaten.

Bir keresinde kendimi test etmek için iskeleye çıkayım dedim, ikinci kattan sonra ödüm bokuma karıştı ve vazgeçtim. Zaten çocuklarda “abi sen kilolusun ne yapıyorsun?” diyerek beni uyarmak zorunda hissettiler kendilerini...

Ne emniyet kemeri takıyorlar ne de başka bir güvenlik önlemi alıyorlar: Onlar için emniyet kemeri aldım ama “rahat çalışamıyoruz” diyerek kemer takmayı red ettiler. Maymunlar gibi hoplaya zıplaya inip çıkıyorlar...

Bu koşullar altında çalışan adamın parasını nasıl geciktirebilirsin? Ben daha iş bitmeden neredeyse alacaklarının tamamını ödemiş oluyorum. Elimde değil ne yapayım...

Benden patron matron olmaz, Bahar. Benim bir yanım hala o çocukların arasında... Vakit varken git kendine başka bir koca bul...”

***

Patronunun her iyi davranışını kendisinin vazgeçilemez bir eleman oluşuna yoran Ercan, çiğliğinin ve küçük adamlığının cezasını kış ortasında işsiz kalarak ödeyecekti...

Metin Tezcanlı, şirketin faaliyetlerini askıya alıyor; ofisini kapatıyor ve Ercan’a da ihtiyacı kalmıyordu artık. Saçını başını yolma sırası Ercan’a gelmişti ama Metin Tezcanlı herşeye rağmen Ercan’ı mağdur etmemeye çalışacak ve bir aylık maaş tutarını Ercan’ın cebine koyduktan sonra helalleşmeyi de ihmal etmeyecekti...

Ticaret, başka birşeydi ve Metin Tezcanlı, ticarete yatkın olmadığı gibi ticaretin kurallarına uymakta da zorlanıyordu. Dahası, sermayeleri zayıf, dayanma kapasiteleri sınırlıydı. Eldekini kaybetmeme korkusu elini kolunu bağlıyordu Metin’in. Çünkü o para Bahar’ın alınteriyle biriktirilmişti...

Her hamle yapacağı sırada aklına gelen bu fikir sayesinde duraklayacak ve geri çekilecekti. Kendi kazandığı parayı - ki böyle bir parası yoktu - riske atabilirdi ama karısının parasını asla! Yüzde yüz emin olması gerekirdi ama ticarette hayatın ta kendisiydi ve hiçbir şeyden yüzde yüz emin olunamazdı.

Zor kullanarak devrim yapmaya kalkmanın nelere mal olduğunu bilen ve bu işten büyük bedeller ödeyerek çıkan Metin Tezcanlı, bastığı yeri görmeden kolay kolay adım atamaz hale geldiğinin farkındaydı...

bölüm başlıklarına git






Yoksa bazılarımız rol mü kesiyoruz

Gün içinde keyifleri yerinde olduğu zamanlarda Bahar ile Metin cep telefonları vasıtasıyla mesajlaşırlar ve eğlenmeye çalışırlardı. Metin’in belden aşağı ve muzur mesajlarına karşılık, Bahar genellikle romantizme vurgu yapar ve Metin’den de aynı vurguyu beklerdi. Muzurluk bu sefer Bahar’dan gelmişti. “Sana bir e-mail attım eğleneceğini düşünüyorum bir göz atıver” yazıyordu son mesajında.

İnternete bağlanıp Bahar’dan gelen e-maili açan Metin Tezcanlı, Popoları açık vaziyette bir köprünün korkuluklarına yaslanan beş altı tane çıtır’ın hemen yanında yer alan ve yaşları ortalama yetmiş olan bir grup nineninde aynı pozu verdiğini gören Metin kahkahayı basmış ve Bahar’ın e-maile düştüğü “yıllar sonra görüşmek üzere” notuna mesajla cevap yazmaya başlamıştı ki vazgeçip, telefon etmeye karar verdi. Metin Tezcanlı e-mail’deki manzarayı ve mesajı boşa harcayacak adam değildi…

-Nasılsın gülüm?

-Şoktayım.

-Hayırdır?

-Selim Beyi üstüme koordinatör atadılar... Hiç beklemiyordum... Çok onur kırıcı... Bu bana git demek anlamına geliyor... Gruptaki yedinci, bu şirketteki dördüncü senem... Migrenim tuttu...

-Bahar, kendini boşuna üzme... İkimizde iş hayatını ve kurallarını gayet iyi biliyoruz... Hem sen çok yoruldun, biraz dinlenir kendine gelirsin... Allah daha büyük dert vermesin gülüm... Hem kendi şirketimizin koordinatörlük makamı boş duruyordu zaten...

-Zevzeklik etme Metin, hiç halim yok vallahi... Eşekten düşmüş gibiyim. Biliyorsun iki yıldır zam vermiyorlardı. Yılbaşında artık zam yaparlar diye beklerken...

-Aşkım seni anlayabiliyorum... Orada çok emeğin var ama eğer seni göndermeye yada istifaya zorlamaya niyetleri varsa yapacak bir şey yok. Bildiğim kadarıyla Selim Bey ile aranız iyi... Söyle ona tazminatını verip atsın seni... Şu anda en iyi çözüm bu sanki...

-Bence de... Konuşmayı ve kendimi tazminatlı olarak attırmayı becerebilirsem, üzülmek bir yana göbek atarak çıkar giderim buradan... Soğumuştum zaten... Şirket değil cadı kazanı mübarek.

-Sen şimdi sakin ol ve dert etmemeye bak... Beş altı ay sonra zaten emekli oluyorsun yanlış bilmiyorsam.

-Emekli olduğumda şu an ki yaşam standartlarımızın çok ama çok altına inmiş olacağız maddi olarak... Emekliliği unutalım gitsin şimdilik.

Hayat böyleydi işte: Kahkahalarla gülmeye hazırlanırken patlatıyordu Osmanlı Tokatını…

Bahar aldığı iyi eğitimin hayrına bulduğu işte kısa zamanda yükselmiş ve üst düzey yöneticiler arasındaki yerini almıştı. Büyük bir holdinge bağlı küçük bir şirkette başladığı özel sektör deneyimine, holding’e bağlı daha büyük bir şirkette finans direktörü olarak devam ediyor ve “aslında olmak istemiyorum” dese de finans koordinatörü koltuğuna oturması için kendisine yapılacak olan teklifi bekliyordu…

Her sabah yedi’ye çeyrek kala uykusundan uyanır ve altmış kilometrelik yol katederdi. Ortalama üç saati İstanbul trafiğinde geçer ve pestili çıkmış olarak ev’ine dönerdi. Akşam yemeği ve ardından izlenilen birkaç televizyon dizisinden sonra ister istemez yatıp uyumak gerekirdi.

Bahar’ın bu yoğun ve yıpratıcı temposunu çekilir kılan yeğane unsur, ortalamanın üzerinde aldığı maaşı ve o maaşa olan ihtayaçlarıydı. İyi kazanıyor ve kazancının yarısınıda kötü günler için bir kenara atıyorlardı … Kendi şirketlerini kurup, hiç bilmedikleri bir sektörde ticaret hayatına atılmamış olmasalardı, hafta sonu yapacakları maddi durum değerlendirmesine gerek kalmamış olacaktı...

Bahar’dan önce eve gelen Metin, Bahar’ın gergin olduğunu düşünerek bir küçük rakı almış ve güzel bir çilingir safrası hazırlamıştı. O akşam Bahar’ın rahatlaması için gereken iki şey vardı: iyi bir dinleyici olmak ve Ozan’ı rüşvet vererek erken yatmaya ikna etmekti...

-Ya Metin seninde bir mesleğin ve işin olsaydı biz çoktan kendi evimizi filan almış ve ben şu anda çoktan ev hanımı olmuştum. İş hayatı çok zor ve çok boğucu. Ben hiç sevmedim çalışmayı... En kötüsü ciğeri beş para etmez bir orospuya ya da pezevenge hassiktir çekememek. Aslında herkes aynı dertten muzdarip ve herkes birbirine hassiktir çekmek istiyor ama, aması var işte...

Patronlar ve ortakların çoğunluğu aylardır ortada yok abiciğim. Çoğu aranıyor... Şirket mali polis kaynıyor ve herkes göt altına giderim diye hiçbir evrak’a imza atmıyor. Bankalarına el; bütün mal varlıklarına ve banka hesaplarına da ihtiyati tedbir kondu. Maaşları ödemek için bile savcılıktan izin alıyoruz. Şu an’a kadar neredeyse bin beş yüz kişiyi işten çıkardılar ama bunun daha devamı gelecek gibi görünüyor.

Benim bölümden isim istendiğinde genellikle bekar ve tembel olanların isimlerini veriyorum ama herkeste bekar ve tembel değil ki anasını satayım. Her atılan elamanımla vedalaşırken ecel terleri döküyor ve salya sümük ağlıyorum. İnsan sıra bana ne zaman gelecek diye düşünmeden edemiyor...

Ortalık işsiz kaynıyor, Metin. Aldığımız maaşların yarısına, üçte birine çalışacak , jaws gibi bekleyen dünya kadar insan bekliyor kapının önünde. Hepside yüksek eğitimli ve kalifiye insanlar. Bankacılık krizi ortalığı mahvetti ve tozu duman da henüz dağılmış değil...

Bu evin bana ve benim getirdiğim paraya bağımlı olmasından kaynaklanan sorumlulukları ve yükleri taşımakta zorlanıyorum desem, ayıp etmiş olur muyum?..

-Farkında olmadığımı sanıyorsan, yanılıyorsun Bahar. Sen yorulmuş olabilirsin ama bu durum asıl beni perişan ediyor. İşsiz bir koca ve işsiz bir baba olmak, bu dünyada isteyebileceğim en son şey olsa gerek... Ya hayata bir kere kötü başladın mı ve de büyük hatalar yaptın mı kolay kolay belini düzeltemiyor insan... Kırkından sonra gelen aklın da sülalesini s....yim: Bir boka yaramıyor nasıl olsa...

-Kendine haksızlık etme deli oğlan. Senin yaklaşık yirmi yılın başkalarının kurtuluşuna ve mutluluğuna adanmış. Bunun on yılı da hapishanede geçmiş. Kafayı yemediğine ve sakat kalmadığına dua et. Kendi namı hesabına yaşasaydın ve mücadele etseydin, durumun bu kadar vahim olmazdı. Nice dangalaklar ve angutlar ticaret yapıyor ve bok gibi para kazanıyorlar.

Niye biliyor musun?.. Siyaset ve feodal ilişkileri sayesinde. Senin siyasetle ve feodal ilişkilerle aran sıfır düzeyde. Birde şu var be gülüm: Bak islamcılara nasıl birbirlerini kolluyor ve gözetiyorlar. Mobilya sektöründen plastik sektörüne kadar bu adamların elinde ve kolay kolay başkalarıyla da çalışmıyorlar. Herkese mal satıyorlar ama herkesten mal almıyorlar.Ticaret, sonuçta çevreye ve insan ilişkilerine dayanıyor. Sen istediğin kadar temiz, dürüst ve profesyonel ol...

Bizim solcular ne yapıyorlar peki?.. Ne zaman aralarından biri yırtacak ya da bir adım öne çıkacak olsa ya içlerinden beddua ediyorlardır ya da öne çıkanın ayağını kaydırmaya çalışıyorlardır. Ortak bir kültürün taşıyıcıları ve mirasçıları olarak kendilerinden birilerine karşı gösterdikleri düşmanca dayanışmayı, eminim sağcılara ya da şeriatçılara göstermiyorlardır. Daha ötesi yok bunun...

İş nutuk atmaya ve memleketi kurtarmaya gelince senden benden daha radikal oluyorlar şekerim. Ve sanırsın ki yarın dağa çıkacaklar ama biz engelliyoruz. İş ellerinde tuttukları pastayı paylaşmaya gelince de ortada ne pasta görünüyor ne de kendileri. Bunları ima etmeye kalktığın zamanda da senden kötüsü olmuyor...

Ya hepimiz böyle miyiz Metin? Yoksa bazılarımız rol mü kesiyoruz diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Yanlış yapan onlar mı yoksa biz miyiz?..

Ben artık insanların küçük bencilliklerine ve lükslerine laf söylemeyi bıraktığım gibi yapanları da yadırgamıyorum. Çekilen bunca kahırdan ve eziyetten sonra olsun o kadarcık lükslerimiz. Ama iş her şeye sahip olmaya ve bu vesileyle herkese hükmetmeye gelince orda dur değil mi ama?..

Abi İnsanların ömrü fırtınadan kaçıp doluya tutulmakla mı geçecek allahaşkına ya?..

-Bahar, iyi ki fazla içmedin ha... Bir iki kadeh daha içersen beni de bu adamlardan biri sanacak ve üzerime atlayacaksın diye ürkmeye başladım. Valla ne desem boş gülüm, ne desem hikaye... Hayat bizi takmıyor artık ve buna alışmak lazım belki de. Bu kafayla ne kimseye yaranırız ne de kimse bizi içine alır...

-Metin, sahiden çok mu içtim ben, o kadar kötü durumda mıyım yani?

-Yok yok gayet iyi durumdasın ama baban senin böyle içki içtiğini duyar ya da görürse, benim, kızına söz geçiren sert damat imajım yerle bir olur ve rezil olurum. Ozan büyüdü artık, tembihlesen iyi olur. Bir yerde ağzından filan kaçırır ya da babanın kulağına giderse, senin açından da hoş olmaz.

-Abi kırkımı geçtim ben ya. Duysunlar artık benimde kötü bir kız olduğumu ve hattızatında bir zamanlar kötü yola düştüğümü. Seviyorum aabii elimde değil ya.

-Tamam güzelim tamam, çok muhabbet tez ayrılık getirirmiş. Hadi şimdi yatağa, şöyle mışıl mışıl bir uyku iyi gelir sana. Sabah sana sucuklu yumurta yaparım kahvaltıda. Gider taze kaymak bile alırım. Önce güzel bir uyku sonrada güzel bir sabah kahvaltısı. Hadi naş naş Bahar hanım. Bizde lakırdı bitmez ama idareli kullanmakta fayda var.

-Olur paşam anan güzel mi senin?

-Anama laf yok biliyorsun.

-“Anan orospu olsaydı işsiz kalırdı espirim” nasıldı ama? Hem orospu hem de çirkin olmak çok kötü be Metin’im, değil mi ama?

-Bahar’ım, çiçeğim, böceğim... Elimden bir kaza çıkmadan yatıp uyusan diyorum artık...

-Tamam tamam gidiyorum ama bazen sarhoş oldum numarası yapmakta fena değil be Metin’im. Vallahi iyi geliyor. Sana da tavsiye ederim koçumm...Hadi bana eyvallah...Off yorulmuşum ama rahatlamışım da be... Gözlerin sanki bir ormaan / gözlerin nasıl bulanıık / saklı korkulardan sanık / gözlerin kaçarken vuruluur...Dudakların nasıl ürkeeek / ne kadar uzakta sesiiin/ sen gece gelen konuğuum / hiç kimmseninde herkesinn...

bölüm başlıklarına git






Ben ben de değilim

Birbirlerine belli etmemeye çalışsalar da ikisi de neredeyse burunlarından soluyor ve kara kara ne yapabileceklerine dair fikir yürütmeye çalışıyorlardı...

-Metin, senin eniştenin yaptığı işi biz de yapamayız mı?

-Aslında bugün benim de aklıma gelmedi değil. Dur bir enişteyi arayıp, sorayım...

Yaklaşık yirmi beş yıldır kamyon şöförlüğü yapan Metin Tezcanlı’nın eniştesi, son beş yıldır da bir gıda firmasının taşımacılık işini yapıyordu. Patronunun kefil olmasıyla aldığı frigofirik kasalı kamyonunun taksitleri biter bitmez de, son model bir Mercedes kamyon almış ve paraya para demiyordu...

-Enişte nasılsın?

-Sağol Metin sen nasılsın?

-Şu sıralar pek iyi değiliz enişte, Bahar da ben de işsiz sayılırız artık... Ya enişte senin yaptığın işi biz de yapamayız mı?

-Tabii yaparsınız; yapılamayacak bir iş değil ki... İstersen yarın bize uğrayın daha detaylı konuşalım.

-Tamam uğrarız, sağol enişte.

Eniştesiyle Metin Tezcanlı arasında geçen konuşmanın olumlu havası Bahar ile Metin arasındaki gerilimin azalmasını sağlamış ve birbirlerine suçlayıp, saldırmalarına engel olmuştu.

Metin Tezcanlı ve Bahar çifti, Aydost Dağının eteklerindeki gecekondu mahallelerinin sefaletine hiçte yabancı değillerdi...

Bahar ve Metin birlikte olmaya başladıktan sonra o gecekondu mahallelerinin birinde oturan Metin’in ablasının üzerine kayıtlı evin en alt katında, altı ay süreyle ikamet etmişler ve oldukça fırtınalı günler yaşamışlardı...

-Metin, ablanın en küçük oğlu kahvaltı masasındaki kaşar peynirine elini uzatırken, babasının “yeter” diyerek eline vurmasını hatırladıkça, içim eziliyor... Bir baba için bunu yapabilmek hiçte kolay olmasa gerek ama yapılabildiğini gördüm; görmemeyi tercih ederdim...

-Bahar, sen de biliyorsun, o zamanlar ekmek alacak paraları bile yoktu. O kaşar peynirini de kendileri için değil, büyük olasılıkla bizim için almışlardır...

Ablamın karnında yaklaşık birkaç kiloluk bir ur tespit edildiğinde, ablam ve ortanca oğlunun bir oda da baş başa nasıl ağladıkları geliyor aklıma... Ben odaya girdiğimde, ablam “ öleceğim kardeşim” dedi ve hüngür hüngür ağlamaya başladı...

Ablama, üzülmemesini çünkü tanıdık doktor arkadaşlarımın olduğunu söyleyerek yatıştırmaya çalıştım. Allahtan karnındaki ur temizdi yoksa çoktan yolcu olmuştu... Yeşil Kart çıkarttık ve devlet hastahanesinde ameliyat ettirdik. Doktor Serdar’ın büyük yardımını gördük. O olmasaydı işimiz gerçekten çok zordu... Ablamların ne parası vardı ne de bir sağlık güvencesi...

-Nereden nereye Metin’im. Bir zamanlar biz onlara iş-güç ve para-pul konularında yardım ederken, şimdi onlar bize yardım edebilecek konuma geldiler... Ablan estetik ameliyat bile yaptırabiliyor...

-Borsacıların tabiriyle söyleyeyim: Herkes dip ve zirve yapabilir. Çünkü bir biçimde herkes kumar oynuyor, bu ülke de...

Metin Tezcanlı’nın ablasının kırık dökük üç katlı apartmanı tepeden tırnağa yenilenmiş ve yaklaşık yetmişbeş milyar para harcanmıştı, içine ve dışına.

-Enişte ne diyorsun, yapabilir miyiz, olur mu sahiden?

-Şimdi şöyle söyleyeyim: Önümüzdeki Mart ay’ında fabrikanın kapasitesi iki katına çıkartılacak. Yeni tesislerin yapımı devam ediyor. Bu tesisler bittiğinde -ki yakında bitecek- ister istemez yeni kamyonlara ihtiyaç olacak. O durumda da patron beni çağıracak ve bana kamyon bul diyecek... Sen hazırlıklarını yapmaya başla...

-Biz bu işten para kazanabilir miyiz peki?

-Al sana küçük kamyonun aylık cirosu , yetmez mi?

-Otuz günde yirmi beş bin kilometre... Kilometre başına beş yüz bin artı KDV’den...

-Bunun ne kadarı kar’dır enişte?

-En az yarısı...

-Bu işin püf noktası nedir sence?

-Fabrikaya problem çıkartmamak; iki şehir arasındaki mesafeyi kısaltan yolları bilmek ve en önemlisi, aklı başında gidip gelmek... Sabırlı olacaksın: sağından solundan vızır vızır geçen ve birkaç dakika içinde önünden kaybolan binek arabaların hızını unutacaksın...

Yorulduğun zaman birkaç saatte olsa dinleneceksin; temiz hava alacaksın ve uyuşan vücudunu diriltmek için hareket edeceksin... Dağları tepeleri aşarken yalnızlığa alışacaksın ama başına bir iş geldiğinde bil ki seni gören ilk kamyoncu yardımına koşacaktır...

Metin Tezcanlı’nın ablası kocasının anlattıklarını dinlerken, birdenbire kardeşine dönmüş ve “ sen bu işi nasıl yapacaksın hey kardeşim... Uykusuzluğa ve yorgunluğa nasıl alışacaksın?.. Sana göre bir iş değil bu...” Demekten kendini alamamıştı.

-Kolay iş yok abla... Her iş zor... Para kazanabilecek ve evimin nafakasını çıkartabileceksem, uykusuzluğa da alışırım yorgunluğa da... Evde malak gibi yatan adamı ne koca yerine koyarlar, ne de baba... Bundan daha zorunu tanımıyorum ben...

Metin’in söylediği son sözleri Bahar’ın gerilmesine ve Metin’e dik dik bakmasına neden olmuştu ama üzerine basa basa söylediği sözlerin ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu Metin...

Hapishaneden çıktıktan sonra yıllarca işsizlikle boğuşmuş ama bir türlü dikiş tutturamamıştı: Zor bir insan olduğunun her zaman farkındaydı ve otoriteden, emir komuta zincirine girmekten nefret ederdi...

Yeteri kadar emir komuta zinciri altında çalışmış ve en sonunda da isyan bayrağını çekmişti. Her anlamda kendisinden daha zeki ve akıllı olmayan insanların emrinde çalışamayacak kadar akıllandığını düşünüyor ve kendi başının çaresine bakmaya çalışıyordu...

-Metin, eniştenle konuştuktan sonra ben paniklemeye başladım: Sen uykuya çok düşkünsün bir; ikincisi, bu yaştan sonra kamyon kullanmak hiçte kolay olmayacak senin için. Bu taşımacılık işiyle ilgili gelişmenin ilk gecesinde, “ ben bu adamı nasıl göndereceğim “ diyerek ağladım yatakta. Sen ne kadar farkındasın ama ben çok korkuyorum bu işten... Allah göstermesin başına bir iş geldiğinde, ben sensiz ne yaparım?..

Ozan ile geçen gün birlikte uyuyacaktık, biraz yeni işten bahsedeyim de yavaş yavaş alışsın diye düşündüm ama senden uzun sürelerle ayrı kalacağını fark eder etmez, ağlamaklı oldu ve “ babam eski işine devam etsin, ben bu işi istemiyorum “ dedi bana. Bu çocuk doğduğundan beri seninle yan yana büyüdü. Sen, uzun seferlere çıktığında, başımın etini yiyeceğinden adım gibi eminim...

-Yahu, hep benim ne kadar pimpirikli, çekingen ve her işin en olumsuz yanlarını öne çıkardığımı söyleyerek, girişimci olmadığımı ve risk almadığımı söyleyen sen değil miydin?... Al sana girişimcilik, ataklık, cesaret ve kararlılık... Benim önümde on, bilemedin on beş sene kaldı... Ne yapacaksam bu süre zarfında yapmak durumundayım...

Ben gözümü kararttım, Bahar!.. Boktan bir trafik kazasında ölmek de dahil, her türlü riski ve belayı göze alıyorum işte... Ne olacaksa olsun artık!.. Ünlü Matador El Cordobes, ilk gösterisine çıkarken annesine ya da ablasına “ bugün size ya bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksınız “ diyerek çıkıyor soyunma odasından... Aynı ruh halindeyim ve ben de sana aynı şeyi söylüyorum... Başka çıkış yok işte!..

-Şöför alsak da sen sadece refakat etsen?

-Bütün servetimizi yatıracağımız hatta biraz da borçlanacağımız ekmek teknesini nasıl bir şöföre emanet edebilirim ki?.. Borçları bitirene ve üç beş kuruş bir kenara atana kadar böyle bir şey yapamam, Bahar. Ancak kamyon kendini amorti ettiğinde, ben direksiyon sallamaktan vazgeçebilirim...

-Otobüs firmaları gıcır gıcır son model otobüsleri maaşlı çalışan şöförlerinin altına veriyorlar ama...

-Adı üstünde Bahar. Onlar otobüs firmaları. Bizim on tane kamyonumuz olmayacak ki...

-Geçen gün bir hesap kitap yaptım. 2006 yılının Şubat’ında, iyi bir ev ya da yeni bir kamyon alabilecek duruma gelebiliriz, tabii bir aksilik olmazsa...

-Dönüş yok Bahar. Ya tam batacağım ya da tam çıkacağım. İkisinin arasında kalmaktan hem yoruldum hem de çok bunaldım... Senin o büyük holding’deki işinden daha zor olacağını düşünmüyorum kamyonculuğun. Sonuçta kendi kendimizin patronu olacağız her halükarda... Hayata karışamamaktan ve hep aynı kısır döngülerin içinde cebelleşmekten şikayet ediyordum... İşte fırsat, işte meydan okuma!..

-Eh kamyonun arkasına “Boğaziçilim” yazarsın artık.

-“Kolej güzeli” de olabilir ama “ben ben de değilim” yazmak geliyor içimden... “Sen Daha Çocuktun” da olabilir!..

Metin Tezcanlı’nın taşımacılık işine soyunmasına kimsenin bir itirazı yoktu ama uzun yollarda kamyon kullanacağını duyan arkadaşları, onun saçmaladığını ve kamyonu bizzat kullanma sevdasından vazgeçmesini söylüyorlardı:

-Yahu ben, çocukken uzun yol şöförü olmayı hayal ediyordum zaten. Kısmet bugüneymiş kardeşim. Kırk iki yaşımda çocukluk hayalimi gerçekleştirme fırsatını tepecek kadar da nankör değilim. Siz varın dalga geçin benimle.

Hem para kazanacağım hem de en az bir kitaplık malzeme çıkaracağım ben bu işten. İkinci kitabım bitiyor. Üçüncüsünün malzemesi de hazır ama dördüncü kitabın konusu ve kahramanları yoktu. İşte şimdi o da hazır hale geliyor...

-Şansını fazla zorlamasan iyi olur Metin. Senin belirli standartların ve iyi kötü aydın bir çevren var. Kamyon şöförlerinin inşaat sektöründe çalışan amelelerden daha iyi olduğunu düşünmüyorsundur umarım. Al iki tane şöför çalıştır, senin ne işin var onların arasında?..

-Maden var kardeşim, maden!.. Gecelerin ve gündüzlerin, yazların ve kışların, hem tanığı hem de yazıcısı olacağım... Hayata karışıyorum efendiler, hayata!..

Bahar Tezcanlı’nın finans direktörlüğünden, kamyoncunun karısı pozisyonuna düşmesi hiç kuşkusuz kolay kolay içe sindirilecek bir şey değildi ama daha iyi bir seçenekleri de bulunmuyordu.

İnşaat sektöründeki işlerini bırakmış ve kamyonculuğa soyunmuşlardı. Bahar Tezcanlı’nın bu durumu ailesine anlatması ve onların rızalarını alması kolay değildi. Zaten dili bir türlü yeni işlerini anlatmaya gitmiyordu. Ailesinin bu işi küçümseyeceğini ve hatta hor göreceğini düşünüyordu:

-Gülüm bunda utanacak, sıkılacak bir şey yok ki... Namusumuzla, alınterimizle ekmeğimizi kazanacağız, kısmet olursa... Hem bu işi yapmazsak, onlar mı bizim karnımızı doyuracak, onlara ne?..

-Orası öyle ama , “ Muhsin Göçmen’in kızı bir kamyoncunun karısıymış aslında” diye bir laf duyarsa bizimkiler, kesin beni çizerler... Onlar senin solcu ve alevi olduğunu tahmin ediyorlar ama ipten kazıktan kurtulmuş bir adam olduğunu hala bilmiyorlar... Üstüne bir de kamyonculuk eklersek manzara tamamlanıyor anasını satayım... Ah eşek kafam ah!.. Anamın sözünü dinleseydim, şimdi son model cipin içinde aylak aylak fink atıyor olacaktım.

-Boşuna uğraşma, sen bir fabrikatör ya da çok zengin bir işadamıyla evlenseydin bile, yine benim gibi bir adama kaçardın...

-Demek ben de o potansiyeli görüyorsun?

-Olmasa benim yanımda ne işin var kızım? Bugün bile istediğin gibi zengin bir koca bulabilirsin...

-Metin, mutlaka senin de aklından geçmiştir, söyleyeyim sen de rahatla: Annem Florya’daki evi bilmem kaç bin dolara sattı ama kadının aklına bize yardım etmek gibi bir fikir gelmiyor nedense...

Geçen gün beni çağırdı, alışverişe gidecekmiş... Bir mağazaya girdik. Annem yaşına başına aldırmadan boncuklu bluzların birini giyiyor birini çıkartıyor. Neymiş efendim, onun boncuğu az bunun bilmem nesi fazla... Tezgahtar kızın yanında rezil oldum; yerin dibine girdim... Gülmemek için dudaklarımı ısırdım...

Çocuklarının içinde bir tek benim evim yok. Babamın parası olsa, annemin yaptığını kesinlikle yapmazdı. Çocuklarının arasındaki eşitsizliklere katiyen izin vermemeye çalışır ve herkesin aynı şeylere sahip olmasına büyük önem verir babam...

-Babanın o özelliği benim de dikkatimi çekti sahiden. Adil olmaya çok dikkat ediyor. Annen, babanın kendisine aldığı evi satıp, kimseye zırnık koklatmıyor ama baban olsaydı en azından şu Florya’da satılan evin parasının yarısını getiririr sana verir ve “üstünü de siz tamamlayıp, kendinize bir ev alın” derdi. Bundan hiç şüphem yok... Hem o evi ona alan baban değil mi? Utanmıyor mu adamın parasını tek başına sahiplenmekten?.. Ya annen senden intikam alıyor işte...

-Kesinlikle... Onun istediği tipte bir evlilik yapsaydım, böyle davranmazdı... Hala kan davası güdüyor benimle...

-Sana bir şey söyleyeyim mi Bahar? Bir tek kadınlar bu kadar katı ve intikamcı olmayı başarabiliyorlar. Erkekler kesinlikle onlar kadar kin tutamuyorlar. Benim annemde hala senin annen gibi davranıyor ablama karşı. Bu ne gaddarlık, bu ne menem bir kindir ki yıllar geçse de bir türlü bitmiyor?.

-Bir kadın olarak sana hak veriyorum, Metin. En azından annem için geçerli bu... Ben de onu affetmeyeyim diyorum ama şunun şurasında daha ne kadar yaşayabilir ki?.. Ha bugün ha yarın ölecek diye, benim uykularımın kaçtığından haberi bile yok annemin...

Cavidan Hanım özel kolejlerde okutarak yatırım yaptığı Bahar’ın ne ilk kocasını ne de ikincisini hiçbir zaman içine sindirememişti: Birinci damadın solculuğu ve koministliği biliniyordu ama ikinci damadı “ CHP’liyim” diye kıvırıyor ve gerçek kimliğini gizliyordu…

Saraylara, malikhanelere ve tripleks villalara layık olarak yetiştirdiği kızından beklediği verimi alamamanın intikamını fena alıyordu, Cavidan Hanım. Hem de bir ayağı çukurda olmasına rağmen...

Adını koymadığı ve dışarıya yansıtmadığı savaşını, gayri nizami harp usullerine göre yürütüyor ve Bahar’ı içten içe hırpalamak için psikolojik harekat taktiklerine ağırlık veriyordu: Bahar’ın bir ev almasına yardım edebilir ya da tek başına bir ev alabilirdi ama yapmıyordu işte...

“Annem, büyük gelinin ve senin önünde “ bankadaki dolarları bozdurup, bir ev alıp, sonra da kiraya mı versem, yoksa, hazine bonosu mu alsam?..” diye

sorduğunda, ‘ kendini bu kadar yormana gerek yok, anne. Bana bir ev alabilirsin...’ demek geldi içimden ama boşver, kendini aşağılamış olursun diyerek söylemekten vazgeçtim, Metin. Ne kadar ağrıma gittiğini tahmin edemezsin...

O dolarlar, hisse senetleri ve gayri menkullerin hepsi üç kardeşe kalacak sonuçta ama bunları düşünmek bile yaralıyor insanı... İstiyorum ki öldüğünde aramızda kırgınlık olmasın, ölüm acısının üstüne birde kırgınlık acısı eklenmesin ama tek taraflı olmuyor işte...” Bahar Tezcanlı’nın yanaklarından aşağı sicim gibi gözyaşları akıyordu...

bölüm başlıklarına git






Zayıf Halkalar

-Alo Metin, bütün malvarlığımıza ve banka hesaplarımıza tedbir konuyor.

-Hayatım sakin ol, ne tedbiri?

-Ya hani bizim şirketin ve bazı üst düzey yöneticilerinin banka hesaplarına tedbir konmuştu ya... İki yüz elli iki kişinin hesaplarına daha tedbir konması için Cumhuriyet Savcılığına yazı gitmiş. Yeni listenin içinde benim adım da var...

-Sıkma canını gülüm, bi bok çıkmaz nasıl olsa.

-Öyle ama maaşlarımızı bile alamayacağız, o durumda. Dahası, tedbir kararı birinci derecedeki akrabaları da kapsıyor: Anne, baba, eş, abi, kardeş ne varsa hapı yutuyor...

-Hassiktiiir!.. Nereden duydunuz, resmi bir tebligat yapıldı mı?

-Arkadaşlar, talep yazısını getirdiler az önce. Mahkeme kararının çıkması için iki üç gün geçer diyorlar... Sinirlerim alt üst oldu ya... Allah kahretsin böyle şirketi de... Bu bankaların, şirketlerin içi boşaltılırken neredeydi bu adamlar?.. Potansiyel olarak hepimizi suçlu görüyorlar, Metin...

-Dert etme güzelim... Bu günlerde geçer ama biz yine de tedbirlerimizi alalım...

-Neyse, akşam eve gelince konuşuruz... Sanırım bütün telefonlar dinleniyor.

-Varsın dinlesinler. Bizim korkacak bir şeyimiz yok nasıl olsa.

-Hoşça kal aşkım...

Bir şirketin ya da şahısın mal varlıklarına ve banka hesaplarına tedbir konulması demek, mal varlıklarını satamaması ve parası olsa bile , o parayı kullanamaması demekti...

Bütün şirketlerine el konulan büyük holdingin ve ona bağlı grup şirketlerinin aktif - pasif bütün mal varlıklarına, banka hesaplarına el konulmuş ve şirketlerin başına, beşer kişilik yönetim kurulları atanmıştı. Patronlar ve bazı üst düzey yöneticiler kaçak pozisyonuna düşmüşler ve dünyanın her yerinde kırmızı bültenle aranıyorlardı...

Aylardır, kedinin fareyle oynadığı gibi oynanan ve neredeyse onurları ayaklar altına alınan çalışanların içine düşürüldüğü durum, gerçektende içler acısıydı. Şirket kasasında gerekenin çok üzerinde paraları olmasına rağmen şirket hesaplarına konan tedbirden dolayı aylardır maaşlarını alamıyorlardı.

Hesaplarına tedbir konacakların listesinde Bahar’ın da adının olması, Metin Tezcanlı’nın ensesinin sertleşmesine neden olmuş ve felaket senaryoları yazmaya başlamıştı. Bir an için, sabaha karşı evlerinin basıldığını ve Bahar’ın kendi yanında hakaretlere maruz kaldığını; Uykusundan korkuyla uyanan Ozan’ın ağlamaya başladığını getirdi aklına. Bahar ve Metin Tezcanlı, bir polis arabasının arka koltuğunda, Organize Suçlar Müdürlüğünün yolunu tutmuşlardı bile...

Metin Tezcanlı, faaliyetlerini askıya aldıkları kendi şirketlerinin banka ve şahıs hesabında bulunan paralara el konulursa ne yaparız diye karar kara düşünmeye başladı... En iyisi parayı bankadan çekmek ve bir arkadaşlarına emanet etmek olabilirdi ama Bahar’ın eve gelmesini beklemek ve ondan sonra karar vermek, en doğrusuydu...

Yorgun, bitkin ve morali sıfır olmuştu Bahar’ın. Metin’in hazırladığı yemeği yedikten sonra televizyonun karşısına geçmiş, Ozan’ın yatırılmasını bekliyordu ama normal olarak kendi yatış saatleri de gelmiş sayılırdı...

-E gülüm, anlat bakayım, getti mi gaymeler?

-Yeni yönetim kurulundaki adamlar, yeni listeyi ve tedbir konması istemini zamansız ve yanlış bulduklarını; bu kararı geri çektirmeye çalışacaklarını söylediler bize.

-Tedbir konması kararını veren devlet; kararın geri alınmasını isteyen de devletin atadığı yönetim kurulu üyeleri, öyle mi?

-Aynen öyle.

-Bu adamlar ya ne yaptıklarını bilmiyorlar ya da çok ince bir taktik var bu işin içinde...

-Ne gibi?

-Mal varlıklarına ve banka hesaplarına tedbir konması istenen insanların gözlerini korkutup, işbirliğine zorlamak istiyor olabilirler. Sizin şirket onların gözünde bir muamma ve çalışanların rızası olmadan ne o şirkete hakim olabilirler ve ne de o şirketi yönetebilirler. Sizler olmadan tek bir adım bile atamazlar. İsteseler bile kendi adamlarını getiremezler; büyük bir zaman kaybını göze alamazlar, Bahar. Yüzlerine ve gözlerine bulaştırırlar ve o haliyle de kimseye satamazlar bu şirketi...

Ellerinin sizlere mahkum olduğunun gayet farkındalar ve bu dezavantajı ortadan kaldırmak için, mal varlıklarını ve banka hesaplarınızdaki paraları kullanarak, bir biçimde sizleri tehdit ediyorlar bence... Bir şey çıkmaz ama sıkıntılı günler ve aylar yaşayabiliriz... Şimdi de sen dökül bakayım...

-Tedbir konması için yazılan talep yazısını aldıktan sonra devletin bizim şirkete atadığı hukuk müşavirliğinde görevli iki adamla görüştük. Birisi hukukçu olduğunu söyledi ama bana kalırsa hukukçu filan değil. Daha ziyade...

-Ya mali polistendir ya da derin devletin bürokratıdır.

-Bence de... Zaten kendisi ben hukukçuyum demedi, ben ona “galiba hukukçusunuz” diye bir zarf attım, o da biraz durakladıktan sonra, gülerek, “evet hukukçuyum” dedi... Şirket hem sivil hem de mali polis kaynıyor... Bu ortamda çalışmak insanı fena geriyor ve fena yıpratıyor. Herkes birbirinden şüpheleniyor ve kimin kimi sattığı ya da satabileceği lafları dolaşmaya başladı ortalıkta...

O anlı şanlı ve burnundan kıl aldırmayan icra kurulu üyeleri, genel müdürler, koordinatörler ve direktörler, devletin adamları karşısında nasıl köpekleşiyor ve kuyruk sallamaya başlıyorlar bir görsen...

Salya sümük ağlayanlar mı dersin; hem suçlu hem de güçlü ruh haliyle edepsizlik edenler mi dersin... Her şey tam bir Türk filmi gibi: Karşısında devletin bürokratını gören, yerinden fırlıyor ve hazır ol’a geçiyor...

Neyse, görüştüğümüz adamlar, eğer onlara güveniyorsak, birer dilekçe yazarak, durumlarımızı ve şirkete dair bildiklerimizi içeren bilgileri yazmamızı ve kendilerine vermemizi istediler... Bu dilekçelere göre hareket edeceklerini söylediler...

Patronlardan alamadıkları bilgileri bizlerden almaya çalışıyorlar... Sanki bizler şirketten kaçırıldığı iddia edilen paraların nereye aktarıldığını biliyormuşuz gibi... Bu işleri kimlerin yaptıklarını bal gibi biliyorlar ama ellerinde delil olmadığı için bizi sıkıştırıyor ve bizi tehdit ediyorlar... Bir anlamda birilerinin aleyhinde konuşturmaya zorluyorlar... Allah bilir masalarımızın altına filan dinleme cihazları bile koymuşlardır...

-Gülüm, işi paranoya noktasına kadar götürmeye gerek yok bence... Senin gizlediğin ya da gizlemeye çalıştığın bir şey yok ki. Bırak o haltları karıştıranlar düşünsünler...

-Aslında doğru söylüyorsun. Benim imza yetkim bile yok ve sadece talimatları yerine getirdim. Benim korkacağım bir şey yok çok şükür...

-Kız yoksa gaymeleri benden gizli mi götürdün?

-Zevzeklik etme Metin. Hala ensem sert ve çok gerginim... Bazı çalışanlar metazori yöntemlerle ve hiç tanımadıkları şirketlere ortak gösterilmişler ve onların durumu daha da beter...

Neymiş efendim, el koydukları bizim gruba ait bankanın içi boşaltılmış ve kaçırılan o paraları tahsil etmeye gelmişler. Bankanın içi boşaltılırken neredeydiniz diye soramıyoruz tabii... Senin o bankada Yeminli Murakıbın vardı, niye onun yazdığı raporları zamanında denetlemedin de diyemiyoruz ... Velhasıl kelam, patronları ellerinden kaçırdılar ya da birileri kaçmalarına göz yumdular... Güçleri bize yetiyor ancak...

-Bahar, bu adamların kullandığı yöntemler polis sorgusundaki yöntemlerin hemen hemen aynısı. Senin üzerine bir suç ithamında bulunup, o suçu işlemediğini kanıtlamanı istiyorlar. Halbuki suçu kimin işlediğini ispatlamak onların görevi... Hem takır takır vergini öde hem de senin vergilerinle maaş alan adamların elinde oyuncak ol... Olacak iş değil ama tam bizim bürokrasiye göre...

Toplantı yaptığımız adamlardan birisi patronların kaldığı kata çıkmış ve onların tuvaletlerini filan incelemiş ve fotoğraflarını çekmiş... Efendim, klozet filan demek mümkün değilmiş... Muazzam bir koltuk şeklinde dizayn edilmiş ve elini suya sabuna dokundurmadan taharet giderebiliyormuşsun.

Bir düğmeye basınca istediğin ısı derecesinde su; başka düğmelere basınca da yıkama, yağlama, durulama ve kurutma işlemleri... Elini hiçbir şeye dokundurmuyorsun ve herşey düğmeler aracılığıyla yapılıyor... Böyle boktan bir muhabbet yapmak zorunda da kaldık adamlarla... Neyse yatalım Metin. Bizi zor günler bekliyor anlaşılan...

-Bozma moralini. Ucunda ölüm yok ya, sen ona bak...

-İyi geceler.

-Sana da hayatım.

Bahar ve Metin ayrı odalarda yatmış olmalarına karşın ikisi de gecenin bir vaktinde mutfakta buluşmuşlar ve bir şeyler atıştırdıktan sonra tekrar uyumaya gitmişlerdi ama belli ki ikisinin de uykuları kaçmaya ve başlarına gelebilecek olası kötülükleri düşünmeye ve kurmaya başlamışlardı.

Bahar her zamanki gibi Metin’den ve Ozan’dan önce kalkmış ve işe gitmişti... Metin de Ozan’ı okula bıraktıktan sonra bitirmek üzere olduğu ikinci kitabını yazmaya devam etmek için bilgisayarın başına oturduktan birkaç saat sonra telefonu çalmaya başladı. Arayan Bahar’dı.

-Metin, moralim çok bozuk, bildiğin gibi değil.

-Hayrola Bahar, mahkemeden tedbir kararı mı çıktı yoksa?

-Bence daha da kötüsü Metin... Hani tedbir taleplerine karşı dilekçe yazacaktık ya, yazdım ve dün görüştüğümüz ve kendisi için hukukçuyum diyen adama verdim ama ne dese iyi... “Bir finans direktörü olarak burada yazdıklarınızdan daha fazlasını biliyor olmalısınız; o tahsilat kaçaklarıyla ilgili bir şeyler yok mu yani?” demesin mi... Resmen bana zanlı muamelesi yaptı, ağlamamak için kendimi zor tuttum ama şu anda bile ağlamak üzereyim...

-Sakin ol hayatım... Aranızdaki en zayıf halkayı ya da halkaları bulmaya çalışıyor adamlar... Hem kimseyi tanımıyorlar hem de doğal olarak herkes potansiyel suçlu onların gözünde. Sen koca şirketin finans direktörüsün, senden şüphelenmeleri son derece doğal...

Onlar size suçlu muamelesi yaparak, kendiliğinizden gidip birilerini ihbar etmenizi ya da sizin bilip de onların bilmediği bilgileri kendilerine vermenizi bekliyorlar... Kendi pozisyonunu daha detaylı yaz ve verilen talimatları yapmak dışında başka bir şey yapmadığını anlat.

Bahar akşam eve gelir gelmez, Metin’e, “her ihtimale karşı senin, benim ve şirketin hesaplarındaki paraları çekelim ve Namık’lara verelim. Onlar kendi adlarına bir banka hesabı açtırsınlar ve bir ATM kartı alsınlar. Böylece parasız pulsuz kalmaktan ve ondan bundan borç istemekten kurtulmuş oluruz” dedikten sonra, akşam yemeği için sofraya oturdu...

Ozan kucağa alınmayı ve okşanmayı bekleyen bir kedi gibi annesinin etrafında pervane oluyordu ama aynı şeye annesinin daha çok ihtiyacı olduğunu düşünemeyecek kadar da küçük sayılırdı...

-Oğlum bir izin ver de iki lokma bir şeyler atıştırayım ya. Açlıktan ve yorgunluktan düşüp bayılmak üzereyim zaten.

-Anne hani kola getirecektin eve gelirken. Küstüm işte...

-Metin, allahaşkına ne istiyorsa git al, yoksa elimden bir kaza çıkacak!

-Kola mola yok efendim. Miden delinecek haberin yok hıyarağası...

-Sensin o... Sana da küstüm işte...

-Küsersen küs kakoş efendi. Her istediğinin anında yapılması gibi bir kural yoktur ve olmayacak da.

-Siz canınız her istediğinde fosur fosur sigara içiyorsunuz ama. Siz de sigara içmeyin o zaman.

-Senden izin mi alacağız lan!.. Sigara bağımlısıyız işte...

-Kötü baba ve kötü anne... Sizi sevmiyorum artık. Çünkü, çok bencilsiniz...

-Bir kutu kolaya sattın biz adi herif!

-Annem de söz vermeseydi baba.

Kendisine verilen sözleri katiyen unutmayan bir çocuktu, Ozan. Günler, haftalar öncesinden verilen sözleri günü ve saati geldiğinde hatırlatır ve söz vereni pişman ederdi...

***

Bahar Tezcanlı, son aylarda kendisine kan kusturan nakit akış koordinatörü Fatma Kara’nın, şirkete sokulması yasak olanlar listesinin içinde yer aldığını ve akıbetinin meçhul olduğunu söylerken “ etme bulma dünyası işte “ demekten kendini alamıyordu...

O koca şirketin parasal operasyonlarının arkasında olan Fatma Kara, doğrudan patrona bağlı olarak çalışıyor ve şirket kasasının gerçek yöneticisi olarak anılıyordu. İki üç ay önce gözaltına alınmış ve birkaç gün sonra da şirkete geri dönmüştü.

Çalışma arkadaşlarının gözlemlerine bakılacak olursa, kafayı yemişti ama yaptığı on günlük izin içinde doktorların ve aldığı antidepresanların etkisiyle, zor bela eski haline dönebilmişti.

Bahar Tezcanlı, Fatma Kara için: “ Asla kendi hatalarını sahiplenmez ve altında çalışan birilerine yıkmaya çalışır. Ağzından kesinlikle laf kaçırmaz ve asla zayıf davranmaz. Doğrudan patronla çalışıyor olmasından dolayı da kimse gıkını çıkaramaz...

Gözaltından sonra şirkete geldiğinde sayıklar gibi bir hali vardı. ‘Bunlar nasıl olabilir, biz ne yaptık ki?’ diye sorular soruyor ve başına gelenlere inanamıyordu. Onu gözaltına aldıklarında, patron çoktan kayıplara karışmış ve aranıyordu...

On günlük izinden sonra eski performansına kavuştu ama antidepresanları olmasa ne yapardı, bilemiyorum... O hale düştükten sonra hala kuyruğu dik tutmaya çalışmasına şaşırmıyor değilim ama kimbilir ne vaadler almıştır, bizim patrondan...

İnsanoğlu garip bir muamma be Metin. Fatma Kara’nın yerinde olmadığım için kendimi şanslı sayıyorum. Kaç para alırsan al, değmez ki o eziyete... Evine en erken gece saat on bir on iki de ancak gidebiliyormuş...” derken, aslında can düşmanından sözediyordu.

Fatma Kara’nın tam zıddı bir karektere sahip olan Bahar Tezcanlı, Hem kendi hatalarını kabullenir hem de altında çalışan elamanlarının yaptığı hataları üstlenmekten kaçınmazdı.

“Biz bir ekibiz arkadaşlar. Artılar da eksiler de hepimizin. Bunun kıymetini bilmeniz benim için yeterlidir” demek zorunda kaldığı gün, en az iki kişinin işten çıkarılmasını önlemiş ve bunu yaparken de ecel terleri dökmüştü. Gözden kaçan ya da geciken bir ödemeden dolayı, tam üç yüz elli milyarlık bir ceza kesilmişti şirkete ve bu hatayı yapan ya da yapanların isimlerinin bildirilmesi isteniyordu. “Başta koordinatörümüz ve ben, hatanın bölüm olarak bizden kaynaklandığı için sorumluluğu kendi üzerimize aldık. Bunu yapmasaydık, şu anda iki üç kişinin kellesi uçurulmuş olacaktı...”

Emrinde çalışan hemen hemen herkesin sevgisini ve saygısını kazanmış bir yönetici olarak, elemanlarını ezdirmemeye ve üstlerine karşı korumaya çalışırdı, Bahar Tezcanlı. Överken de eleştirirken de ölçülü olmaya çalışır ve aralarındaki mesafenin ne fazla kısalmasına ne de gereğinden fazla uzamamasına özel bir önem verirdi...

Koordinatörlük beklentisi gerçekleşmeyen Bahar Tezcanlı, yöneticiler arasındaki en düşük zam oranı ile cezalandırılmış ve bir biçimde istifa edip gitmesi bekleniyordu ama tazminatını almadan hiçbir yere gitmeyecek ve kendisini sevmeyen Fatma Kara’nın çalımlarına katlanmak zorunda kalacaktı...

“Ben bu kaltağın yalanlarını yüzüne vurduğum için beni kara listeye aldı. Göz göre göre herkesin ortasında yalan söyledi, ben de onun yalanını herkesin içinde yüzüne söyledim. Önce benim koordinatörümün başını yedi şimdi de benimle uğraşıyor...

Bir de beni Yakup Beyin adamı sanıyorlar. Beni işe alıp, yükselmemi sağlayan Yakup bey, istifa edip gittikten sonra onun ekibini ya da ekibinden olduğu düşünülen insanları tasfiye etmeye çalışıyorlar...

Ha bir de netameli gördüğüm hiçbir işin altına imza atmadım ve attıramadılar. Bunların hesabını görmeye çalışıyorlardı ama şimdi şirketten içeri bile sokulmuyorlar...

Valizler içine konarak şirketten para kaçırıldığını biliyorum ama nereye kaçırıldığını bilmem mümkün değil ve zaten umrumda da değil. Fatma Kara, ‘Biz ne yaptık ki başımıza bunlar geldi’ derken kendinde olmadığı kesindi: Patronla yaptığı işbirliği ya da suç ortaklığından kazandığı paraların bedelini ödüyor, ister istemez. Üzüldüğümü söyleyemem...”

***

Gazete sayfalarında sürmanşet haber yapılan Aynur Gülmez, Bahar Tezcanlı’nın bölümünde çalışan sıradan bir elemandı ve kırk yıl düşünse, gazete manşetlerine taşınacağını hayal bile edemezdi.

Organize Suçlar Müdürlüğünde birkaç gün gözaltında tutulmuş ve serbest bırakılmıştı ama hakkında dava açılmaktan kurtulamamıştı. Gazete haberlerine göre bayilerden gelen şirket çeklerini tahsil ediyor ve tahsil ettiği paraları, doğrudan kaçak olan patronlarına iletiyordu ama kazın ayağı hiç de öyle değildi...

Bahar Tezcanlı, Aynur Gülmez’in başına gelen felaketten dolayı kendisini suçluyor ve neredeyse sinir krizleri geçiriyordu:

-Yahu bu kız, benim altımda ve bana bağlı olarak çalışan sıradan bir eleman ama gazetedeki ve televizyonlardaki haberlere inanacak olursan, bir suçludan başkası değil. Yaptığı işte hiçbir hukuksuzluk olmadığı gibi, yaptığı işin talimatını veren de benim...

-Bahar, eninde sonunda gerçek ortaya çıkar ama kızın ve ailesinin çektiği sıkıntı yanına kar kalır...

-Bende en çok ona yanıyorum zaten... Gazetelerde ve televizyonlarda Aynur’u gören ailesi ve akrabaları kızın başının etini yemeye başladılar bile... Ona buna dert anlatmaktan dolayı çalışmaya fırsat bulamadığı gibi, moral olarak da çökmüş durumda kızcağız. Onun bu hallerini görünce, asıl ben kendimi suçlu hissediyorum ve kahroluyorum.

-Sizin çalıştığınız grubun ticari rakiplerinin gazete ve televizyonlarına kulak verecek olursak, aradıkları açıklardan birisini bulmuş gibi yükleniyorlar sizin gruba. Malum, hem sizin şirkete hem de gruba ait diğer şirketlere el konulmasının gerekçelerinden biri de tahsilat kaçaklarıydı...

-Bayilerimizin, özellikle de Anadolu’daki bayilerimizin kargo ile bize gönderdiği çekler, bizim şirketin muhaberatına geliyordu doğrudan. Muhaberat da ilgili kişiye teslim ediyordu. Çek işleriyle Aynur ilgilenmeye başladıktan sonra bana geldi ve “Bahar Hanım, çek raporlarını ben hazırladığıma göre, çekler artık benim adıma gönderilsin, zaman kaybını önlemiş oluruz” dedi. Bende olur dedim ve muhaberata gerekli talimatı vermiş oldum.

-Peki bu kızın çek tahsil etmeye yetkisi var mı, Bahar? Dahası, çekler hamiline mi yoksa şirket adına mı kesiliyordu?

-Ya benim bile böyle bir yetkim yok, elemanımın nasıl olabilir ki?.. Çekler zaten şirketin adına kesiliyor. İmza yetkisi olmayan birisi, şirket adına kesilmiş bir çeki istese de tahsil edemez ki...

-Son durum nedir, şimdi?

- Durum şu abi: Devletin atadığı hukuk müşavirliğinde görevli olan ve Hukukçu olduğunu söyleyen adama gittim ve Aynur’un gerçek pozisyonunu anlattım ve kızın üzerindeki malvarlıkları ve banka hesapları için konan tedbirin kaldırılmasını rica ettim.

İlk görüşmemizde, “katiyen olmaz, bu iş yargıya intikal etmiş durumda, daha ilk günden sizin dediğinizi yaparsam, bizi buraya gönderenler, ‘siz oraya bu işler için mi gittiniz?’ diye hesap sormaya başlarlar. Bu işi unutun...” dedi ve hiç yüz vermedi... Birkaç gün sonra tekrar denedim ama yine oralı olmadı...

En son dün beni ve Aynur’u yanına çağırttı ve “Bahar Hanım, yaklaşık bir haftadır Aynur kızımızın durumunu inceledim ve onun masum olduğu kanaatı hasıl oldu ben de. Bir yanlışlık yapılmış ama artık bu olayı unutalım ve işimize dört elle sarılalım...

Savcıyla görüşüp, takipsizlik kararı vermesini isteyeceğim... Aslında mahkemeye çıkıp beraat etmesi en iyisi ama açılacak toplu dava ile birleştirirlerse, kurunun yanında yaşın yanma tehlikesi ortaya çıkar ve beraat etse bile, davanın yıllarca sürmesi gibi bir handikap oluşur...” dedi. Bu sözleri duyduğumda üzerimden tonlarca yük kalkmış gibi hafiflediğimi hissettim ama hemen arkasından sorduğu sorularla yeniden sersemlemeye başladım:

-Bahar Hanım, bizimle işbirliği yapar mısınız?

-Ben ve ekibim adına şunu söyleyebilirim: elimizden gelen her türlü yardımı yapmaya ve bildiğimiz her şeyi sizinle paylaşmaya hazırız...

-Peki bu şirkete el konulmasını doğru buluyor musunuz ya da el koyma kararının haksız olduğunu düşünüyor musunuz?

-Ülke gündemini ve kendi şirketinin durumunu takip eden bir kişi olarak bir şeyler olacağını tahmin ediyorduk ve aylardır da bir beklenti içindeydik. O beklentimiz gerçekleşmiş oldu. Bir sürpriz ya da şok yaşadığımız söylenemez...

-Biz size güvendik Bahar Hanım ama muhasebeden hiç kimseyi tanımıyoruz ve orada kime güvenebileceğimize karar veremiyoruz. Kime güvenmeliyiz, sizce?

-Muhasebe direktörü çok yeni olduğu için istese de size yardımcı olamaz ama Yasemin Hanıma güvenebilirsiniz, yıllardır o bölümde çalışıyor...

-Peki, şirket çeklerini ciro etme yetkisi kimdeydi?

-Nakit akış koordinatörlüğünün sorumluluğundadır.

-Nasıl bir prosedür vardı?

-Herhangi bir alacaklı şirkete çek verileceği zaman, nakit akış koordinatörü çekin içeriğini e-mail aracılığıyla bize bildirir ve bizde oradan gelen talimat doğrultusunda çeki hazırlar ve onlara iletirdik.

-O e-mailleri görmem mümkün mü?..

El altından şirkete el konulacağının haberi duyulduğunda, bütün e-maillerin silinmesi talimatı verilmişti ama ben birer tane çıktısını alıp eve getirmiştim, her ihtimale karşı...

Ben cevap vermeye hazırlanırken, Aynur, “ Kibar Hanımın bilgisayarında hepsi var, ben gidip getirebilirim” dedi ama ya Kibar da silmiş olsaydı ve bende çıktı almasaydım, ne cevap verecektim ki?.. Nasıl iyi cevaplar vermiş miyim, Metin?

-Aferin kız, daha iyisi olamazdı... Bence senin durumunda olanlar çabuk yırtar... Üzerinizdeki şaibe dağılmaya başlıyor ... Ama kalıbımı basarım ki bu Hukukçuyum diyen adam hukukçu filan değil. Daha doğrusu hukukçu olabilir ama bence derin devletin hukukçusudur...

-Ay sorma kardeş, derin devletin eline düştüm vallahi... Herkes başka bir isimle hitap ediyor adama. “İsminiz, Faruk mu yoksa Galip mi?” diye sordum, “Faruk da diyorlar, Galip de...” O kadar rahat ve umursamaz bir edayla cevap veriyor ki...

-Peki Bahar, bu adamların senden ne isteyebileceğini ve sana neler sorabileceklerini biliyor musun?

-Bilmiyorum vallahi... Daha doğrusu dumura uğramış durumdayım... Sen biliyor musun peki?

-Bak güzelim, patronların ve üst düzey yöneticilerin aleyhinde kullanabilecekleri delil ve bilgi peşinde bu adamlar... Delil ya da bilgi isteyebilecekleri ilk kişilerden biri de sensin, buna hazırlıklı ol... Yeni patronların bu adamlar olduğuna ve sen de orada çalışacağına göre, tabikii onlara yardımcı olacaksınız ama kendine bir sınır çek ve o sınırın ötesine geçme...

-Nasıl bir sınır?

-Başkalarının yani eski patronlarının ve üst düzey yöneticilerinin aleyhine kullanılabilecek bir ifade isterlerse, önlerine istifa dilekçesini koy ve çık odadan... Senin vazifen zehir hafiyelik yapmak değil, kendileri bulsunlar...

-Ya ben zaten bir şey bilmiyorum... Biraz da bu günleri düşünerek, kimseye bir şey sormadım ve bilmek de istemedim... Bildiğin bir şeyi gizlemeye çalışmak başka, gerçekten bir şey bilmiyor olmak başka...

-Bu adamlar, karşısındakinin doğru söyleyip söylemediğini beş dakika içinde anlarlar ama yine de kimseye güvenmezler... Meslekleri paranoyaklık gerektiriyor... Aynur Gülmez konusundaki zaafını anladılar ve dikkat edersen kısa bir sürede de müdahil oldular...

-Farkındayım Metin ama bu kızın mahkemelerde sürünmesini ve hiç alakası yokken, boş yere suçlanmasını önlediğim için kendimle gurur duyuyorum...

Kız zaten poliste ve savcılıkta benim talimatımla yaptığını söylemiş ve benim adımı vermiş ama buna rağmen kimse bana bir şey sormadı ve sormuyor... Fena tosladılar ve baltayı taşa vurdular bu sefer...

Bu H ukukçuyum diyen adamın şivesi filan düzgün aslında ama bazı anlarda acayip külhanbeyi ağzı yapıyor ve yüzünde korkunç bir ifade beliriyor... Bir gün iyi bir gün kötü polisi oynuyor bizimle... Ne gülüyorsun be?

-Sen bu adamı ve olup bitenleri anlatırken, eskilere gidiyorum, ister istemez... Size çok nazik ve anlayışlı davranıyorlar aslında...

-Ay bu derin devlet ne fena bir şeymiş be Metin... Bizim Hukukçu birisini aradığında ya da birisi tarafından arandığında öyle sözler söylüyor ki, bir anda hazır ol’a geçesin geliyor: “ ... Şu an’a kadar ki gelişmeleri önce Devlet Bakanı Kemal Bey’e, daha sonra da sayın başbakana arz edeceğim... Hayır, bizzat yüz yüze görüşeceğim... Evet, o arkadaş zaten Çeçenistan’da savaşmış ama mert bir arkadaş; fazla bir bilgi vermedi... İşten atmadık ama daha tali bir bölüme aktardık...” Sanırım eski patronun koruma ekibinde görevli birisinden söz ediyordu...

Ya bu herif, muhtemelen hukuk fakültesi mezunu filan ama bana kalırsa, hukukun öte yanına geçmiş... Hukuk müşavirliğinde çalışanların odaları ve çalışma masaları var ama bu herifin henüz yok. Daha da garibi, hukuk müşavirliğinde çalışanların şu an’a kadar kimseye bir şey sorduğu filan da yok...

-Bahar, sizin şirketin çok büyük bir stratejik önemi var: Milli İstihbarat olsun; Genel Kurmay olsun, bu işe seyirci kalamaz... Ülkeyi ve devleti ilgilendiren bir durum var ortada. Dolayısıyla, siz tanımasanız bile, devletin adamları cirit atıyordur sizin şirkette...

-Hay ağzına sağlık!... Yeni atanan yönetim kurulunda sürekli panik halde dolaşan bir adam var ve ne dese beğenirsin: “Derin olanı da, derin olmayanı da, herkesin gözü, kulağı ve eli burada... Allah yardımcımız olsun...” Bunu söyleyen adam, aynı zaman da çok sevimli ve çok nazik bir adam...

-Bir kaç gazeteci ve köşe yazarı hakkında şirket çalışanları olarak açtığınız, toplu bir hakaret davası vardı sizin , şimdi ne aşamada?

-Davayı çalışanların açtığı tam bir yalan: Bir gün önümüze bir dilekçe uzattılar ve herkesin kendi bölümünde çalışanlara imzalatmasını söylediler. “İmzalamayacak olanlar, bunun sonuçlarına katlanırlar “ anlamına gelecek sözlerle bir tehdit savurmayı da ihmal etmediler tabii... Hepimiz imzaladık haliyle...

Dava açılmış, kapanmış ve kaybetmişiz ama bizim bundan yeni haberimiz oldu. Mahkemede, kaybeden taraf, kazanan tarafın vekalet ücretini ödemeye mecbur edildiğini biliyorsun, sanırım... Üç kuruş maaşa çalışan ve aylardır da o maaşları alamayan insanların, bir de bu tazminatı ödemesi mümkün mü Metin?..

Birkaç yönetici arkadaşla birlikte, bizim Hukukçu’ya gittik ve durumu anlatarak, yardımcı olmasını rica ettik... Bizi dinledikten sonra: “Böyle şey olur mu canım... Bu insanlar zaten kendi rızalarıyla açmamışlar ki o davayı... Çözeriz merak etmeyin...” Dedikten sonra bizim yanımızda birisine telefon açtı ve “ Tarık’cığım nasılsın?.. Senin Akif ile aran nasıldır?.. İyi değil mi?.. Hay allah!.. Tarık’çığım Akif ile arası iyi olan birisini devreye sok ve benim selamımı ilet... Burada çalışanlarla arasında bir tazminat davası varmış... Evet, avukatıyla konuşsun ve tazminat talebini geri çektirsin... Bu saferlik de almasınlar canım... Olmazsa Akif ile bizzat bende konuşurum... Öptüm güzelim...” Dedi ve olay bir hafta içinde çözüldü sahiden de...

***

Bahar Tezcanlı, çalıştığı şirkette yaşadıklarını gün be gün kocasına anlatıyor ve gelişmeleri birlikte değerlendiriyorlardı. Metin Tezcanlı, istese de istemese de Bahar’ın en yakın ve en güvendiği iş arkadaşı olmuştu. Neticede eve giren bir maaş vardı ve o maaşın kesilmemesi gerekiyordu...

Oscar almış nice filmlere taş çıkartacak türden senaryolar yazılıyor ve yürek hoplatan sahneler çekiliyordu... Gerek başrol oyuncuları ve gerekse figüranlar, hayatlarının rolünü oynuyorlardı...

-Metin, eski patronlarımıza gayri resmi olarak vekalet eden ve asıl patronun birinci dereceden akrabası olan adam, içlerinde benim de olduğum yaklaşık otuz kişiye, noter aracılığıyla bir ihtarname göndererek, şirketlerine el konulmasının hukuksuz bir işlem olduğunu ve yeni yönetimle işbirliği yaparak şirketin zarara uğratıldığını ve bu zararların günü geldiğinde işbirliği yapanlardan tazmin edileceğini bildirdiler... Bunun meali şu: Günü geldiğinde hesabını sorarız; ayağınızı denk alın!..

Bu ihtarnameden hemen sonra şirketteki hukuk müşavirliği bölümüne çağrıldık. Bizim Hukukçu, hepimizin gözlerinin içine baka baka şunları şöyledi: “ Arkadaşlar, size ihtarname çeken adamın bu şirketin hissedarı bile olmadığını söylemek isterim. Asıl amaçları sizleri korkutmak ve bizimle çalışmanızı engellemek diyebilirim. Eğer bu ihtarnameden korkar ve bize zorluk çıkarırsanız devletle başınızın gerçekten belaya gireceğini bilmenizi isterim.

Bu ihtarnamede adı geçen herkes, bir dilekçe yazsın ve dilekçesinde de sadece böyle bir ihtarname aldığını belirtsin, o bize yeter. Gereken hukuki girişimlerde bulunacaktır...

Size bu ihtarnameyi çeken şahsın yetkisi olmadığı için bu ihtarname bir tehdit mektubu sayılır... Korkarım bu ihtarnameye aracılık eden noterinde başı ağrıyacak. Çünkü, şirket ile hiçbir hukuki bağı olmayan yetkisiz bir kişiye yardım etmiş bulunuyor...”

Buyur burdan yak abiciğim; şamaroğlanına döndük vallahi...

-Bahar, senin eski patronların bittiklerinin farkında değiller ya da bizim bilmediğimiz bir şeylere güveniyorlar hala... Bu yedikleri operasyonla en az on beş yirmi sene bellerini doğrultamazlar, bana kalırsa...

-Öyle deme Metin, burası Türkiye. Üç beş sene sonra bir bakarsın geri almışlar şirketlerini... Ondan sonra sırayla hepimizi topuklarından vurdurturlar alimallah...

-Senin dediklerinde olabilir pekala ama, kısa vade de böyle bir şey olabileceğine imkan ve ihtimal vermiyorum... Bütün iş dünyasının ve siyaset aleminin bedduasını aldıkları için işleri çok zor...

-Metin, birkaç gündür kafama bir şey takılıyor ve sana sormadan edemeyeceğim: Bizim şirketin eski üst düzey yöneticilerini neden hala gözaltına alıp sorgulamadıklarını merak ediyorum...

-Onların hepsi şu anda sorgudalar gülüm!

-Pardon!

- Birincisi: Bekleterek dirençlerini kırmayı ve gözaltına aldıklarında bülbül gibi ötmelerini sağlamayı planlıyorlar. İkincisi: Gözaltına alacakları kişiler hakkında bilgi ve belge topluyorlar...

Sizin üst düzey yöneticilerin hepsi de gözaltına alınacaklarını ve bir güzel sorgulanacaklarının farkındadırlar ve sabah akşam bir an önce gözaltına alınmaları için dua ediyorlardır. Başlarına ne geleceğini biliyorlar ama ne zaman geleceğini bilemiyorlar...

Bu psikolojik işkenceye dayanamayan ve kendiliğinden polise gidenler bile çıkmış olabilir aralarından... Çok yıkıcı bir süreçtir bu. Hele de beklenen, poliste sorgulanmaksa, daha da yakıcı ve yok edicidir, beklemek. Zaten adım adım takip ediliyorlardır ve telefonları da dinleniyordur...

“Hepsi şu anda sorgudalar” derken, bunları kastettim... Kedinin acelesi yok ve nereden sıkıştıracağının planlarını yapıyor; Ama farenin durumu pek parlak görünmüyor... İyi ki onlardan birisi olmadın Bahar; iyi ki olmadın...

-Beni istifa etmeye zorlamalarının nedenini şimdi daha iyi anlıyorsun değil mi?

-Canımsın kız!..

-Aynur Gülmez meselesi güya çözülmüştü, Metin. Ama, gazetelere yeniden manşet yapıldı kızcağız: “Mahkeme yolu göründü...” Diye. Aslında bu haberi yapanlara ve yayınlayanlara mahkeme yolunun görünmesi gerekirdi ama burası Türkiye işte...

-Yazık, hem de çok yazık!..

-Şimdi sıkı dur; yeni bir bomba daha patlatıyorum...

-Hayırdır, inşallah!

-Efendim, devletimizin atadığı yönetim kurulu üyeleri şu anda bir otelde kalıyorlar. Otel faturaları geldi ama küçük bir ayrıntı var: Yönetim kurulu başkanı beni aradı ve bizim Hukukçu’nun adının otel faturalarından çıkartılmasını ve hiçbir biçimde adının geçmemesini rica etti; onlar rica ettiler ama biz bu isteği emir telakki ediyoruz haliyle...

Oteli aradım ve Hukukçu’nun adının faturalardan çıkartılmasını ve onun masraflarının diğerlerinin faturalarına aktarılmasını ve hiçbir faturada isminin geçmemesini rica ettim, onlar da kabul ettiler... Adamın gerçek ismini ve mesleğini öğrendim nihayet!..

-Neymiş?

-Söyleyemem, devlet sırrı!..

bölüm başlıklarına git






Deli oğlan ölecek

Taşımacılığını yapacağı gıda şirket ile anlaşmasını yapmış ve eniştesiyle birlikte kamyon bayilerini dolaştıktan sonra, yataklı ve diğerlerinde bulunmayan standartlara haiz ithal bir kamyon almaya karar verdiler...

Ehliyetini B’den E’ye çevirtmiş ve ilk seferine çıkacağı günü iple çekiyordu...

Korkmuyor değildi ama korkunun ecele faydası yoktu işte... Gaza dokunduğunda asfaltı tırmalayarak istediği hıza ulaşmasını sağlayan full aksesuar ithal arabasından sonra kamyon kullanmanın cazip bir yanının olmayacağını kestirebiliyordu ama gezmek için değil, nafaka parası kazanmak için kalkışıyordu bu işe...

Kararlıydı: Günlük nafaka problemini çözmeden, yaşlılığa yatırım yapmak imkansızdı. Evin geçimini sağlar ve biraz da birikim yaparlarsa, hem kendilerine daha fazla vakit ayırabilirler hem de hayal ettikleri mütevazı hayatı yaşayabilirlerdi...

Metin Tezcanlı, ikinci kitabının finalini yazmaya oturmadan önce cep telefonundan Bahar’a bir mesaj attı: “Eski idam hükümlüsü, şair, türkü yorumcusu, yazar, ve kamyon şöförü olan kahramanımı, bir kamyon kazasında yolcu etmeye karar verdim... Deli oğlan ölecek!... Ellerim ve dizlerim titremeye başladı ama yakışır kardeşime... Yatalak vaziyette ölümü beklemek istemeyen bir adama da böylesi bir son gerek...”

Metin’in mesajını okuyan Bahar, bir an için ölümün soğukluğunun bütün vücuduna yayıldığını hissetti... Metin’in ölüsünü görmeye tahammül edemeyeceğinin farkındaydı: Deli oğlansız hayatın ne anlamı vardı ki?.. Bir anda Ozan’ın babasız kalacağı geldi aklına...

“Saçmalama, zaten korkuyorum...” Yazıp, Metin’e cevap vermişti ama yazdığı cevap kafi gelmemiş ve Metin’in cep telefonunu çaldırmaya başlamıştı.

-Sen orada ne yapıyorsun allahaşkına?

-Romanımın finalini yazıyorum gülüm.

-İstemiyorum ben öyle bir final!.. Zaten aklıma geldikçe, korkudan ödüm patlıyor neredeyse.

-Asıl sen saçmalamaya başladın, Bahar.

-Metin, böyle bir sona katlanamam ben...

-Çok şık olacak... Daha iyisi olamaz...

-Sen bilirsin ama bana sorarsan, yapma derim. Aklıma gelen başıma gelirse, sonrasında dayanamam...

-Yaşarken sesimi duyuramadım, bari öldüğümde meşhur olayım anasını satayım!..

-Böyle konuşma, Metin!..

-Tamam tamam şaka olsun diye söyledim.

-Seni seviyorum, deli oğlan... Roman da bile sensiz kalmaya tahammülüm edemem...

-Hadi uzatmayalım, bir an önce bu romanı bitirmek ve diğer işlerle ilgilenmek istiyorum.

-Değiştirecek misin?

-Üzgünüm ama hayır...

Bahar Tezcanlı, yazdığı kitaptan dolayı kocasını kıskandığını söylüyor ve kendisinin de kitap yazacağını meydan okuya okuya ve kendisiyle dalga geçe geçe ilan ediyordu: “ O kolejleri ve üniversiteleri boşuna mı bitirdik; bir işe yarasınlar bari... Hesapta Metin efendinin hiçbir eğitimi yok ama paşalar gibi İngilizceyi öğrendi ve üstüne bir de kitap çevirdi... Yetmiyormuş gibi roman yazmaya ve yazdıkları beğenilmeye başlandı... Adamın reytingi tavan yapmaya doğru gidiyor ama ben de daha tık yok... Metin kamyonculuğa başladığında ben de kitap yazmaya başlıyorum...”

Bahar Tezcanlı yazmayı düşündüğü kitabının ana hatlarını Metin’e anlatıyor ve Metin’in nabzını yokluyordu...

“Orta yaşlı ve orta sınıftan bir kadın... Saatin çalmasıyla uyanıyor, makyajını filan yaptıktan sonra aynada kendisine son bir kez bakıyor ve evden çıkıp özel arabasına biniyor... Derken kadın kahramanın çocukluğundan başlayarak hikayesini anlatmaya başlıyorum...

Bin dokuz yüz altmışların, yetmişlerin İstanbul’undan, iki binlerin İstanbul’una tarihsel bir yolculuk yapar gibi... Tüccar ve muhafazakar bir ailenin kızı... Özel kolej’de ve ülkenin en iyi üniversitesinde okutuluyor ve başarılı bir öğrenci... Ta ki ilk kocasını tanıyana ve ona aşık olana kadar...

İlk kocası sosyalist ve kızın ailesi bunu duyduğunda yer yerinden oynuyor ve günlerce babasından, abilerinden dayak yiyor ve evden dışarı çıkartılmıyor... Bütün bu zulmü planlayan ve uygulatan, ne yazık ki annesi... Kahramanım bir yalan uydurarak evden çıkma izni koparıyor ve sevgilisine haber vererek, gelip kendisini kaçırmasını söylüyor... İkisi de üniversite bitmeden zor bela evleniyorlar ama maddi sıkıntı çekmeye başlıyorlar... Ne Bahar’ın ne de kocasının ailesinden yardım yok... Fakat, iki tarafında hali vakti yerinde aslında...

Aile muhafazakar ve solculardan nefret ediyor... İlk kocası sayesinde o da solcu oluyor ama uzun bir evlilik hayatından sonra ilk kocasını terk edip aşık olduğu adamın peşinden gidiyor... Aşık olduğu adam serserinin teki... Hem tutkulu hem de biraz kaçık... Eski bir idam hükümlüsü ve yarım kalan bir müzik serüveni var... Bağlama çalıyor ve insanın içini titreten türküler söylüyor…Çok güçlü bir sesi var…Çalıp söylemeye başladığında, gözlerini kapanıyor ve başka bir aleme dalıyor… Ağlıyor da ağlıyor…

Esas oğlan, esas kızın tersine, son derece yoksul ve cahil bir aileden geliyor... Akademik açıdan sıfır ama hayat mektebi denilen yerlerden mezun... Hatun, kariyer sahibi ve... Eh bu kadar yeter, bilmem anlatabiliyor muyum?..”

***

Metin Tezcanlı, On beş gündür eniştesinin kamyonunda bir anlamda keşif çalışması yürütüyordu... Kendi alacakları kamyonun sefere çıkmasına yaklaşık bir ay gibi bir süre vardı ve bu süreyi eniştesinin yanında staj yaparak geçirmenin bulunmaz bir nimet olduğunu düşünüyordu...

Yaklaşık on yedi ton yük taşıyan bir kamyonu kullanmak o kadar da kolay değildi: Neredeyse on metreyi bulan uzunluktaki bir araca arkasını görmeden manevra yaptırmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordu ama otuz yıldır bu işi yapan eniştesi için çocuk oyuncağı sayılırdı:

“Seni en çok zorlayacak şey, kamyonun ebatlarıdır, Metin. Uzunluğuna ve genişliğine alıştığın zaman zorlanmazsın... Yeni kamyonların direksiyonu senin özel arabandaki direksiyondan daha hafiftir... Hız olayına dikkat et!.. Boşken hadi neyse de, yüklü kamyonu durdurmak o kadar kolay değil...

Önünündeki araçla arandaki mesafeyi ne kadar uzun tutarsan o kadar iyi... Gençken bende deli gibi kullanıyordum ama yaşlı bir kadının ölümüne sebep olduktan sonra aklım başıma geldi... Hayır hızdan dolayı değil, geri geri giderken ezmişim kadıncağızı... Fark etmedim bile...”

Geleceğin kamyon şöförü adayı Metin Tezcanlı, bir yandan eniştesinin anlattıklarını dinliyor, öte yandan da eniştesinin el ve ayak hareketlerini izliyordu.

-Enişte, bir günde kaç saat araç kullanma hakkın var?

-Ehliyetini takografa taktığın andan itibaren dört saat, sonra bir saat mola ve sonrasında da beş saat. Senin anlayacağın, yirmi dört saat içinde dokuz saat ancak kullanabilirsin. Niye sordun?

-Ya enişte, iki gündür yoldayız ve sen bildiğin halde kurallara uymuyorsun?..

-Metin’ciğim her kurala uymaya kalkarsak bu kamyonun taksitlerini kim ödeyecek ve evde ekmek bekleyenlere kim ekmek götürecek?.. Ben de dokuz saat çalıştıktan sonra ense yapmayı isterim ama olmuyor işte... Şu iki gün içerisinde fabrikadan kaç kez “nerede kaldın?” diye telefon ettiklerine sende şahit oldun...

-İyi de çevirdiklerinde ne diyorsun?

-Bütün kamyonların ya da ticari araçların takograflarında gizli düğmeler ya da hileler var. İstanbul’dan yola çıkıyorsun ama takografı Ankara’da devreye sokuyorsun ya da tam tersi... Hepsini sana öğreteceğim... Diyelim ki çevirme oldu ve yakalandın: Yalan söylüyorsun, yalandan kim ölmüş ki?.. Olmadı, başka yolla hallediyorsun...

İstanbul’dan Kars’a kadar hangi şehrin polisinin rüşvet aldığını, hangisinin almadığını adım gibi biliyorum... Merak etme, iki üç ay içinde hiçbir eksiğin kalmaz, hepsini öğrenirsin kayınço... İstersen Nataşalara bile götürürüm seni... Yahu bi güzelleri var, bakmaya kıyamazsın... Yolunmuş taze ferik gibiler maşallah...

-Aman enişte gözünü seveyim ben de Aids korkusu var zaten... Hayatta olmaz, kapatalım bu konuyu... Ablama söylerim diyeceğim ama ablam zaten biliyor senin Nataşa maceralarını...

Yeşilin her tonuna bakmaktan neredeyse gözleri kamaşıyordu Metin Tezcanlı’nın... Ormanların içinde akan ıssız derelerden rüzgarlı tepelere; heybetli dağlardan yüzlerce metrelik uçurumların kenarlarına uzanan yollarda, başka bir hayatın tanığıydı artık...

Gecenin karanlığında ve ıssızlığında yalnız başına dolaşan gezginlere özgü bir keşfetme ve yalnızlık duygusu koyun koyunaydı...

Henüz direksiyon sallamaya başlamadığı için memleket turu attığı söylenebilirdi ama zor işti kamyonculuk. Oturduğu yerde yorulduğuna bakılacak olursa, direksiyon sallamaya başladığında, canı çıkacak demekti...

Kocasının, eniştesiyle attığı ilk seferi heyecan ve biraz da korku içinde bekleyen Bahar, uykusuna ve hijyen koşullarına düşkün Metin’in ilk izlenimlerini almak için sabırsızlanıyordu:

-Nasıl geçti Metin, alışabilecek misin?

-İşin keşif, staj ya da turistik etaplarını tamamladıktan sonra hemoroidimin azacağına bahse girerim... Ya evde ya da herhangi bir ofiste çalışmayla kıyasladığın zaman, çok tekdüze gibi görünen ama aslında bir o kadar da dinamik olan bir iş yapacağını anlıyorsun ama işin doğrusunu söylemek gerekirse, en az ben de senin kadar ürkmeye ve endişe etmeye başladım... Yollar can pazarından farksız. Kaç tane trafik kazası gördük...

-Yarından tezi yok şöför aramaya başlıyorsun, Metin. Bu yaşta beni dul; Ozan’ı babasız bırakmaya hakkın yok... Aç değil açık değiliz... Varsın şöför kamyona senin kadar iyi bakmayıversin ve varsın tırtıklayadursun... Canından daha kıymetli değil...

-Olmaz dedim Bahar!.. Boşuna ”çıraklığını yapmadığın işin patronluğunu yapma” demiyorlar... Mademki bu işten ekmek yemek istiyoruz, o zaman bunun külfetine de katlanacağız... İzolasyon işindeki hatayı tekrar etmeye ve sırtımı şöföre yaslayıp, dağları ve ovaları seyretmeye hiç niyetim yok...

-Ne olur İnat etme Metin, ben, seni, beni ve Ozanı düşünerek konuşuyorum...

-Zor ve tehlikeli olacağını biliyorum, Bahar. Fakat, ekmek aslanın ağzından midesine inmiş durumda ne yazık ki... Başkasının yanında çalışamadığıma ve para kazanabileceğim bir mesleğim de olmadığına göre, tartışılacak bir şey yok demektir... Keyfimden dolayı bu işin riskini üstleniyor değilim, Bahar. Bu işin dışında başka bir seçeneğim yok işte... Yurtdışında eğitim alıp gelenlerin bile boş gezdiği bir yerde, kendime acıyacak değilim. Kendim ettim, kendim buldum; daha ötesi yok bunun...

Metin Tezcanlı bir anlamda yaşadığı hayata dair manifestosunu çekmiş ve Bahar’ı susturmuştu... Kendisini ve sevenlerini yakma pahasına bile olsa, bir kere karar verdiğinde, kaderine razı olur ve sonuna kadar gitmekten çekinmezdi...

Her şeyin, en önce ve en olumsuz taraflarını sorgulayan, şüpheci, aşırı ihtiyatlı ve rahatına düşkün birisi olarak tanınan Metin Tezcanlı, kamyonculuk işine kalkışma hamlesiyle, bazılarını ters köşeye yatırmış olduğunun farkındaydı ama en sık görüştükleri arkadaşlarından biri ve yoğun bakım uzmanı olan doktor Serdar ile aralarında geçen diyalog, Metin Tezcanlı’nın nasıl bir ruh hali içinde olduğunu anlatır gibiydi:

-Hocam, allahaşkına vazgeç şu işten... Ne inatçı adamsın ya... Git bir tekel bayii ya da şarküteri gibi bir yer aç... Gazetelerde dünya kadar satılık ya da devredilmeyi bekleyen işyeri ilanı var... Git onlardan birisini al ve sen işlet...”

-Madem hayat bir cangıl ve insanlarda o cangılda yaşıyor, ben niye dışında kalayım ki ? Yaşadığım evde, sıkıntıdan ve stresten dolayı bir kalp krızinden ölme riski , kamyonun direksiyonundayken kaza yapma riskinden daha az değil ki... Hayatı özledim ben... Sen bunun benim için ne demek olduğunu anlayabiliyor musun?...

Cezaevinde yattığım o on yıl bana koymuyor... Çıkalı neredeyse on beş yıl olacak ama , ben, hep açık bir cezaevinde yaşadım neredeyse... En az kapalısı kadar yıpratıcıymış meğerse... Yok onu yaparsam başıma şu gelir, yok bunu yaparsam bu gelir... Ne gelecekse gelsin be!..

-Hocam, azmine ve enerjine saygı duymuyor değilim, başka ne diyebilirim ki?

-Kış uykusundan uyanan bir ayı gibi saldırmak zorundayım hayata. Hem yapmak istiyorum hem de mecburum buna... Sen, yenilmiş bir ihtilalci; yenilmiş bir aşık; yenilmiş bir koca ve yenilmiş bir baba olarak veda etmek ister miydin bu puştperest dünyaya?..

-Bu sözlerden sonra ancak şapka çıkartırım sana... Aha böyle...

-Eyvallah doktor, umarım yoğun bakıma düşmez yolum... Eğer sakat kalma ve yürüyememe ve kendi ihtiyaçlarımı giderememe gibi bir problemle yüzyüze gelirsem, sakın bana acıma doktor... Bil ki sen acısan bile, sonrasında ben kendime acımayacağım.

-Sana torpil geçeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun... Eğer bağlama çalıp, türkü söyleme yeteneklerini yitirirsen, o zaman sana kıyabilirim ancak...

-Ağzına sağlık doktor. Bende olsam aynı şeyi yapardım...

-Hocam, ben espiri olsun diye söylemiştim ama sen ciddiye aldın galiba...

-Ulan azrailin suç ortağı, kırk yılın başında bir şey istedik senden. O durumda bana yardım etmeyeceksin de ne zaman edeceksin?..

-Senin yaptığına da dolaylı ya da pasif intihar derler; beni kötü kötü konuşturma şimdi...

***

Romanındaki kahramanını öldürmek için başka senaryoları da vardı, Metin Tezcanlı’nın: Beş ay işkenceye maruz kalan ve sinir krizleri geçiren; İki yıl tek kişilik hücrede tek başına yaşayan ve on yıldan fazla cezaevinde yatan kahramanını delirtmek için biraz geç kaldığı söylenebilirdi ama, cinnet geçirmesini sağlayarak, hem kendi yaşamını hem de hiçbir düşmanlığı olmayan ama boktan bir sebepten dolayı tartıştığı birkaç kişiyi de kendisiyle birlikte yoketmesini kurgulayabilirdi pekala... Bu kişilerden birisi, borcunu ödememek için yalan söyleyen ve kabadayı ayakları yapan, Cafer olabilirdi mesela...

Bahar’a kalırsa, ölmesi gerekmiyordu ve ölmemeliydi:

-Kuzum İlla ölmesi mi gerekiyor bu adamın?

-Yaşaması için bir neden ya da nedenler söyle o zaman...

-Ayol, ölünce adam kurtulmuş olacak ama geride karısı dul, oğlu da yetim kalacak... Benim içim kaldırmıyor vallahi... Bencillikten başka bir şey değil bu...

-Ne güzel anlattın, Bahar... Tıpkı televizyon ve gazete haberlerindeki gibi; Sahici hayatta olduğu gibi...

-Efendi efendi, ölecek olan adam benim kocam v e oğlumun babası... Deli oğlan, öl-me-ye-cek!... Senin okurun etkilensin diye kocamı öldürtemem... Sayısal Loto ya da Milli Piyango’nun şanslı talihlilerinden biri yap, olsun bitsin...

-Yaşaması için bir neden söyle demiştim, Bahar. Adamın bu dünya ve para pul işleriyle ilgisi yok aslında... İktidardan, paradan ve güce bağımlı ilişkilerden nefret ediyor...

-Her hafta Sayısal Loto oynamayı ihmal etmiyorsun ama...

-Kendim için istiyorsam namerdim!..

-Kendisini deliler gibi seven karısı ve kendisine tapan oğlu yeterli değil mi?..

-Elde var iki diyelim ama bu sebeplerden dolayı yaşayacaksa, kendisi için yaşamış olmayacak ki... Hem nereye kadar?

-Kuzum, bu adamı yaşatmak için ne yapmamız gerekiyor?.. Hiç umut yok mu?

-Umudun peşindeyiz işte... Birlikte aradığımız şey...

-Valla şekerim, istersen şöyle kütür kütür, bıngıl bıngıl, balık etli, sarışın, bakire, çıtır mı çıtır, yeşil gözlü bir dilbere abayı yakıversin bizimkisi ve karısından gizli gizli mercimeği fırına versinler birlikte...

Tabii azıcık aklın da varsa, finalin bir yerinde bastırıver bunları ve bir aile faciasıyla noktala olayı... Jet Sosyeteden bilmem kimin kızı olsun mesela ve herkes oha desin, yıkılsın ortalık...

En fazlasından, kızın babası mafya aracılığıyla seni müsait bir yerinden vurdurtsun ama sen yine de ölmemiş ol... Darağacının gölgesinden jet sosyeteye kadar uzanan bir macera ve gerilim filmi gibi... Hem böylece de okur yelpazesini genişletmiş olursun...

Aşk var, şöhret var, acı var. Daha ne olsun be!.. Bu seferlik böyle idare etsinler, öldürme olayını bir sonraki kitapta hallederiz, sen hiç merak etme...

-Yok yok, ben bu adamı yazarlık işine bulaştırmakla hata ettim galiba...

Bahar kendi kafasındaki kurguyu ya da finali anlattıktan sonra, avını kaptırmaya niyeti olmayan dişi bir panter kesilmişti neredeyse: Metin’e ölümcül bir bakış fırlattıktan sonra mutfağa gitti ve kendisine bir kadeh rakı hazırladıktan sonra tekrar salona döndü; DVD’ye bir film taktı ve sessizliğe gömüldü...

DVD’ye koyduğu filmi mi izliyor yoksa kafasının içinde kurguladığı başka bir filmin final sahnesini mi çekiyordu?.. Bu sorunun cevabını kestirmek mümkün değildi ama Metin ile sıkı bir kavgaya tutuşmaya hazırlandığı kesindi... Zaman zaman Metin’e dair bir takım senaryolar yazar ve sonra da yazdıklarının kavgasını yapardı...

bölüm başlıklarına git






Arabulucu

Hayatı keşfetmeye ve anlamaya başlayan her çocuk gibi Ozan’ında korkuları vardı. Televizyondaki filmleri ve dizileri izledikçe; gazete okudukça; büyüyor ve büyüdükçe de korkuları artıyordu...

Şubat tatilinin bir haftasını halasının yanında geçiren ve keyiften dört köşe olan Ozan’ın, her istediğini yapan ve kendisine tapan bir halası vardı...

Annesinin ve babasının yiyip içmesine izin vermediği ne varsa, hepsi serbestti halasının evinde: Kolalar, gofretler, çikolatalar, büsküviler, cipsler... Küçük bir pehlivan gibi olmaya başlamıştı!..

Halasından geldiği günün gecesi, yattıktan beş dakika sonra salonda oturan babasının yanına döndüğünde, yüzündeki korkuyu okumakta gecikmedi babası. Uyumamak ya da annesi ve babasıyla birlikte yatmak için çektiği numaralara benzemiyordu yüzündeki ifade...

-Oğlum yine ne oldu?

-Baba ben korkuyorum.

-Neden korkuyorsun, Ozan?

-Hırsızlardan.

-Oğlum, biz gayet güvenli bir ev’de oturuyoruz... Buraya hırsız falan giremez.

-Altıncı katta bir eve girmişler ve dokuz yaşında bir kıza tecavüz edip sonra da öldürmüşler, baba.

-Televizyondaki haberlerden mi yoksa gazeteden mi okudun?

-Gazeteden.

-Ozan, bende gazeteyi okudum ama öyle bir haber göremedim.

-Halamdayken okudum Baba. Ya gelir beni de kaçırırlarsa...

-Oğlum biz varken kim seni kaçırabilir ki?

-Bu gece seninle yatmak istiyorum babacığım.

-Olur bir tanem. Hem biraz da sohpet ederiz birlikte...

Metin Tezcanlı, oğlunun yüzündeki dehşet ifadesini gördüğünde ve Ozan’ın gazetede okuduğunu söylediği haberi duyduğunda kanının çekildiğini hissetti...

Ozan’ın boş yere korkmadığını düşünerek, onunla konuşmaya karar verdi. Ozan babasının sorduğu soruları cevaplarken aynı zamanda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı...

Yatak odalarına giderken evin koridorunda Bahar’la karşılaşan Metin, Bahar’a ingilizce olarak “ terapiye ihtiyacı var “ var dedi. Ozan’ın bilmemesini ya da duymamasını istedikleri konularda İngilizce konuşmayı tercih ederler ve Ozan, “ ne konuştunuz “ diye sorduğunda ise, çoğunlukla yalan söylerlerdi.

-Baba, siz kendi aranızda neden İngilizce konuşuyorsunuz ?

-Unutmamak için oğlum... Konuşulmayınca çabuk unutuluyor da...

Metin Tezcanlı, yanyana yattığı oğlunu göğsüne almış ve korkudan hüngür hüngür ağlayan Ozan’nın alnını ve saçlarını öperek sakinleştirmeye çalışıyordu: “Canım oğlum... Kara şahinim... Bak yanındayım işte... Sana zarar verecek birinin önce beni öldürmesi gerekir...”

Metin Tezcanlı, oğlunun yaşadığı kabustan dolayı hem üzgün hem de tedirgindi. Oğlunu yalanlar uydurarak sakinleştirmek yerine, Ozan’ın kabusu olan olayın üzerine gitmeye karar verdi...

Konuşma bittiğinde Ozan korkusundan geçici de olsa kurtulmuştu ama bu seferde Metin Tezcanlı korkmaya başladı... Ya silahlı birisi eve girer ve onunla karşılaşırsa ne yapacaktı?..

Kendi canından vazgeçmeye hazırdı ama Bahar ve Ozan söz konusu olduğunda, Ozan’ın yaşadığı kabusa benzer senaryolar kurmaktan kurtulamıyordu: Bir hafta içinde dört kişi evlerine giren hırsızlar tarafından öldürülmüşlerdi...

Dışa dönük bir çocuk değildi, Ozan. Babası gibi utangaç ve çekingen sayılırdı... Oğullarının bu haline üzülen Bahar ve Metin, zaman zaman kendilerini suçluyorlar ve Ozan’ın daha sosyal bir karaktere dönüşmesi için çareler arıyorlardı: Çocuklarının kendileri gibi olmasını istemiyorlardı...

-Bahar, Ozan şımarık ve bencil olmasın diye fazla yüklendiğimi fark ettim ve bunu, Ozan üç- dört yaşındayken yaptım.

-Ne yazık ki böyle bir hatayı yaptık, Metin. Geç kalmış olabiliriz miyiz, bilmiyorum ama yaptığımız yanlışları tekrar etmeyelim bari...

-Kendi adıma it gibi pişmanım... Resmen ezdim çocuğumu... Bütün hayatım boyunca çekeceğim vicdan azaplarının en başında ve en acısı bu gibi geliyor bana...

-Seninle ilişkimizin belki de en problemli dönemiydi, o yıllar... Bazen haklı, bazen de lüzumsuz yere hırpaladık çocuğu ki Ozan, etrafımızdaki diğer çocuklarla kıyaslandığında son derece makul ve kendi sınırlarını gayet iyi bilen bir çocuk oldu hep...

Buna rağmen hırpaladık... Sonsuz bir girdap bu çocuk olayı... En az bizim kadar duygusal ve kırılgan bir çocuk ama yine de beni umutlandıran bir yanı var: Bazı durumlarda, en az bizim kadar da inatçı ve sonuç almadan da peşini bırakmıyor...

-Hesapta doğru olanı yapıyordum ama bugünden baktığımda hiçte doğru değilmiş... Pısırık biri olacağına, kendine güvenen birisi olmasına tercih ederim. İlerde başkaları tarafından ezilmemesi ve kendi ayaklarının üzerinde durabilmesini sağlamamız ve öğretmemiz gerekiyor bu çocuğa...

-Bostancı’daki evde seninle kavga ettiğimizde bizi barıştırmak için yaptıklarına inanamamıştım... Ben Ozan’ın odasında ağlarken, yüzüne tavşan maskesini takıp, beni güldürmeye çalışmasını ve sonra da aynı şeyleri sana yaparak, aramızdaki gerilimi ve küslüğü ortadan kaldırması olağanüstüydü. Kitaplara ve filmlere konu olabilecek bir performans göstermişti Ozan ve ben, kendimden utanmıştım o gece...

-Sen içerde ağlarken, benim yanıma gelip, “ baba niçin kavga ettiniz, annemle?” diye sorduğunda, “sinirlerimize hakim olamadık oğlum” cevabını verdim. “Babacığım, hadi barışın annemle, biz yine eskisi gibi mutlu bir aile olalım” dediğindeyse, benim söyleyecek bir sözüm kalmamıştı zaten...

Üç dört yaşındaki bir çocuğun bu denli içgüdüsel ama bir o kadar da bilinçli olması karşısında bocaladığımı unutmuyorum. Kusursuz bir arabuluculuk yapmıştı. Hatırlıyorsan, ilk adımı kimin atacağı konusunda bir hayli yoğun trafik yaşanmıştı. Bana ya da sana kalsaydı, günlerce küs kalırdık herhalde... Sahi çocuk olan kimdi, o gece?

Belki oğluna karşı duyduğu vicdan azabından, belki de gerçekten sınırsız bir tutku ve bağlılıkla sevdiğinden olsa gerek, günde en az beş on kez “seni seviyorum oğlum; sen benim canımsın, her şeyimsin...” der ve sımsıkı sarılırdı Ozan’a...

bölüm başlıklarına git






İkinci romanın sonu: Babam hala uyuyor anne

Bahar Tezcanlı, her zamanki gibi Metin’den ve Ozan’dan önce uyanmış ve mutfakta ayaküstü bir şeyler atıştırdıktan sonra evden ayrılmış ve çalıştığı şirketin kendisine tahsis ettiği makam aracıyla yola çıkmıştı...

Şirkette işlerin yoğun olmadığı zamanlarda, günde ortalama üç dört kez Metin ile telefonlaşır ve can sıkıntısından uzaklaşmaya çalışırdı...

Vakit öğleye doğru geliyordu ve yine yapacak fazla bir iş yoktu elinin altında... “En iyisi Metin’i aramak diye geçirdi” içinden ve ev telefonlarını çaldırmaya başladı... Ev telefonunu uzun uzun çaldırmasına rağmen, telefon,cevap vermiyordu...

Yatağından kalktıktan sonra ilk iş olarak salondaki televizyonun karşısına geçen ve çizgi film izlemeyi adet edinen Ozan, annesinin uzun uzun çaldırdığı telefonun sesini duymuyor ve huşu içinde çizgi film izliyordu...

Zaten telefon da salonda değil, yatak odasının yanındaki çalışma odasında bulunuyordu: Salondaki telefon hattı uzun zamandır bozuktu ve tamir ettirme ihtiyacı da duymamışlardı. Evde iki tane cep telefonu vardı nasıl olsa...

Ev telefonundan yanıt alamayan Bahar, Metin’in cep telefonunu çaldırdı bu kez... Metin’in salonda unuttuğu cep telefonunu Ozan açtı:

-Efendim anne.

-Oğlum baban seni okula götürmedi mi bugün?

-Babam hala uyuyor anne.

-Oğlum bu saate kadar uyunur mu, git çabuk babanı uyandır... Allahım yarabbim, okulu da kaçırdın bugün ama seninde canına minnet zaten... Gidiyor musun babanı uyandırmaya?

-Gidiyorum anne.

Babasının uyumakta olduğu odaya giren Ozan, bir elinde babasının cep telefonunu tutuyor, diğer eliyle de babasının yorganını çekiştirerek, “hadi uyan baba annem seni arıyor ” diyerek babasının uyanmasını bekliyordu ama uykusu ağır olan Metin Tezcanlı’nın uyanmaya niyeti yok gibiydi...

-Anne, babam uyanmıyor... Gözlerini bile açmadı daha.

-Oğlum babanın uykusu ağırdır, atla üzerine ve öpücüklerle uyandırmayı dene bir de... Hayır telefonu kapatma, bekliyorum...

Elindeki cep telefonunu yatağın yanındaki komodinin üzerine bırakan Ozan, annesinin söylediklerini yapmış ve babasının üzerine atlayarak, yanaklarına öpücükler kondurmaya başlamıştı ama yine de ses seda duyulmuyordu... Ozan, komodinin üzerindeki cep telefonunu eline aldı ve annesiyle yeniden konuşmaya başladı:

-Anne, bu adam uyanmıyor ya...

-Peki oğlum bırak uyusun... Dün gece çok geç yattı sanırım... Kahvaltını yaptın mı Ozan?

-Yaptım anne. Kornfleks yedim.

-Tamam bir tanem... Sen şimdi git televizyon izle... Ben izin alıp, gelmeye çalışacağım...

-Ol-ley.

Bahar Tezcanlı, şirketteki çalışma odasında oturduğu koltukta, aklına gelenin başına gelebileceği korkusundan hareketle dehşete kapılmış ve bütün kontrolünü kaybetmek üzereydi...

Yakın arkadaşları ve yoğun bakım uzmanı olan doktor Serdar’ı aramaya karar verdi:

-Alo Serdar, Metin’i hala uyandıramadık... Ozan da tek başına evde... Ozan kaldırmaya çalıştı ama bütün çabalarına rağmen uyandıramadı... Ya benim aklıma kötü şeyler geliyor... Allah kahretsin ya...

-Kapıcınızın telefonunu biliyorsan...

-Hayır bilmiyorum.

-Ben bizim hastahanenin ambulansını alıp yola çıkıyorum... Sen de şirketten çıkıp eve gelsen iyi olur...

-Tamam.

Kendi yaşadığı korkudan dolayı Serdar’ın ses tonundaki endişeyi fark etmeyen Bahar, şirketin idari işlerinden sorumlu müdürü arayarak acilen bir şöför ayarlamasını rica etti ve çantasını kaptığı gibi odasından ayrıldı... Gözyaşlarına hakim olmaya çalışması boşunaydı...

Doktor Serdar’ın aklına gelen ilk şey, uykuda kalp krizi oldu... Uyku Apnesi de olabilirdi: Genellikle boynu kısa ve kilolu insanlarda rastlanır; küçük dil nefes borusuna kaçar ve nefes alınmasını engelleyerek, kişinin ölümüne neden olurdu...

Serdar, Bahar’la yaptığı telefon konuşmasından sonra hemen eşi Gül’ü aradı ve olup biteni anlattıktan sonra, Metin’lere gitmesini ve Ozan’ı evden dışarı çıkarmasını söyledi...

Doktor Serdar ve ambulans ekibi Metin Tezcanlı’nın oturduğu dairenin zilini çalıp beklemeye başladılar... Zilin sesini duyan Ozan, annesinin geldiğini düşünerek koşa koşa kapıyı açmaya gitti:

-Kim o?

-Ozancığım benim, Serdar amcan.

-Tamam açıyorum...

-Baban daha kalkmadı mı Ozan?

-Kalkmadı Serdar amca... Sen niye geldin?

-Babanı uyandırmaya geldim, Ozan. Belki de hastalanmıştır diyerek, ambulansı da getirdik. Bu abiler bana yardımcı olacaklar, sen istersen salonda oyalan biz gidip bir babana bakalım, olur mu güzelim?..

-Olur Serdar Amca. Zaten annem de geleceğini söyledi.

Doktor Serdar, yakın arkadaşı Metin Tezcanlı’nın büyük olasılıkla ölmüş olabileceğini ve eve adımını atarken neyle karşılaşacağını gayet iyi biliyordu ama Bahar gelmeden Ozan’ı evden nasıl uzaklaştıracağını düşünüyordu... Gül’ün gecikmesine kızmıştı ama burası da İstanbul’du...

Ambulans ekibindeki görevli arkadaşlarını “ Büyük olasılıkla Metin’i kaybettik... Ozan’a babasının öldüğünü söylemeden, sadece hastalanmış diyerek ambulansa koyalım ve hastahanenin morguna kaldıralım cesedi. Ben Ozan’la kalacağım...

Cenazeyi kaldırana kadar benim yerime nöbet tutacak başka bir doktor bulmalarını söylemeyi de ihmal etmeyin...” diye tembihlerken, gözyaşlarına hakim olmayı başaramamıştı...

Hızlı adımlarla Metin’in yattığı odaya giren doktor Serdar ve ambulans ekibindeki arkadaşlarının hiçbir müdahalesine yanıt vermeyen Metin Tezcanlı, uyumaya devam ediyordu...

____ roman sonu ____


bölüm başlıklarına git