Üç gündür ateşi vardı Ozan’ın. Ateş düşürücü aldığında düşer gibi olan
ateş, ilacın etkisini yitirmesiyle tekrar yükseliyordu. Üçüncü günün sonunda
düşmeyen ateş Metin Tezcanlı ve Bahar’ın endişelenmesine neden olmuş ve Ozan’ı
apar topar hastahaneye götürmeye karar vermişlerdi.
Şirketten hızla çıkan ve arabasına atlayan Metin Tezcanlı, trafikte fırtına
gibi estikten sonra koşa koşa oturdukları daireye çıkmış ve Ozan’ın yanında
bitivermişti. Eliyle Ozan’ın vücudundaki eklem yerlerini kontrol eden Metin
Tezcanlı, Ozan’ın neredeyse yandığını hissetmiş ve evdeki ateş düşürücüden zor
bela iki ölçek içirmeyi başarmıştı ama ilaç şişesini mutfağa götürürken,
Ozan’ın yattığı yerden fırladığını ve “kusacağım baba” diye bağırdığını duydu.
“Kus oğlum bir şey olmaz, hadi kus” diyerek Ozan’ı sakinleştirmeye
çalışıyordu...
Günlerdir süren yüksek ateş ve halsizlikten bitap düşen Ozan’ın gün
içindeki ikinci kusmasını gören Metin Tezcanlı, kendisine ve Bahar’a kızmaya
başlamıştı... “Şehriban hanım Ozan’ı hazırlayın, hemen hastahaneye
götüreceğim.”
Arabanın arka koltuğunda oturan Ozan’a herzamanki gibi emniyet kemerini
takmasını söyledi. “Ya baba bari bugün takmayayım, çok hastayım zaten.” Diyen
Ozan’a dönüp, “Tam da bugün takman lazım evlat. Sert bir fren yapmak zorunda
kalırsam, ikimiz de üzülebiliriz sonradan.”
Ozan, babasının kararlı olduğu anları ses tonundan ve bakışlarından anlar
ve öylesi anlarda babasıyla inatlaşmazdı. Nerede ısrarcı ve inatçı olacağının
yerini ve zamanını ayarlamakta usta sayılırdı.
Ozan’ın kararlı olduğu anlarda ise yaşadığı bütün ikilemlere karşın, Metin
Tezcanlı, yerine göre otoriter, yerine göre anlayışlı ve sevecen bir baba
olmaya çalışıyordu ama oğluna olan zaafının farkındaydı:
Dünya bir yana, Ozan bir yana!..
Zaman zaman bıkmıyor ve usanmıyor değildi ama ömrünün sonuna kadar ve bütün
enerjisiyle kölesi olacağını hissettiği bu küçük kralın yüzündeki hayat
fışkıran bakışları ve gülücükleri gördükçe, “oğlum benim, canım benim, ben
seni yerim ulan” diyerek saldırıyor ve yalayıp yutuyordu neredeyse...
Sevgisini gösterirken çılgınlaşıp, Ozan’ı ısırdığı ve canını yaktığı bile
olurdu. Kendisi gibi etine dolgun olan oğlunu bütün ömründe tatmadığı bir
tutkuyla ve içtenlikle seviyordu. İçindeki devasa boşluğun ve karanlığın
içinde ay gibi parlayan oğluna bakıp, “ay yüzlü oğlum benim” diyordu Ozan’a.
Büyük olasılıkla ciddi bir hastalığı yoktu Ozan’ın. Üç günü geçen ateş
sonrası doktorların reçeteye yazdığı antibiyotiği gidip eczaneden alabilir ve
hastahaneye gitmesine gerek kalmayabilirdi ama Ozan’ın perişan haline
dayanamamış ve bir günde iki kez kusmasını pek hayra yormamıştı, Metin
Tezcanlı.
Hastahanenin acil servisine vardıklarında Ozan’ın ateşi otuzdokuz derecenin
üzerindeydi ama nedense birdenbire canlanıvermişti Ozan. Gülüyor, babasıyla
sohbet ediyor ve çocuk doktorunun yalakalıklarına karşılık veriyordu. Doktorun
şirinliğindeki yapaylık, oyuncakçı dükkanındaki tezgahtarın içten
pazarlıkçılığını aratır durumdaydı ama yapacak bir şey yoktu...
Hastahanede ateşi düşürülen Ozan’ın ilaçlarını alıp yola koyuldular.
Evlerine yaklaşmak üzerelerken arabanın arka koltuğunda oturan Ozan’ın acı
içinde attığı çığlıkları duyan Metin Tezcanlı, “oğlum neyin var, ne oldu?”
diye seslendi Ozan’a.
-Baba bilmiyorum... Nefes alamıyorum... Aaaaah.
Direksiyonun başında çaresiz kalan ve ne yapacağını kestiremeyen Metin
Tezcanlı, paniklediğini belli etmemeye çalışarak kafasını arkaya çevirdi ve
Ozan’ın ellerini midesinin alt tarafına bastırdığını gördü.
-Oğlum gaz sancısı var sende ya...
-Babacığım çok fenayım, ne olur bir şey yap!..
Trafikte önünün açık olduğunu fark eden Metin Tezcanlı, Ozan’a “sıkı tutun
o zaman” dedi ve gaza bastı. Biraz hız yaptıktan sonra dikiz aynasından
arkadan araç gelip gelmediğini kontrol etti. Sağ şerite geçti ve birkaç kez
üst üste sert fren yaptı. Ozan’ı kıvrandıran gaz sancısının fren sesleri
arasında yok olup olmadığını anlamak için arkaya dönüp Ozan’ın yüzüne baktı.
Yüzünde güller açıyordu...
-İyiyim babacığım, biraz rahatladım.
-Yok baba, bir an önce eve gidelim. Uykum geldi.
-Baş üstüne paşam, geldik zaten.
Doğduğu günden beri hem babalığını hem de bakıcılığını yaptığı Ozan’ın
hiçbir acısına ve üzüntüsüne dayanamazdı Metin Tezcanlı. Çocuk sahibi olmakla
hata ettiklerini düşünmeye başlamıştı:
-Bu çocuğun başına kötü bir şey geldiğinde biz ne yapacağız, Bahar? Ya da
ikimize bir şey olduğunda bu çocuk ne yapacak?
-Bu soruyu Ozan dünyaya gelmeden evvel sorsaydık birbirimize, daha iyi
olurdu Metin. Bu saatten sonra bu soruya kim cevap verebilir ki? Zaten o
soruyu zamanında sormasını akıl eden birileri katiyen çocuk mocuk sahibi
olamaz bana kalırsa...
Üç kilo yüz gram olarak taşımaya başladığı fiziki ve psikolojik ağırlığın
günden güne, aydan aya, yıldan yıla ağırlaştığını ve daha da ağırlaşacağını
hissettikçe, hem kendisi hem de Ozan için üzülmeye başlıyordu...
Bu rezil, kepaze ve ölümlü dünyaya dünya tatlısı bir çocuk getirip, eninde
sonunda kurdun kuşun önüne atmak zorunda kalacaklardı. Ana karnında başlayan
her hayat, sıcak ve sevecen kucaklardan ayrılıp, eninde sonunda sokaklarda
kendi hayatının avına çıkacaktı...
-Oğlum biraz çabuk olsana lan! Öğretmen sınıfa girmek üzere ama sen hala
sabah sabah çizgi film izleme telaşındasın. İyi ki evimiz okula iki adım
uzaklıkta yani. Ama okulun müdürü, okula en geç gelenlerin, en
yakında oturan öğrenciler olduğunu söylüyor, ne haber?
-Evet oğlum gitmek zorundasın.
-Niyeymiş o. Hiç de gitmek zorunda değilim işte.
-Bana bak Ozan, sabah sabah kafamın tasını attırma benim, vallahi kötü
olur!
-Baba neden sürekli beni tehdit ediyorsun sen?
-Çünkü okula gitmeme gibi bir lüksün yok Ozan efendi. Eğer böyle bir şey
mümkün olsaydı, senden çok, ben sevinirdim bu işe... Ulan kapat dedim sana şu
televizyonu. Daha kahvaltı bile yapmadın şımarık herif...
-Tamam baba, tamam.
-Ha şöyle kendine gel, ciğerimi ye.
-Ciğerden nefret ettiğimi biliyorsun baba. Akşama bonfile yaparsan hayır
demem ama.
-Başka bir emriniz var mı kral hazretleri?..
Ozan’ın okul çağına geleceği günlerin hayalini kuran ve bu hayal ile
heyecanlanan Metin Tezcanlı, tam bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Ozan, okulu da
okula gitmeyi de sevmiyordu. Daha ilkokul birinci sınıfa başladığının üçüncü
günü “ben buradan çok sıkıldım, hadi evimize gidelim babacığım” dediğinde,
Metin Tezcanlı’nın yüreği cız etmişti.
Mümkün olsaydı o dakika Ozan ile
birlikte okuldan ayrılır ve bir daha da gitmezlerdi ama kendi eğitimsizliğinin
ve mesleksizliğinin cezasını çekmiş ve halen de çekmekte olan bir insan
olarak, istese de bunu yapamazdı.
Bir anda bütün ayrıcalıklarından ve ev konforundan mahrum kalan ve okuldaki
yaklaşık binbeşyüz öğrenciden biri haline gelen Ozan, okula gitmemek ve ev
ödevi yapmamak için her yolu denemeye başlamıştı. En büyük numarası doğal
olarak sürekli hasta olduğunu öne sürmek oluyordu...
Ozan’ı okulun bahçesinde bırakıp onun arkasından okula girişini izleyen
Metin Tezcanlı, başını öne eğip sınıfına doğru yürüyen oğluna acıyor ve
kahroluyordu.
Ortaokul öğrencileriyle birlikte paylaştıkları okul bahçesindeki irili
ufaklı çocukların kendilerini ve birbirlerini paralarcasına itişip
kakışmalarını ve her koşulda işi oyuna ve bazen de kavgaya dökmelerini
anlayabiliyordu ama oğlunun teneffüslerde elleri cebinde, kara kara düşünerek
tek başına volta atmasını içi kaldıramıyordu.
-Metin, Ozan’ı özel okula mı versek acaba? Altmış kişilik sınıfta ne
öğretmene kızabilirsin ne de öğrenciye. Ben öğretmeni de pek sevmedim
doğrusu... Çok sert ve biraz da bu iş için fazla yaşlı bence... İletişim özürlü
olduğunu da söyleyebilirim.
-Hayatım, özel okullar dünyanın parası. Bu çocuğu ilkokuldan özel okula
alıştırır ve sonra da okuldan almak zorunda kalırsak daha kötü olmaz mı sence
de?
-Ne bileyim ya... Aslında ben de pek sıcak bakmıyorum. Eğer özel okula
verirsek benim yirmi yıl daha çalışmam gerekir, bunu da göze alamıyorum.
Paramız olsaydı hiç düşünmez verelim gitsin derdim ama bunu diyebilmek yürek
istiyor.
-Şimdilik yapacak bir şey yok Bahar. Şimdiden özel okula vereceğimiz
paraları bir kenara atıp, üniversiteyi yurtdışında ya da buranın en iyi
okullarından birinde okumasını sağlamak bana daha cazip geliyor. Hem ÖSS sınav
birincileri genellikle devlet okullarından çıkıyor. Bu da bir veri sayılır en
azından...
-Seçme şansı olanların yürütebileceği bir fikir jimnastiği zaten bizim
yaptığımız. Boşuna çenemizi yormayalım derim...
-Valla onu bunu bilmem ama bizim
Serdar’lar oğullarını dört yıl boyunca özel okula gönderdikten sonra, şak diye
alıp devlet okuluna verdiler ve sorun da para meselesi falan değildi ve aynen
şunları söylüyordu, Serdar: “Dört yıl boyunca ne zaman çocuğun durumunu sorsak,
‘gayet iyi, daha da iyi olabilir’ deyip durdular...
Birde baktık ki ne iyisi, çocuk matematikte ve diğer birkaç derste resmen
batmış durumda. Yıllarca gizlediler çocuğumuzun seviyesini. Hiçbir zaman
doğruyu söylemediler bize. Müşteri kaçırmamak için yalan söyleyip durdular ve
biz de bu zamana kadar yedik bu numarayı.
Şimdi devlet okulunda sınıfının en iyisi ve en çalışkanı oldu. Dışarıdan
özel ders aldırarak toparladık çocuğu. Otel müşterisi gibi ağırlanmaya ve
hijyen koşullarına aldanmamak gerekiyor. Onlar da önemli tabii ama eğitim
kalitesine de bakmak gerekiyor...
Sırf İngilizce öğreniyor diye o kadar para verilmez abi, gitsin kursta
öğrensin onu da. Bir servet akıttık neredeyse. O paraları biriktirip çocuk
büyüdüğünde ana sermaye olarak kullanmasını sağlamak daha akıllıca bir yatırım
olur. Nakit para kraldır sözünü boşuna söylememişler.” Gerisini var sen düşün
artık...
***
Oğluna olan sınırsız tutkusunun ve sevgisinin canlı tanığı Bahar, “sen bu
çocuğu benden daha çok seviyorsun, Metin... Bütün sevgini Ozan’a veriyorsun,
haksızlık bu... Bu çocuk doğduğundan beri gözün beni görmüyor nerdeyse...
İhtiyarladığında yanında Ozan değil, ben olacağım. Ona gösterdiğin sevginin
ve ilginin bir gıdımına bile razıyım. Ozan’ı doğuranın ben olduğunu arada bir
hatırlasan, hiç fena olmaz... İyi ki kız filan doğurmamışım, doğumdan sonra
herhalde hemen boşardın beni..”
Bahar’ın kıskançlık ve tehdit dolu sözlerini gülümseyerek dinleyen Metin
Tezcanlı, “senin yerin başka bir tanem... Seni de nasıl tutkuyla sevdiğimi ve
istediğimi en iyi sen biliyor olmalısın... Ben senin aç kurdun değil miyim
ulan?.. Ben seni de yerim, oğlumu da yerim... Canlarım benim! ” diyerek
gönlünü almaya çalışırdı, Bahar’ın.
Ozan’ın dünyaya gelişi ikisinin arasındaki ilişkinin gerilmesine ve zaman
zaman da kavga etmelerine neden olmuş ve Ozan faktörü ilişkilerini belirlediği
gibi aynı zamanda da ilişkilerine yön verir olmuştu. İkisi de bu durumun
farkındaydılar ama yapabilecekleri hiçbir şey yoktu.
İkisini ilgilendiren her duruma üçüncü bir ortak gelmiş ve ikisinden de
daha etkin ve daha fazla söz sahibi olmuştu. Şirketteki en sağlam pozisyon,
Ozan’ın pozisyonuydu!.. İkinci bir kardeş gelmedikçe -ki bu olasılık Bahar ile
Metin’in aklının ucundan bile geçmiyordu- hükümdar, Ozan Tezcanlı’dan başkası
olmayacaktı...
bölüm başlıklarına git
Bir çift ayakkabı
Metin Tezcanlı, Bahar’la olan birlikteliğinin vazgeçilmezleri arasında yer
alan iftar yemeklerinden ve zoraki bayram ziyaretlerinden hoşlanmıyordu:
Neredeyse verilen her iftar yemeğine katılmak gibi bir zorunluluk vardı ve
‘Damat Bey’, kendi dışında oluşturulan programlara katılmak konusunda fazla gönüllü sayılmayan
bir yapıya sahipti...
Bahar ise, Metin Tezcanlı’nın aksine
cümbüş olan her yere balıklama atlayan ve eğlenmeyi hiçbir koşulda kaçırmak
istemeyen bir kadındı... Günün neredeyse on dört saatini işinde ve yollarda
geçiren, eşine ve çocuğuna istediği kadar vakit ayıramayan ve zaman zaman da
bunun ezikliğini yaşayan bir insandı, Bahar.
Nadiren de olsa, “kendime acıyorum” der ve ağlamaya başlardı ama nispeten
iyi para kazanıyor olmasıyla teselli buluyor ve “bu işsizlik ortamında bundan
daha iyisini bulmak kolay değil” diyordu.
Bahar, bayramları ve bayram ziyaretlerini severdi. Özellikle de kadınların
ağırlığı oluşturduğu mekanlarda bulunmaktan ve ‘toplumsal deşarj’ denilen
dedikodudan mahrum olmak istemezdi...
Uzun yıllar ailesini ve akrabalarını ihmal etmesinin intikamını alırcasına
sık sık görüşmek ve es geçilen yılların yarattığı mesafeyi ortadan kaldırmak
istiyordu sanki.
Metin ise aile ve akraba muhabbetlerinden uzak olmayı ve kendi kabuğunda
yaşamayı seçenlerdendi. Yalnızlık canına tak etmedikçe evden dışarı çıkmaz ve
kimseyle görüşmezdi... Dost kervanına, kervan denilemezdi artık...
Her Ramazan’ın ve bayramın programı üç aşağı beş yukarı aynı sayılırdı:
Ramazan süresince her Pazar günü bir iftar yemeğine gitmeleri ve bayramın
birinci günü Bahar’ın annesinin hazırladığı öğle yemeğinde bulunmaları
gerekiyordu. Metin, iftar yemeklerinin bazılarında mutlaka hastalanır,
bazılarında ise gitmemek için hasta olduğu yalanını uydururdu...
Hali vakti yerinde olan Bahar’ın ailesinin ve akrabalarının yoksullar
yerine birbirlerine iftar yemeği vermeleri, Metin’in kanına dokunuyordu... Ne
Müslümanlıkla ne de insanlıkla bir ilişkisini kuramadığı bu ziyafet
gösterisinin bir parçası olmaktan rahatsız oluyordu.
Verilen her iftar yemeğinin maliyetinin beşyüz milyondan aşağı düştüğü
olmazdı. Her ramazanda iki milyar paranın boşa gittiğinin hesabını yapan
Metin, yapılanı onaylamıyor ve Bahar’ın başının etini yiyordu...
-Kızım söylesene annene, babana ve akrabalarına... Sokaklar fakir
fukaralarla dolu... Gidip onlara yardım etsinler... Ramazanı bahane edip,
İstanbul’un en lüks restoranlarında birbirlerine hava atmaları ve aç insanları
gözardı etmeleri günah değil mi?.. Hiç vicdan yok mu bu insanlarda?..
Birbirlerini çok seviyorlarsa Ramazan olmayan aylarda versinler yemek
davetlerini...
-Sıkıyorsa git kendin söyle bunları!.. Bazen çıtlatmıyor değilim ama
bizimkiler gayet müsterihler... Onlar zaten tanıdık fakirlere gıda ve para
yardımı yapıyorlarmış... Merak etme vicdanlarını rahatlatmayı unutmuyorlar...
Üstekilerin inançları alttakiler kadar sağlam olmuyor zaten... Zenginlik ve
bilinç yükseldikçe inançlar fondaki müzik gibi kalıyor ... Tıpkı gecekonduda
yaşayan solcularla şehir merkezlerinde yaşayan solcular arasındaki fark gibi
senin anlayacağın...
Lüks restoranlarda verilen iftar
yemeklerindeki bolluk ve israf, Metin’in geçmişine yabancı, bugününe ait bir
olguydu. Bolluk ve israf kelimelerinin gerçek anlamlarını, Bahar’la birlikte
olmaya başladıktan sonra sökmeye başlamıştı...
***
Metin Tezcanlı, kayınpederi Muhsin Bey’in halk adamlığından,
kalenderliğinden ve yoksullara merhamet etmesinden hoşlanır, o taraflarını takdir
ederdi...
Evlatlarıyla ve kendisinden yaşça küçük insanlarla arasına mesafe koymasına
karşın, damadına oldukça sevecen davranır ve özen gösterirdi. Metin Tezcanlı
da onun bu babacan tavırlarına her daim saygıyla karşılık verir ve aynı özeni
büyük bir içtenlikle göstermekten geri kalmazdı.
Bütün huysuzluklarına ve
düşüncesizliklerine rağmen kayınpederini sever ve saygıda kusur etmezdi... “
Metin başkalarına benzemiyor, evin bir diğer oğlu gibi davranıyor” demekten ve
aralarındaki görüşme mesafesi biraz açıldığında sitem etmekten de çekinmezdi.
“Kendini özletiyorsun evlat, arayı bu kadar açmayın. Biz yaşlıyız, her zaman
kapınızı istesek de çalamayız ki...”
Adnan Menderes’e nasıl el salladığını keyifle anlatan Musin Bey, sadık bir Demokrat
Parti üyesi olarak her seçimde onun devamı niteliği taşıyan partilere oy verir
ve solcuları katiyen sevmezdi. Damadının ipten kurtulmuş bir solcu olduğunu
öğrenseydi, sevecenliğini ve gösterdiği özeni koruyabilir miydi bilinmez ama
büyük bir hayal kırıklığı ve şok yaşayacağı kesin sayılırdı.
Televizyon haberlerini izlerken sıkça
kullandığı sözcükler analiz edildiğinde, sürekli yemek yiyen, uyuyan ve hiçbir
şeyden memnun olmadan ölümü bekleyen tonton bir ihtiyar yerine, gaddar bir
emniyet müdürü portresi çıkıyordu ortaya ama söylediklerini sahiden
yapabilecek bir adama benzemiyordu Muhsin Bey...
“İmha etmek lazım bu herifleri... Hapishanede bunlar için harcanan devletin
parasına yazık günah...” İmha edilmesini istediği adamlar genellikle solcular
olmasına karşın, soyguncular, kapkaççılar ve sıradan hırsızlar da Muhsin
Bey’in gazabından kurtulamıyorlardı. Eğer asayiş işleri Muhsin Bey’den
soruluyor olsaydı, trafik suçluları bile paçalarını zor kurtarırlardı!..
Torunlarına sevgisini ve dedeliğini göstermeyi bile beceremeyen Muhsin Bey,
kelimenin tam anlamıyla zor bir adamdı... Paranın para olduğu zamanlarda Koç
ailesi ya da Sabancı ailesi kadar zengin olabilecekken, elindekilerle
yetinmeyi ve şükretmeyi seçmişti...
-Göçmeniz biz evlat, Yugoslav göçmeni. Babamın bir bakkal dükkanı vardı.
Babamın çıraklığını yaparak başladım... Zamanla Omega saatlerinin bayiliğinden
tut, araba lastiği satmaya kadar bir sürü işe girdim ve hepsinden de çok iyi
para kazandım. Vehbi Koç’un İstanbul’daki ilk bayilerinden biriyim ben...
Avrupa’dan Amerika’ya kadar gezme fırsatım oldu ve bu seyahatlerin çoğunu
da Koç’lar tertip ettiler. Onların parasıyla gezdim senin anlayacağın ama
yılda birkaç sefer de kendi paramla yurtdışına gider ve ailemi de götürürdüm.
Her yıl arabayı yeniler ve yeni arabayla düşerdik yollara...
Evlerim, arabalarım ve bankada yüklüce param oldu. Çocuklar büyüdüğünde
hepsinin altına ayrı ayrı arabalar aldım. Yemeyi, içmeyi ve gezmeyi severim
senin anlayacağın. O vakitlerin bütün meşhur ses sanatçılarını çalıştıkları
gazinolarda dinleme imkanım da oldu...
-Baba isteseymişsiniz sahiden Vehbi Koç kadar zengin olabilirmişsiniz.
-Ne demek evlat, tabiatıyla olurdum ama kanaat ettim. Neticede, kefenin
cebi yok diye düşündüm ve hala da öyle düşünürüm. Bakkal dükkanından başlayıp,
İstanbul’un en eski ve en köklü semtlerinden birinin kralı haline gelmiştim.
Borçsa borç, sadakaysa sadaka...
Kimseden bir şey esirgememeye çalıştım evlat. Hem maddi hem de manevi
açıdan büyük bir tatmin yaşadım. Elimdekilerle hem kendimi hem de çocuklarımın
istikbalini garanti altına almıştım. Hal böyle olunca fazlasına tamah etme
lüzumu dahi hissetmedim.
Çevremdeki itin kopuğun bile sevgisini, saygısını kazanmış bir adam
olmuştum. İsteseydim mebus bile seçilebilirdim. Davet etmediler değil ama ben
istemedim. O zamanki servetimle bırak kendimi, itin tekini
bile mebus seçtirebilirdim ben...
-Baba bunları anlatırken umarım üzülmüyorsunuzdur.
-Üzülüyorum tabiatıyla... Şimdi benim param olsaydı ilk yapacağım şey, size
bir ev almak olurdu. Muhsin Göçmen’in kızının kirada oturuyor olması ne demek,
sen bunu anlayamazsın evlat. Altınıza araba alırken birkaç sene sonra da ev
alırım diye düşünüyordum ama kısmet olmayacak galiba...
-Baba aşk olsun, biz daha genciz, çalışıyor, kazanıyoruz. Kendi evimizi
kendimiz alabilecek durumdayız aslında ama o parayı ticarette kullanmayı
tercih ediyoruz şimdilik. Allaha çok şükür hiçbir eksiğimiz ve gediğimiz de
yok ayrıca...
-Yaşlılık zor iş evlat. Yaşlanmadan istikbalinizi kurtarmaya bakın. Beni
batıran hanım oldu. Yok orası dağın başı yok burası bilmem neyin nesi... Her
şeye bir kulp buldu. E-5’in üstündeki arsayı sattırmamış olsaydı, hepimiz ihya
olurduk...
-Baba allahaşkına boşverin bunları... Sağlığınız sıhhatiniz yerinde
maşallah, bundan büyük servet mi olur?
-E biraz da para olsaydı fena olmazdı evlat. Hanımda var ama onların
sülalesinde cimrilik hastalığı var... Borsada bilmem kaç bin lot hisse
senetleri, bankada tomar tomar dolarları var ama hala evin ihtiyaçlarını bile
bana aldırıyor...
Beşyüzbin doları getirdi şu eve verdi ama benim fıtık ameliyatı için
gereken üç kuruşu bile bana çok gördü. Hay it sıçsın senin parana be kadın!..
Muhsin Bey, karısı Cavidan Hanım’ın kendisine kalan büyük mirastan zırnık
koklatılmamasına fena içerliyor ve her fırsatta karısını incitecek sözler
söylemekten kaçınmıyordu. İlgili ilgisiz hemen hemen her ortamda kinini ve
öfkesini kusmaktan büyük bir zevk alır ve içindeki Cavidan zehrini kustuktan
sonra gülmeye başlardı...
***
-Metin, annemle babamın arasındaki bu para mevzusu nereden kaynaklanıyor
biliyor musun? Ortada miras filan yokken, babam anneme çok çektirmiş
anlaşılan. Annem, bana “bir çift ayakkabı aldırabilmek için bir hafta iyi
geçinirdim babanla” der dururdu. O bir çift ayakkabıyı aldırabilmek için kim
bilir kaç gece babamın koynuna giriyordu. Artık gerisini sen düşün işte...
Miras olayından sonra ipler annemin eline geçti ve babamdan intikamını fena
aldı. Almaya da devam ediyor. Babam da “bir evde iki cüzdan olursa, o evde
huzur olmaz” diyerek teselli bulmaya çalışıyor ama ben kendimi bildim bileli
annem ile babam kavga ediyorlar.
Fiziki şiddet yok ama sabah yataktan kalktıkları andan gece uykusuna yatana
değin kavga ederler. Kedi köpek gibiler. Bence bu kavga durumu olmasa çoktan
öbür dünyaya gitmişlerdi ama birbirleriyle kavga
edebilmek için ikisinin de ölmeye hiç niyetleri yok sanki.
Ne zaman ki kavgayı keserler, o saat yolcular demektir. Senin annenin ve
babanın birbirlerine bakışlarındaki sevgiyi ve sıcaklığı gördükçe ne kadar
etkilendiğimi anlatamam. Ben bir kere bile bizimkilerin birbirlerine öyle
baktıklarına şahit olmadım. Hele babanın annene bakarken gözlerinin içinin
gülmesini görmüyor muyum, işte o zaman bizimkilerin hali gözümün önüne geliyor
ve içim cız ediyor, kahroluyorum...
Koca elli beş yılın aynı evde ve düşmanlıkla geçmesi ne demek, Metin?
Annemin babama olan kininin altında ne yatıyor bir bilsen: Annemin babası
zenginmiş... Babam, kendisine yardım etmiyor diye yıllarca evine sokmuyor
dedemi. Ölmeden çok kısa bir süre önce hasta falan oluyor da o sayede kızının
evine gelebiliyor adamcağız... Sebep, para. Bu kadar adice bir nedenden dolayı
yıllarca kan kusturuyor anneme...
Geçen Cumartesi günü anneme uğradım. Biliyorsun iki dizinden de ameliyat
olması gerekiyor. Annem ameliyattan korktuğu için de sürekli erteliyor. Biraz
gaz vererek ameliyat tarihini alalım ve bu işten kurtulalım istiyorum ama
annem anlatmaya başlayınca haliyle konuşamadık...
En son kavga nedenlerini öğrendim ve gülmekten sinir krizi geçirdim
nerdeyse. Film gibiler vallahi... Sana da anlatacağım ama utanıyorum...
-Hepsini anlattın bunu mu anlatmayacaksın, anlat gitsin be gülüm.
-Annem babamdan şey istemiş.
-Ne istemiş gülüm?
-Şey işte, anlasana.
-Kızım müneccim miyim ben, nerden bileyim.
-Eşeklik etme, bal gibi anladın işte. Babam annemle yatmak istemiş.
-Annen de haliyle.
-Evet, vermemiş.
-Kızım o kadın, günahını bile vermez.
-Sen dalganı geç, babam anneme başka bir kadın alacağını söylemiş. Hem de
altmış yaşında olacakmış alacağı kadın.
-Vay anam vay... Altmış yaşındaki kadın, babanın gözüne on sekizlik çıtır
çerez gibi görünüyor desene... Yaşasın, adamda hala hayat belirtileri var
demek ki... Tevekkeli, biraz da para olsa hiç fena olmazdı diye dert yanıyordu
bana.
-Çok hoşuna gitti bakıyorum.
-Deli misin kızım, seksen beş yaşında hala sevişmek isteyen bir adama şapka
çıkarılır sadece. Ananın yerinde olsam hemen verirdim şerefsizim... Babanı
destekliyorum şahsen. Sevişmek onun da hakkı... Annen ne demiş altmış
yaşındaki kadın lafını duyunca?
-Ne diyecek,”Çişli moruk, sen önce çişini tutmayı öğren...” Demiş. Malum
babamın had safhada prostat sorunu var.
-Hımm... Can evinden vurulmuş desene.
-Yahu babamın babası da böyleydi zaten. Seksen yaşında zorla kendini
evlendirtti... Gülten Hanım diye bir kadındı. Evlendikten bir hafta sonra
bizimkilere gelip, “ben bununla baş edemiyorum, sürekli şey yapmak istiyor.”
Diyerek feryat figan etmiş.
-Genetik güç meselesi yani...
-Sen eğlenmeye devam et ama annem öldüğünde, eğer babam hala yaşıyorsa, bil
ki dedemin yaptığını, o da bize yapacak.
-Şahsen, elimden gelen her türlü yardımı yapacağımdan emin olabilirsin,
Bahar’cığım. Sen o işi bana bırak... Ama vakit varken prostat sorununu çözsek
iyi olur.
-Utanmasan babamın elinden tutup, kerhaneye götürecekmişsin gibi konuşuyorsun.
-Koç gibi adam, yazık günah değil mi, kızım? Bak benim babamda tık yokmuş
yıllardır. Annem, “babanız erkeklikten düşeli yıllar oluyor.” Diye
hayıflanıyor vallahi.
-Ay Metiiin, elini altına saldın yine. Kapatalım şu konuyu lütfen, açanda
kabahat zaten...
-Ya benim babama çubuk taktırmayı mı tavsiye etsem, yoksa üç kutu Viagra mı
hediye etsem diye düşünmeden edemiyorum... Üç kutu Viagra alsam, bir yıl idare
eder babamı... Hoş benim anamın da dizleri tutmuyor ama babam istese dünden
razı gibi bir hali var...
-Senin zihnin açıldı yine ama ben devam edemeyeceğim. Konuyu nereye
bağlayacağını anlamadım sanıyorsan, yanılıyorsun... Avucunu yalarsın!..
-Yap-ma be!..
bölüm başlıklarına git
Ben yine bi ton sopa yedim
Kocasından yediği dayakların intikamını en yakınındaki insanları ezerek ve
horlayarak almanın bir yolunu mutlaka bulurdu: Bazen kendi çocukları, bazen kardeşleri
ve bazen de önüne kim gelirse...
Metin Tezcanlı, ablasının kendisini kocasına karşı bir koz olarak kullanmak
istemesinden nefret ediyordu: Şiddetle dolu
bir evliliği şiddet kullanarak rayına oturtamazdı ve karı-koca
kavgasına karışmanın pak de hayırlı olmadığını gayet iyi
biliyordu… Kendisinin ve Bahar’ın yanında
kocasına “kamyon şoförü salak, senden bi bok olmaz” dediğine bile şahit
olmuştu...
Çeşme’de tatil yaparlarken Metin’in ablası Bahar’ı cep telefonundan
arayarak “ben yine bi ton sopa yedim, benim öküzden. Geberteceğim bu hayvanı”
demişti.
Metin, Bahar’ın telefonla konuşurken kendisinden uzaklaşmaya başladığını
hissetmiş ve bir tatsızlık olduğu sonucuna varmıştı...
Aslında gayet sıradan bir olaydı Metin’in ablasının dayak yemesi. Ki Bahar
telefonunu açtığında, “ evet İstanbul dışındayız, Çeşme’de tatildeyiz”
demesine rağmen, dayak olayını sanki ilk kez dayak yemiş gibi ağlaya ağlaya
anlatmıştı...
Belli ki çaresizdi ve içi yanıyordu ama kardeşi dururken onun eşini araması
tesadüf değildi. Ablası, Metin’in kendisini azarlayacağından ve “ ya ayrıl ya
da kocanla iyi geçin” diyeceğinden emin olduğu için Bahar’ı aramayı tercih
etmişti...
-Kim aradı Bahar?
-Ablan.
-Derdi neymiş?
-Enişteden yine dayak yemiş.
-Sebep?
-Kadın meselesi...
-Aslında, gidip enişteyi döveyim istiyor ama yapmayacağım...
Çeşme’deki tatilin tadını kaçıran Metin’in ablası, tatil dönüşünde de
irtibatı kesmemiş ve Bahar’a bütün aile sırlarını açmaya başlamıştı...
Metin’in en nefret ettiği şeylerin başında, insanların özel hayatlarını ve
neler yaşadıklarını ulu orta yere sermekten kaçınmamalarıydı:
-Metin, ablan bir silah satın almış ve
enişteyi geberteceğim diyor başka bir şey demiyor. Birkaç sefer enişte
uykudayken bıçakla yanına sokulmuş ama beceremem, sonra da o beni öldürür diye
vazgeçmiş. Sana anlatamadığı ne varsa hepsini bana anlatıyor ama ben ne
yapabilirim ki?
-Ya ne olacaksa olsun artık , Bahar...
Adam öldürmek o kadar kolay olsa, eşinden dayak yiyen bütün kadınlar
kocalarını öldürürlerdi herhalde ve bu memlekette koca kıyımı yaşanırdı...
Vakti zamanında ayrıl, kendine yeni bir hayat kur diye yalvardım neredeyse.
Babamların bana verdiği en üst katı da sana verelim, aç açık kalmazsın, daha
gençsin bir işe girer çalışırsın dedim ama beni dinleyen kim... Evliliğinin
ilk üç senesini saymazsak -ki o arada enişte askerdeydi- o gün bu gündür dayak
yiyor benim ablam...
Halbuki gayet varlıklı bir ailenin oğluna istemişlerdi ablamı ama o gitti
babamın çalıştığı fabrikanın şoförüne vuruldu. Annem dışında hiç kimse ona bir
baskı filan da yapmadı. Çok iyi hatırlıyorum, babam ablamı karşısına aldı ve
‘ne diyorsun kızım?’ dedi. O da zengin ailenin çocuğu yerine enişteyi tercih
etti...
Annem, kendisini dinlemediği için ablamı kara listeye aldı ve bana sorarsan
hiçbir zaman da affetmedi. Zengin evin oğlunu reddetmesi bir yana, üstüne
üstlük gidip bir sunniyle evlendi. İnançlarından ve yaşam tarzından bir gram
bile taviz verdiğini hatırlamıyorum annemin...
Kendisine karşı koyana kolay kolay merhamet etmez annem. Küçük kız
kardeşime gözdağı verirken, “onu nasıl öldürdüm, seni de öyle öldürürüm”
derken ablamı kastediyordu:
Bu lafı benim yanımda söyledi ve duyduğumda
kulaklarıma inanamadım. Çünkü ablam ne zaman dayak yiyip annemlere gelse,
annem sürekli ona geri gitmesini telkin eder ve asla ablamın ihtiyaç duyduğu
sevgi ve sahiplenme sözcüklerini söylemezdi...
Kendi seçiminin kurbanı oldu bir anlamda
ama ben eniştenin ne bana ne de anneme ve babama bir terbiyesizliğini görmüş
veya işitmiş değilim. Tam tersine yapabileceği bir şey varsa ne kendini ne de
parasını sakınmaz bizim için...
Ablamda öyle bir zengin olma hırsı var ki, önünde dağlar bile duramaz.
Kamyon şoförü diyerek aşağıladığı eniştenin ömrü uzun yollarda ve sırtıyla yük
taşıyarak geçti. Sen de şahitsin, ortaokuldaki yeğenlerim babalarının sırtında
çimento torbası taşımasına yardım etmeye giderlerdi...
Ben ne ablama ne de enişteye üzülüyorum. Hepsi de pırlanta
gibi olan yeğenlerime üzülüyorum sadece. Doğdukları günden bu güne kadar anne
baba kavgası içinde büyüdüler ve çocukluklarının zerresini bile yaşayamadılar.
Bana benzetilen ortanca yeğenim, sol örgütlerden birisinin tetikçisi
olmadıysa biraz da benim sayemdedir. Az dil dökmedim onu kurtarabilmek için.
Ki aslında cuk diye oturuyor tetikçi profiline...
Benim yaşadıklarımı onun da yaşamasını ve bir şeylerin tekrar edilmesini
doğal olarak hiç ama hiç istemiyordum. Solcu olmasına değil de, solculuk adına
yanlış işler yapmasından ciddi ciddi endişe etmiştim ama babasının işlerine
konsantre olması sayesinde yırttı diyelim...
Bahar, Ozan’ı nasıl sevdiğimi sana anlatacak değilim ama ola ki bir gün
aramız bozuldu ve sen Ozanı bana karşı dolduruşa getirdin ve Ozan da bana
yumruk attı diyelim. Oğluna tapan bir baba olarak benim ne hale düşeceğimi
tasavvur edebiliyor musun?..
Yeğenlerim büyüdükten sonra ablam intikam saatinin geldiğini düşünerek,
enişteye karşı neredeyse bir yok etme harekatına girişti. Enişteyi hemen hemen
herkesin önünde aşağılamaktan tut, benim yanımda galiz küfürler savurmaya
kadar tırmandırdı işi.
Bari benim yanımda yapma bu işi, utanıyorum dememe aldırmadan sürdürdü
saldırılarını ve korktuğum şey eniştenin başına geldi. Bana yaptıramadığını
oğullarına yaptırdı. Enişte oğullarından yumruk yedi, dayak yedi...
Adamcağız evini terk etmek zorunda kaldı ve boşanma davası açtı ama ablam
araya benim küçüğüm olan erkek kardeşimi devreye sokarak, kendilerini
barıştırmasını istedi. Hesapta barıştılar...
Ablamın boşanmamakta ısrar etmesinin bir diğer nedeni de eniştenin kendi
işini kurması ve iyi para kazanmaya başlaması...
Ablam, ‘yedirmem’ diye ant içmiş bana kalırsa ve yedirmiyor da hakikaten.
Estetik ameliyatından tut, evini temelden çatısına kadar yeniledi ama onun
yaşadığı strese can man dayanmaz. Ölümcül bir hastalığa yakalanmasından ve tam
rahata erdik derken... Değer mi ulan, değer mi be kadın?
Sen yıllarca kocanın koynuna girmezsen, girecek birileri çıkıyor işte.
Sonra da ‘ben o kadar kötü bir kadın mıyım ki, orospularla düşüp kalkıyor...
Benim gibi bir kadına bunu nasıl yapar’ diye ona buna dert anlatmaya çalış...
Akşama kadar o kadar çok Türk filmi izliyor ki Türkan Şoray sanıyor galiba
kendisini...
Enişteyi öldürecek olsa bu güne kadar çoktan öldürürdü. İnşallah o işi de
yeğenlerimden birine yaptırmaya kalkmaz.
-Hah işte benim asıl korkum da bu zaten. Olur mu olur Metin, bir şeyler
yapalım.
-Hayatım gidip başlarında nöbet tutacak halimiz yok ki... Adamcağızı
öldürmekten beter ettiler zaten. Ne kocalığı kaldı ne de babalığı eniştenin.
-Yahu senin ablandan ve yeğenlerinden bahsediyoruz şurada. Başlarına kötü
bir şey geldiğinde asıl üzülecek olan sensin. Vakit varken ablanı
sakinleştirmenin bir yolunu bulalım. Bu kadar soğukkanlı bir analizci
kesilmene ve bekleyelim görelim tavrına bozuluyorum, kendine gel, bari
çocuklardan birinin başı yanmasın, benim bütün derdim bu ve ben o çocukların
hepsini de en az senin kadar çok seviyorum...
-Yapmam gerektiği halde, yapmadığım şey
nedir, Bahar? Yıllardır aynı teraneleri dinliyorum ve yıllardır nasihat
ediyorum. Sorunu durdurucu yada çözücü bir güce sahip değilsen, taraf
değilsen, kimse adam yerine koymuyor seni...
-Sen bilirsin ama bana sorarsan kalkıp ablana gidelim ve aklı selime davet
edelim.
-Aklı selime davet mi? Tam ablama göre!..
-Ne halleri varsa görsünler o zaman, öyle mi?.. Bak diğer ikisi için bir
şey söyleyemem ama sana benzeyen ya da benzetilen, çocukluğunda senin adın
söylenerek sevilen ortanca yeğeninden korkuyorum, Metin. O çocuk böyle bir iş
için biçilmiş kaftan neredeyse. Çünkü çok duygusal ve annesine de çok
düşkün...
-Sen bizim cenahı çözmüşsün, Bahar. Korkulur senden.
-Çatlatma insanı Metin, ayağa kalk, yola düşelim artık.
-Tamam hayatım, sinirlenme, kalktım
işte... Ulan vukuatsız bir haftası geçmez mi insanın şu puştperest dünyada
be...
-Boşuna söylenme Metin efendi. Tam bir yıl Ozan’a kendi evinde ablan baktı
ve ben bu iyiliğini unutamam.
-Fitil fitil burnumuzdan getiriyor ama ne haber?
-Kapa çeneni ve düş önüme!..
-Panik yapmana gerek yok Bahar. Ben dün arayıp uzun uzun konuştum zaten.
“Ben dururken çocuklarımı niye yakayım kardeşim” dedi...
Merak etme neredeyse yirmi yıldır aynı ruh haliyle yaşıyor ablam. Hele hele
eniştenin işleri yolundayken ve çok iyi para kazanırken, ablam bindiği dalı
kesmeye cesaret edemez. Cesaret etse bile, kurnazdır kendisinin mağdur olacağı
bir şeyi yapmaz. Hem kadınların dayanma kapasitelerinin erkeklerden en az on
kat fazla olduğuna inananlardanım ben...
-Övüyor musun, sövüyor musun belli değil ya hadi neyse...
Bahar’ın içgüdüsel ve kadınca dayanışmasına karşılık olarak, Metin’in de
erkekçe yanıt verdiği söylenebilirdi ama Metin, kendi gücünü ve sınırlarını
aşan olaylara burnunu sokmamayı bir prensip haline getirmişti neredeyse...
Bir yandan ablasının hırsına ve etrafına kan kusturmasına sinirleniyor,
diğer yandan da acıyordu ona...
Yirmi yaşındayken içindeki sınıf atlama dürtüsünü gerçekleştirecek adamı
elinin tersiyle itmiş ve aşık olduğu adamı seçmişti...
Aşkını kabusa çeviren, aşık olduğu adam mıydı, kendisi miydi, yoksa
içindeki sınıf atlama hayali miydi bilinmez ama hepsinin de kan kusturduğu
kesindi: Hem aşk hem de para aynı yastığa baş koymuyordu işte...
bölüm başlıklarına git
Tımarhane
“Tam bir tımarhane orası, Metin” diyordu Bahar. “Tam bir tımarhane...
Deliler bile sizinkilerden daha sessiz ve sakin yaşıyorlardır herhalde...”
Bahar’ın tımarhane dediği yer, Metin Tezcanlı’nın ailesinin yaşadığı evden
başka bir yer değildi...
Hoş bu tespiti Bahar’dan önce Metin Tezcanlı da yapmıştı ama bunu herhangi
bir yerde yüksek sesle dile getirmemişti. Bahar’ın o tespiti yapmasının
anlaşılabilir ve mantıklı nedenleri vardı: O binada yaşayanların hepsi de
istisnasız depresyonla yatıyor ve depresyonla kalkıyorlardı.
“Yahu aralarında bir tanesinin bile bir gün yüzünün güldüğünü görsem, bir
kurban keseceğim, şerefsizim... Metin alınma ama içim kararıyor sizinkilere
gidince ya. Senin de neden gitmek istemediğini şimdi daha iyi anlıyorum.
Hani diyordun ya ” bizimkilerle
görüştükten sonra omuzlarım göçüyor, bir hafta kendime gelemiyorum.” Ben
abarttığını sanıyordum ama sen haklıymışsın. Aynı şey bana da olmaya başladı.
Benim de omuzlarım göçmeye başladı ve ben de kendime gelmekte zorlanıyorum
artık...
Ne yalan söyleyeyim, senin o aileden
çıkmış biri olduğuna inanamıyorum. Ya sen muhtemelen aristokrat bir aileden
çıktın ama bunu benden gizliyorsun. Bana hayatın öbür yüzünü göstermek için bu
ailem dediğin insanları parayla satın aldın gibime geliyor...
Fiziki yoksulluklarına bir itirazım yok
ama fikri ve ruhi sefaletleri inanılmaz boyutta. Senin fikri ve ruhi
zenginliğini gördükçe ve de sendeki asaleti, nezaketi düşündükçe, senin
onlardan biri olduğuna inanmam imkansız... Ay’dan filan gelmiş olmayasın... Hoş
bir it tarafın da yok değil ama öteki tarafın genelde daha baskın...
Bak eğer amacın bana hayatın öteki yüzünü göstermek idiyse, tamam abicim
gördüm ve ikna oldum ama sen de bu oyundan vazgeç ve bana gerçek aileni göster
artık. Çünkü, bunu hak ettiğimi düşünüyorum. Vallahi düşündükçe ve sizinkileri
gördükçe kafayı yiyecek gibi oluyorum ya...
Eğer bahsettiğim oyunu oynamıyorsan, hemen bir oyun kurgula ve kendine yeni
bir aile bul ve mümkünse bizimkilere de benzemesinler. Çünkü, sen de bana
‘onların arasından nasıl çıktın’ diye soruyorsun haklı olarak...”
Bahar’ın söylediklerine hem gülüyordu hem de hak vermiyor değildi ama hiç
kimsenin ailesini seçme hakkı yoktu ve olamazdı da... Metin Tezcanlı, bazı
aile fertlerinden utanmıyor değildi ama ne yapabilirdi ki?..
Onları sevmese bile göz kulak olmaktan
ve kollamaktan vazgeçemezdi. Nereden geldiğini unutması mümkün olmadığı gibi
başına bir iş geldiğinde yine en önce ailesinin koşturacağından gayet emindi.
Karşılıklı bir çıkar ilişkisi gibi görünse de aradaki kan bağını ve kendi
geçmişi yüzünden ailesinin çektiği sıkıntıları ve kendisine her koşulda sahip
çıkmış olmalarını bir kalemde silip atamazdı. Atsan atılmıyor, satsan
satılmıyor dedikleri aile kurumunun ve ilişkilerinin ta kendisiydi.
Metin Tezcanlı’nın öyle büyük bir gönül borcu vardı ki ailesine karşı,
ödemekle bitecek gibi görünmüyordu. Adı üstünde: gönül borcu!.. Sadece vicdan
sahibi olanlarda bulunabilecek bir özellik!..
“Bahar, ne düşünüyorum biliyor musun? Tası tarağı toplayalım anasını
satayım ve çok uzak bir yerlere, yani onların bize ulaşamayacakları bir
yerlere gidelim ve onlara da haber vermeyelim. Varlığımız bir işe yaramıyor,
yokluğumuzla da idare ederler gibime geliyor.
Aile içinde nasıl herkesin birbirine düşman olduğunu kendi gözlerinle
gördün. Bu düşmanlıkları bizim gidermemiz ve onları barıştırmamız olası değil.
Herkes kendi kırgınlığının ve güçsüzlüğünün nedenini bir diğerinde arıyor.
Birbirleriyle dalaşmaktan dolayı bütün insancıl yanlarını öldürmüşler
neredeyse.
Her gittiğimde beni bir mafya babası gibi ağırlamalarından ve bütün
sorunlarını bana taşımalarından hem usandım hem de bunu senin yanında
yapmalarından dolayı utanıyorum. Dahası birlikte gittiğimizde yay gibi
geriliyorum.
Biliyorum ki beni utandıracak yada çaresiz bırakacak bir şey mutlaka
olmuştur ve benim onlara gitmemi bekliyordur. Onlardan bir kere bile mutlu
ayrıldığımı hatırlamıyorum. Ve bana öyle geliyor ki, bütün ömrüm boyunca bu
mutsuzluğu yaşamaya mahkum edildim.
İlgilenmemeyi ve yok saymayı becerebilsem ne ala ama bunlar benim ailem ve
onlara ihanet etmeye hakkım yok diye düşünüyorum. Tabii böyle düşününce de
uzak kalamıyorum. Onlara sırt çevirmekle kendime de ihanet etmiş olurum.
Ya piyangodan filan büyük ikramiye çıkarsa, yarısını gidip bunlara
vereceğim ve haklarını helal etmelerini isteyeceğim; bir daha da yanlarına
uğramayacağım diye bir fantazim yok değil ama bendeki bahta bakılacak olursa
da, ölme eşeğim ölme!..
Dur sana hayırsız ve şerefsiz kardeşim hakkında biraz daha detaylı bilgi
vereyim. Bu bilgilerden bazılarını yeni duyacak ve belki de fenalaşacaksın ama
ne de olsa sen de aileden sayılırsın...
Damat bey Anadolu’nun bağrından, gelin hanım, İstanbul’un göbeğinden
geliyor... Alınyazısına bak sen!.. Çok mu aradın be kızım?..
Evinde üç tane aç çocuğu ve karısı
dururken, beş çocuk sahibi ve evli bir kadınla ortadan kayboluyor bizimkisi...
Sonra o kadının kocası ve akrabaları gelip babamları tehdit ediyorlar. Babam,
“gebertin o pezevengi mahkemede gelip sizin lehinize ifade bile veririm” diyor
adamlara...
Babamın bu fikrinde samimi olduğundan en küçük bir şüphem yok. “Ceza
vermeyeceklerini bilsem, kendi ellerimle gebertirim, o alçağı” bile demişti
bir keresinde. Birisi onu gebertse bütün aile, ben de dahil bayram edeceğiz.
Yüz karası ve utanç abidesi olarak yaşamasının zararlarını kapatmak mümkün
değil. Bütün ailenin yaşama sevincini piç etti ki zaten sefil ve mutsuzdular.
Birlikte kaçtığı kadının kocası bir trafik kazasından sonra sakat kaldığı
için çalışamıyor... Beş çocuğun hepsi de bu son olaydan sonra Çocuk Esirgeme
Kurumu’na verilmiş...
Rivayete göre kadın zaten fahişelik yapıyormuş ama ilginç olan kardeşimin
bu kadının kocasının yakın arkadaşı olması aynı zamanda...
Daha önce kocası tarafından sekiz yerinden bıçaklanmış ama ölmemiş... Şimdi
kardeşimle birlikte dilencilik yaparak geçinmeye çalıştıkları söyleniyor...
Yalan dolan ve bilumum pisliklere bulaşmış bir adamdan söz ediyorum. Bunun
ne mal olacağı çocukluğundan belliydi zaten. Çöplüklerden çıkmaz, oralara
atılan boktan çizgi romanlarını okurdu. Bu sistemin üretebileceği en aşağılık
tiplerden birisi olup çıktı ortaya.
Para için satmayacağı kimse yoktur. Ben asker kaçağıyken beni karakola
ihbar eden de bu şerefsizdi. Karakol komutanının “seni kimin ihbar ettiğini
sanıyorsun” deyişindeki ifadeyi asla unutamam.
Bir dönem karakolun muhbiri olarak çalıştığını ama karakol komutanının
adını ve imzasını taklit ederek çek ciro etmesinden dolayı araları bozulmuş ve
bu yüzden de birkaç ay cezaevinde kalmıştı.
Tipine baktığında hem iğrenirsin hem de acırsın. Avurtları ve omuzları
çökmüş gördüğün gibi. Üflesen yıkılacak gibi duruyor. Ama sınırsız bir kötülük
potansiyeli var bu hainin. Basına da yansıdı: Tuzla’da tecavüze uğrayan ve
tecavüz esnasında fotoğrafları çekilen o zavallı fahişenin tecavüz
fotoğraflarını bizimkisi çekmiş meğerse...
Ben cezaevinden çıktıktan sonra benim adımı kullanarak bir yerlere girip
çıktığını öğrendiğim de karşıma alıp, “sakın bir daha benim kardeşim olduğunu
söyleyerek benim çevreme sokulmaya kalkma, yoksa fena olur!..” diyerek sol
çevrelerle tanışmasına mani oldum. Ama o arada bir derneğin çay ocağını
işletmeye başlamış ve bir miktar parayı da iç ettikten sonra ortadan
kaybolmuştu.
Bir arada bizim partiye dadandı bir arkadaşıyla. Ne hikmetse benim
olmadığım zamanlarda uğramayı tercih ediyordu. Bunu öğrenir öğrenmez olaya el
koydum ama o arada partiye gelip giden sempatizan bir kadıncağızı iğfal
etmişti bile...
Bana sorarsan bizimkinden ziyade o kadının bok yemesiydi. Büyük ihtimalle
benim adımın ve müzisyen kimliğimin kurbanı oldu ama kendiliğinden sönümlendi
olay...
Bizim eski yoldaşların kapısını da aşındırmış bir aralar ama yüz
vermemişler. Bir keresinde “ben aslında bir halk kahramanı olmak istiyordum”
derken aklıma yediği naneler geldi ve gülmeye başladım. “Niye gülüyorsun abi?”
diye sorduğunda, “boşver, biraz tersinden de olsa tam bir halk kahramanısın
sen...” cevabını verdim ama gülmekten kasıklarıma ağrılar girmişti.
Oturup bir konuşmaya başlasın, ağzından bal damlar. Çok efendidir ve asla
kimseye saygısızlık yapmaz. Karşısındakini sabırla ve büyük bir dikkatle
dinler... Bir kez bile anneme babama saygısızlık yapmadığını söyler herkes,
ama bakıldığında adamın yaptıklarıyla örtüşen bir karakter çıkmıyor ortaya...
Bana “haftada ya da on günde bir ot çekmem lazım”
dediği şeyin esrar olduğunu söylememe gerek yok sanırım... Bu adam benim
kardeşim Bahar ve ben bu adamdan nefret ediyorum, utanıyorum, tiksiniyorum...
Bazen bu herife acıdığım ve onun için üzüldüğüm bile olur... Köydeyken ve o
daha çok küçükken çok ciddi bir havale geçirdiğini hayal meyal hatırlıyorum...
Annem onu kucağına almış ve “havale geçiriyor bu çocuk” diyerek evin dışına
fırlamıştı. Acaba o havaleden kalan tramvalar nedeniyle mi bu çocuk bu hale
geldi diye düşünmeden edemiyorum.
Ya bu herifin zekasında ve karakterinde
onarılamaz bozukluklar var ve insan kendisini çaresiz hissediyor onun
karşısında...
Ben, ‘bu salağı evlendirmeyin, evlendirirseniz bile çocuk sahibi olmasını
engelleyin’ diye az yırtınmadım, ama bizimkiler de “evlenirse belki düzelir”
diye düşündüler ve felaketin sadece daha da büyümesine yardımcı oldular.
Evlendiği günden beri karısına, çocuklarına ve kendisine annem babam
bakıyor. Ne zaman kendisine bir iş bulunsa, haftalığını ya da maaşını aldıktan
sonra ortadan kayboluyor ve parası bitince mecburen eve dönüyor.
Babam da annem de sağ olsunlar bu herifin çocuklarının yanında söylemediği
lafı ve etmedikleri küfrü bırakmıyorlar. Bu çocukların psikolojisini düşünen
kimse yok. Bu gariplerin bir suçu günahı yok ki...
Benim içim sızlıyor bu çocukları
görünce. Hepsinin gözlerinde de sanki hep aynı ifade var: Amca bari sen bize
yardım et, başka hiç kimsemiz yok bizim der gibiler... Amcanın kendine bile
hayrı yok ama nereden bilsin kuzucuklar.
Onlar beni senin sayende zengin sanıyorlar.
Her gördüğümde harçlık veriyorum, altımda araba var ve onlarınkiyle
kıyaslandığında çok lüks bir semtte oturuyoruz. Uzaktaki zengin ve kurtarıcı
amca profiline uygun görünüyorum ama seninle ayrılacak olsak, onlardan biri
olacağımdan hiç haberleri
yok.
Hayatı bu kadar keskin ve sert yaşayan bir insan olmayı hiç istemezdim ama
benim bütün ömrüm böyle geçti işte. Yoksulluklarına alıştığımı söyleyebilirim.
Henüz aç ve açıkta değiller ama annem babam öldüğünde bu yavrulara ne olacak
diye düşünmeye başlayınca film kopuyor bende. Bu çocuklar aslında daha
şimdiden yetim sayılırlar...
Şimdi o canım çocukların Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilmesi olasılıklarını
ve vedalaşma sahnelerini hayal ederken bile fena oluyorum...
Senin dediğin şey de doğru: Bu çocukların annesi de en az bu çocuklar kadar
talihsiz... İlk kocasını köyde öldürmüşler... Şimdi de ikincisinin öldürülmesi
için dua ettiğinden eminim. Keşke köyünde kalsaymış garip.
Bizim deli Miyase dediğimiz baba annem
yaktı bu kızın başını. Neymiş efendim ‘gitsin dayısının ekmeğini yesinmiş.’
Şimdi boğazından geçen her lokmanın nasıl büyüdüğünü ve boğazına oturduğunu
görseydi, ne derdi acaba?
Salak salak durduğuna bakma sen onun, çok gururlu bir kızdır . Türkçe’yi İstanbul’da öğrendi ama bana kalırsa hala
zorlanıyor... Boş boş baktığında bil ki söyleneni anlamamıştır. Zekası da
kocasından daha iyi durumda sayılmaz.
Ben nice köylü kadın tanırım, şehir hayatını bir çırpıda öğrenen ve ona
tutunmaya çalışan. Nurcan’da bu potansiyel de yok zaten. Okuması yazması
olmadığı gibi olacağı da yok. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali...
Biliyorsun, geçen sene ailecek uyuz hastalığına yakalanmışlardı. Doktor
olan arkadaşım nedeninin pislik olduğunu anlatırken ben yerin dibine geçtim
yahu... İlaçları nasıl kullanmaları gerektiğinden tut, nasıl temiz kalmalarına
kadar her şeyi bizzat ben anlattım. Bu devirde böyle bir hastalığa
yakalanmalarını anlamak mümkün değil ama oluyor işte...”
bölüm başlıklarına git
Büyüdüm artık
Eşyalarla arası yoktu: Kullanmadığı ya da işe yaramadığını düşündüğü
eşyaları hemen elden çıkarmasıyla Bahar’ın gözünde sarsılmaz bir üne
kavuşmuştu. “Böyle yaşadığın sürece tek bir çiviye bile sahip olamazsın”
diyordu Bahar.
Haksız da sayılmazdı ama yıllarca ölümle burun buruna yaşamış birinin
eşyalarına hayat arkadaşı muamelesi çekmesini beklemek de anlamsız olurdu.
Hayat tarafından kalbi kırılmış olanın eşyası olsa ne yazardı ki...
Kadınların eşyalarıyla kurdukları ilişkiyi, erkeklerle kurdukları
ilişkilerden daha sağlam ve daha derin buluyordu Metin Tezcanlı. İlişkilerin
başlangıcında erkekler ön planda olsa bile zamanla eşyalar ile erkekler yer
değiştiriyor ve eşyalar ön plana çıkıyordu sanki...
Yeni taşındıkları kira evlerine yeni bir oturma grubu almışlardı. Metin,
daha birinci haftasını bile doldurmayan üçlü kanepenin üzerine çay dökmüş ve
Bahar eve gelmeden olanca gücüyle çay lekesini çıkartmaya çalışmıştı
ama başarılı olduğu söylenemezdi...
Bahar akşam eve gelip yemeğini yedikten sonra üçlü koltuğa oturmuş,
Metin’in yapacağı çay servisini bekliyordu. Metin, bütün sevecenliğiyle çay
tepsisini Bahar’ın önüne uzatmış ve Bahar’ın teşekkürüne karşılık, “afiyet,
şeker bal olsun karıcığım” demişti en sevimli haliyle, ama üçlü kanepedeki çay
lekesini henüz fark etmemiş olan Bahar’a konuyu nasıl açacağını düşünüyordu
bir yandan... En iyisi Bahar fark etmeden kendisinin anlatmasıydı...
-Neee çay lekesi mii, şekerli mii, çıkmadı mııı?... Yahu insan biraz dikkat
etmez mi... Üstelik senin gibi titiz bir adama yakışıyor mu hiç?..
-Hayatım oldu bi kere... Ne yapayım yani... Alt tarafı bir koltuk ve çay
lekesi ve üstelik koyu desenlerin üzerine döküldü... Abartmanın bir alemi
yok... Yeniyse yeni anasını satayım... Benden daha kıymetli değil ya...
Bahar’ın eşyalarla olan ilişkisi annesinin eşyalarla olan ilişkisine çok
ama çok benziyordu ve annesinin bu hali pek bi meşhurdu eş dost arasında...
Bahar, Metin’in kızmaya başladığını farketmiş ve söylenmeyi kesmişti ama
Metin’in ikram ettiği çaydan bir yudum bile almadan ağlamaya başlamıştı...
Evet ağlıyordu... Hem de üçlü kanepeye dökülen çayın bıraktığı leke için
ağlıyordu. Şaşkınlık ve çaresizlik içinde kalan Metin, fena kızmıştı Bahar’ın
ağlamasına ve içinden küfür etmeye başlamıştı bile...
” Manyak ulan bu kadın milleti... S.....m kanepesini de, çayını da,
lekesini de... Şu salondaki kıymetli vazolardan birini kazara kırmış olsaydım,
kim bilir başıma neler gelirdi... Hayatımda ilk kez böyle bir vakayla
karşılaşıyorum. Hastası, ölüsü ve daha bin bir türlü belası olan kadınlar
varsın ağlasın ama böyle bir şey için ciddi ciddi ağlamak...”
Bahar, annesi gibi hiçbir şeyini atmamaya ve biriktirmeye meraklıydı. Metin
onun bu haliyle dalga geçer ve şakayla karışık eleştirirdi... Bahar ise
“yenisini yerine koymadan hiçbir şeyi atmamayı annemden öğrendim ve bir
zararını da görmedim beyzadem” diyerek, Metin’i azarlardı.
Metin’in elden çıkarma ve başkasına verme huyuna karşı Bahar’ın da elde
tutma ve vermeme huyu vardı. Zamanla ve biraz da Metin’in zorlamasıyla elden
çıkardığı eşyaları olacaktı ama gardıroplarını çoğunlukla Bahar’ın eşyaları
işgal edecekti...
Metin, yıllar sonra salonun ortasındaki açık renkli halıya Ozan’ın döktüğü
kolayı bahane ederek, Bahar’a, “hadi ağlasana Bahar, bu lekenin bu halıdan
çıkması mümkün de değil üstelik” diyerek yaptığı şakaya, Bahar, “büyüdüm
artık, böyle şeyler için dökebileceğim gözyaşı kalmadı ben de” yanıtını
verecek ve çay lekesi için döktüğü gözyaşlarını tebessüm ederek
hatırlayacaktı...
Bahar Tezcanlı’ya “büyüdüm artık” dedirten, Metin Tezcanlı ile olan uzun
birlikteliğinin olduğu tartışma götürmezdi...
Eski günlerini birlikte yad ederken, bazen hüzünlenir, bazen de aşka
gelirlerdi:
-Ya Bahar hatırlıyor musun... Henüz ortak bir evimiz filan yoktu ve biz çok
yakın bir arkadaşımızın evinde görüşüyor ve çoğunlukla da o evde birlikte
oluyorduk...
Aşkımız ve biz, göçebeyken daha iyiydik be... Yerleşik düzene geçince o
günlerin tadını bulamıyor insan... Göçebelik bambaşka bir şey... İnsanları
birbirine öyle bir bağlıyor ki, çöz çözebilirsen...
Bir keresinde o evin üst katında oturan kadın gelip, ev sahibi olan
arkadaşımıza ‘bu evde vakitli vakitsiz gürültüler oluyor’ diye bizi şikayet
etmişti... Bunu duyduğumuzda ne çok gülmüştük hatırlıyor musun?..
-Hatırlamaz olur muyum hiç... İkimizin de sevişmek dışında yapacak hiçbir
işimizin olmadığı günlerdi... Daha doğrusu bütün işlerin sevişmeler sonrasına
bırakıldığı günler... Kadıncağız nereden bilsin bizim deliler gibi birbirimizi
sevdiğimizi ve seviştiğimizi... Aşkta vakit olur mu hiç, a salak hemşire...
-Ulan karı gürültülerden rahatsız olmuş ama belli ki kulağı da
kirişteymiş... Hem vakitli hem de vakitsiz olanları pekala ayırt etmiş
zilli!.. Şikayet edeceğine, akşam kocan kapıdan içeri adım attığında atlasana
herifin kucağına geri zekalı!..
- Yapmak istediği halde yapamadığı
için bizim gürültülerimizden rahatsız olmuş anlaşılan.
-Al benden de o kadar!.. İnsan aşk seslerinden rahatsız olur mu hiç... Ulan
şu yanımızdakilerin seslerini duysam bir bardak alır duvarı dinlemeye koşarım
şerefsizim... Dünyadaki en güzel ve en muhteşem şiir ve şarkılara değişmem ben
o sesleri...
-Coştun yine deli oğlan!.. Sen de bir Peeping Tom (röntgenci) potansiyeli
de yok değil hani...
-Saçmalama ya... Ben sadece ve hemen şimdi çiftleşmek istiyorum...
-Beni seviyor musun?
-Hem de nasıl anlatamam...
-Anlat anlat... Uzun zamandır bir şey anlattığın yok zaten, hazır seni
yakalamışken...
-Ya kızım, allahaşkına eziyete başlama yahu... Gel içeride doya doya
anlatırım...
-Vakit uygun mu sence?
-Kocakarılar gibi konuşma, Bahar. Eskiden vakit mi soruyorduk
birbirimize?.. Gel beni bohçala gönlümün direktörü... Hem vakitli hem de
vakitsiz olanlarından...
-Ay şiir gibi oldu vallahi!..
bölüm başlıklarına git
Eski yoldaşlar
Bahar, her kadın gibi dışarıdan nasıl göründüklerine önem verir,
başkalarının kendisi ve birlikte olduğu adam için ne düşündüklerini bilmek
isterdi. Fakat soruyu başkalarına soracağına her seferinde gidip Metin’e
sorardı.
-Nerden bileyim, bizim için ne düşündüklerini... Herkes o kadar politik ve
eyyamcı davranıyor ki birisi iyi bir şey söylese bile şüphe ediyorum. Hiç
birimiz bir diğerimiz için gerçekten ne düşündüğümüzü açık açık muhatabına
söylemiyor ki... Hal böyle olunca birlikte olduğumuz ortamları yapay bir
samimiyet havası kaplıyor ve herkes lay lay lom nakaratına takılarak durumu
idare ediyor...
Benim davetlere gitmek istemeyişimin en
büyük nedeni bu. Sürekli güler yüzlü ve anlayışlı olmayı nasıl beceriyoruz
anlamıyorum. Öfkelerimizi ve hayal kırıklıklarımızı bile doğru dürüst
yaşayamıyoruz. Kırılan varsın kırılsın efendim!.. Sürekli kendimizi bastırarak
ve her durumu rasyonalize ederek ilişkileri sürdürmek iyi bir şey değil ki...
Diyelim ki içimizden birisi düpedüz yalan söylüyor ve insanların
duyarlılıklarıyla oynuyor. Ama biz ne yapıyoruz? Onun yanlışlarına mantıklı
nedenler bulmaya çalışarak, kendimizi rahatlatıyoruz... Sonra?.. Hoşgörülü ve
anlayışlı olmak tabii ki büyük erdemler ama bazı durumlarda dellenmek çok daha
verimli olabilir...
Duruma bakılırsa kimsenin kimseyle sorunu yok gibi ama aslında herkesin
herkesle bir sorunu var... Bana kalırsa kimse kimseyi sevmiyor ve bunun belki
de en önemli sebebi hiç kimse kendisini sevmiyor... Hala sosyalistmişiz gibi
yapıp, kapitalistler gibi yaşıyor ya da o standartlara ulaşmaya çalışıyoruz...
Kendi gerçekliğimizle yüzleşmeden de bu çift karakterlilikten
kurtulamayacağız. Eh bunun da bir takım yan etkileri olacak haliyle... Biz
artık devrimci değiliz ya... Sadece eski solcuyuz ve bu gerçeği kabullenmekte
zorlanıyoruz nedense. Bu eski solcu tanımını ben de sevmiyorum ama başka ne
denilebilir ki...
-Sana soranda kabahat!.. Ben senin ne
düşündüğünü sormadım. Biz başkalarına nasıl görünüyoruz; başkaları bizi nasıl
görüyor anlamında... Hani bazen ortak tanıdıklarımızın dedikodusunu yapıyoruz
ya birlikte... Hadi kendi soruma kendim cevap vermeye çalışayım: Büyük bir
olasılıkla burnumuz büyük ve ucundan da kıl aldırmıyoruz...
Zira onların katıldıkları toplantı ya da gösterilere katılmıyoruz ve her
önerilerini yerle bir edecek gerekçelerimiz var... Kimseye bir boşluk
bırakmadığımız gibi herhangi bir şey yapma önerisinde de bulunmuyoruz.
Kendimizi bir anlamda dış dünyaya ve onlara kapatmışız.
Bak diğerleri ne güzel saatlerce tartışabilecekleri önerilerde
bulunuyorlar. Gerçi sonuçta bir şey çıkmıyor ortaya ama olsun... Bizim gibi
kıçlarını kırmış evlerinde oturmuyorlar hiç değilse... Hafta sonu Özgür’ler
çağırıyor, gider miyiz?
-Valla benim canım çekmiyor; sen tek başına git istersen... Millet alkole
sığınarak ortamı çekilebilir kılıyor ama benim midem kötü... Midem iyi durumda
olsa bile içip sapıtmaktan ve birilerine saldırmaktan korkuyorum... Gidip bir
köşede somurtup milletin keyfini kaçırmaktansa; ortalarda görünmemek en
iyisi...
***
Birileriyle görüşmek Metin’e zul geliyordu. Hele hele solcu arkadaş
çevresiyle bir araya geldiklerinde ortaya çıkan muhabbetten kesinlikle haz
etmiyordu. Büyük büyük laflar ettikten sonra sıradan ve sıkıcı hayatlara dönen
ve şikayetçisi oldukları hayat tarzlarını değiştirmek için ödenecek bedelleri
göze alamayan insanlara kızıyordu...
Kendi arkadaş çevresinin dışında kalan eski solcuları da gözlemleyen Metin
Tezcanlı, tablonun hiçte iç açıcı olmadığının gayet farkındaydı: Kimisi
alkole, kimisi kadınlara, kimisi paraya ve kimisi de hepsine birden düşkündü.
Böyle bakıldığında, sıradan insanlarla aralarında ciddi bir fark olduğunu
söylemek çok zordu; fark, geçmişlerinden ve o geçmişte yaşadıklarından
kaynaklanıyordu.
Ezici çoğunluğun para-pul, karı-kız ve iş-güç peşinden koştuğu zamanlarda,
şimdinin eski solcuları, o zamanın devrimcileri, özgürlük, adalet ve memleketi
kurtarmak peşinde koşuyorlardı...
Eskiden tapındıkları ve kutsal saydıkları ne varsa, hepsini kaldırıp
atmışlardı: İş-güç sahibi olan ve sistemle bütünleşen eski yoldaşlar,
geçmişlerini unutmayı ve hatırlamamayı tercih ediyor ve kendilerine
geçmişlerini hatırlatan insanlardan ve ortamlardan uzak duruyorlardı: Şehir
merkezlerindeki evlerin, otomobillerin ve şık giysilerin içinde kurdukları
dünyalarına yoksulluk ve viranelik bulaşsın istemiyorlardı...
Yalnızlıklarından ve mutsuzluklarından
geçici bir süreliğine kurtulmak için bir araya geliyor ve küçük küçük gruplar
halinde yaşıyorlardı ama eski örgüt yoldaşları yerine başkaları tercih
ediliyordu artık... Yeter ki sorunlu olmasın ve yeter ki sınıf atlamış
olmalarını kabullenmiş olsun...
Yirmi yaşında inanan ve inançları için yaşayan idealist gençlerle, kırk
yaşında hala inanıyormuş gibi yapan ticaret ve siyaset kurtları arasında
dağlar kadar fark vardı işte...
bölüm başlıklarına git
Asansör üç kişilik
Bütün duygusallığına ve kırılganlığına karşın, ucunda ölme ve öldürme
tehlikesi olan eylemlere katılmaktan kaçınmamıştı, Metin Tezcanlı. İnançları
ve ideolojisi için yaşıyordu ve kendini sakınmıyordu. Sıradan hayatındaki
basit işler yerine, büyük bir davanın adamı olmayı seçmiş ve bunun gereklerini
yerine getirmeye çalışıyordu. Henüz on yedi yaşındaydı...
Devrim için yaptığı eylemler, devrim için okuduğu kitaplardan kat kat daha
fazlaydı: Eylem yapmak için gereken psikolojik ve politik donanıma sahip
değildi ve bu açığı giderecek bir çalışma da yapılmıyordu üstelik.
Ellerindeki ve bellerindeki silahların, bombaların yanıltıcı gücünün
kendileri için yapay bir kendine güven oluşturduğunun henüz farkında
değillerdi: Silahsız ve bombasız, tek başına kaldıklarında, ne yapacaklarını
düşünmeye vakitleri de yoktu, yetenekleri de.
Gerçekten işe yaradıklarını ve anlamlı işler yaptıklarını sanıyorlardı ama
sadece sanıyorlardı: Yaptıkları eylemleri amaçları ve sonuçları itibariyle
sorgulama kapasiteleri yaşadıkları gecekondu mahalleleri ve sokakları
kadardı...
Kurtarmaya çalıştıkları memlekette olup bitenlerden örgüt yöneticilerinin
bile haberi yoktu: Meydanın niçin boş ve sahipsiz bırakıldığını, yaşadıkları
evlerin kapıları çalınmaya ve namlular alınlarına dayanmaya başladığında
anlayacaklardı...
Büyük bir spor kulübünde lisanslı sporcu ve çalışan bir genç kimliğini bir
yana fırlatıp atan Metin Tezcanlı, halkını kurtarmak adına, kendisini ve
başkalarını ateşe atmak pahasına, üyesi olduğu sol örgütün eylemlerine
katılmaya başlamıştı.
***
İkisi de sporcuydu: Kendilerine verilen görev sıradan ve basit gibi görünse
de ceplerinde yasadışı silahlı bir örgütün imzasını taşıyan, bir uyarı notu
vardı: “Bir dahaki sefer bu kadar hafif atlatamazsın...”
Osmanbey’deki bir tekstil atölyesinde gizlice yürütülen sendikalaşma
faaliyeti, işverene ihbar edilmiş ve gizli faaliyeti yürütenler işten
atılmıştı. İhbarı yapan işçinin kimliğini tespit eden örgütçüler, bu kişinin
cezalandırılmasını istiyorlardı. Temiz bir dayak atılacak ve tehdit
edilecekti.
Metin Tezcanlı ve bir arkadaşı Osmanbey’deki tekstil atölyesinin olduğu
binanın önünde kendilerine ihbarcı işçiyi gizlice gösterecek olan Cemal’i
bekliyorlardı. Eylemi ve eylemcileri planlayan Cemal, Metin Tezcanlı’nın
siyasi sorumlusu ve aynı zamanda tekstil atölyesindeki sendikal faaliyeti
yürüten kişinin ta kendisiydi ama eylemcilerin bundan haberi olmayacaktı...
Cemal, mesai saatinin başlamasına az bir zaman kala eylemcilerin yanından
geçmiş ve geçerken “işaretimi bekleyin” demişti. İhbarcı işçinin eşgaline dair
her türlü bilgiyi alan eylemciler, Cemal’in “evet o “ anlamına gelecek olan
işaretiyle harekete geçecek ve işçiyi binanın asansöründe kıstırıp, yaptığının
bedelini ödetmeye çalışacaklardı.
Metin Tezcanlı ve arkadaşı, Cemal’den gelen işareti alır almaz ihbarcının
peşinden binaya girmiş ve asansöre yönelmişlerdi. Metin ve arkadaşı ihbarcı
işçinin peşinden asansöre bindikleri sırada, bir başkasının kapıyı tuttuğunu
farkettiler ama gelene söyledikleri cümle çok net ve yeterince ikna
ediciydi: “Asansör üç kişilik!..”
Metin’in yanındaki arkadaşı en üst katın düğmesine basmış ve asansör
hareket etmişti. Birkaç saniye sonra başlayacak olan dayak eylemi için herhangi
bir zorluk görünmüyordu.
Asansör birinci kata çıktığı andan itibaren harekete geçen eylemciler,
ihbarcı işçinin güne kötü başlamasına ve bir haftalık doktor raporu almasına
neden olacak dayak faslına başlamışlardı bile.
Metin’in arkadaşı bir an da iki eliyle işçinin gırtlağına yapışmış ve
“şerefsiz” deyip yüzüne tükürmüştü. Tam o anda Metin’in yumrukları da adamın
midesine inmeye başladı. Her iki eylemcide de zerre kadar acıma yoktu...
Asansör en üst kata çıkıp durduğunda, en alt katın düğmesine basıp, adamı
hırpalamaya devam etmişlerdi. Tam üç kez aynı şeyi yaptıktan sonra işçinin
cebine uyarı notunu bırakıp hızla olay yerinden uzaklaşmışlardı.
Metin Tezcanlı’nın ileride yapacağı eylemler hesaba katıldığında, asansörde
adam dövmek, devede kulak kalacaktı. İdeolojik propaganda ve gençlik ateşiyle
beslenen öfke, kontrolden çıkmaya ve can yakmaya başlıyordu.
Arkalarından sessiz sedasız gelen postal seslerini, kendi çıkardıkları
gürültülerin arasında duymalarına imkan yoktu: Başarıyla bitirdikleri her
eylem sonrası birbirlerini sevinçle kutlayan eylemcilerin arasında yerini
almıştı, Metin Tezcanlı.
bölüm başlıklarına git
Gece nöbetçileri
“Ateşi kesin arkadaşlar!” Diye bağırıyordu Metin Tezcanlı. “Ateşi kesin ve
beni takip edin!” İstanbul’un büyük bir gecekondu semtinde gece nöbeti tutan
beş kişilik ekibe kumanda eden Metin Tezcanlı ve ekibindeki arkadaşları, kendi
denetimlerindeki arama ve kimlik kontrolü noktasında aracını durdurmak yerine
gaza basan ve aslında doğrudan seçilmiş bir hedef olmayan sağcı adamın
kullandığı aracı, kurşun yağmuruna tutmak zorunda kalmışlardı.
Kurşunladıkları adamın kim olduğu ve saat kaçta geldiği bilgilerine
sahiptiler ama adamı öldürmek ya da yaralamak gibi bir kararları ya da
niyetleri yoktu. Ve zaten böyle bir karar alma yetkileri de bulunmuyordu.
Adamın kimlik kontrolünü yapıp, kendi bölgelerinden uzaklaşmasını sağlamak
için uyaracak ve tehdit edeceklerdi...
Burunlarının dibinde yaşayan bir sağcının ileride kendilerine zarar
vermesinden endişe ediyorlardı. Kendileri hakkında istihbarat toplayabilir ve
bu istihbaratları silahlı sağcılara iletebilirdi. Yapmaması için de bir sebep
yoktu doğrusu. Metin Tezcanlı’ya gelen bilgide”kemikleşmiş bir faşist’
deniyordu...
Metin Tezcanlı, ilk eylemini yaptığı komşu bir gecekondu mahallesinde
kendilerine yardım eden iki sempatizanlarının kısa bir süre sonra
kurşunlandıkları ve ikisinin de hastahaneye kaldırıldığı haberini aldığında
şok olmuştu. Zifiri karanlık gecekondu mahallesinde birilerinin onları görmüş
olabileceği ihtimalini gayet zayıf buluyordu.
Zira her iki sempatizanın yüzleri de kaşkollarla kamufle edilmişti. Fakat,
belli ki o kişilerin solcu olduğunu tespit eden birileri vardı ve boş
durmuyorlardı.
Eylem ekibine sadece kılavuzluk yapan iki sempatizanın başına gelenlerden
sonra kendi bölgelerine daha büyük bir saldırı yapılabileceği ihtimaline karşı
hazırlıklı ve tetikte olma kararını uygulamak için gece nöbetlerine
başlamışlardı.
Her gece başka bir ekip çıkardı gece nöbetlerine ve genellikle iki ya da en
fazla üçer kişilik iki grup halinde dolaşırlardı. Gece yarısına yakın
saatlerden, gün ağarıncaya kadar çoğunlukla karanlık ve ıssız sokaklarda
tanımadıkları şahısların kimlik kontrolünü yapar ve üst aramasından sonra
serbest bırakırlardı.
Üşüdükleri ya da acıktıklarında kendilerine kapılarını sonuna kadar açacak
olan insanlar vardı. Kendilerini ve çocuklarını herhangi bir saldırıdan
korumaya çalışan gençlere yardımcı olmak için can atanlar olduğu gibi,
korkudan sesini çıkaramayanlar da vardı ve asıl çoğunluğu da onlar
oluşturuyordu...
Olabilecek en uygun noktalara arkadaşlarını yerleştirmiş olan Metin
Tezcanlı, adamın geliş saatinin yaklaştığını gördükçe sabırsızlanmaya ve biraz
da tedirgin olmaya başladı. Gelecek olanın kim olduğunu biliyorlardı ama nasıl
bir tepki göstereceğini kestiremezlerdi. Silahlı da olabilirdi silahsız da;
tek başına da olabilirdi, kalabalık da...
Dört yol ağzının kesiştiği arama noktasının her köşesinde mevzilenmiş olan
silahlı militanlar, caddeden ve sokaklardan geçen tek tük araçları ve
insanları durdurup, işlerini bitirdikten sonra serbest bırakıyor ve tekrar
gizlendikleri köşelere çekiliyorlardı.
Arama noktasında silahlı gözcülük yapan ve ana caddeden gelip geçenlerin
haberini veren Aslan, “bizim adam geliyor, herkes hazır olsun” diye
seslendiğinde, Metin Tezcanlı silahını belinden çıkarmış ve ateş etmeye hazır
halde aracın istedikleri noktaya gelmesini bekliyordu. Hem dur işaretini hem
de arama ve uyarı konuşmasını kendisi yapacaktı.
Kendisine doğru yaklaşan beyaz renkli aracın önüne çıkıp dur işareti
yaptığında, aracın hızında belirgin bir yavaşlama olmasına rağmen, araçla
aralarındaki mesafe kısaldığında, birden bire üzerine doğru hızlanan aracın
önünden zor bela kenara çekilmeyi başardı ve tam yanından geçen aracı kullanan
adamın sağ elinin torpido gözüne doğru hamle yaptığını gördü...
Hiç duraksamadan aracın arkasından kurşun yağdırmaya ve arkadaşlarına da
“ateş edin” emrini vermeye başladı. Bir anda cehenneme dönen dört yol
ağzındaki kontrol noktasının sarı ışıkları altındaki can pazarını bir kabus
gibi hatırlayacaktı...
Aldığı kurşunlarla kontrolünü yitiren aracın içindeki adam, beş on metre
ötedeki elektrik direğine çarpmış ve aracın önünden dumanlar çıkmaya
başlamıştı...
bölüm başlıklarına git
Bu ilk yalanın
Metin Tezcanlı, kendi döneminde görev yapan ünlü polis şeflerinden
bazılarını hem ismen hem de sima olarak tanıyordu: Daha polisin eline geçmeden
önce yaklaşık otuz-kırk kişilik “gördüğünüz yerde vurun” listesinde yer alan
bazı polis ve subayların hem isimlerini hem de fotoğraflarını o listeden gayet
net hatırlıyordu.
Yakalandığı ilk gece sorgu odasında ziyaretine gelen ve “adım Hakan Yavuz”
diyen polis şefi, o listenin en başında yer alanlardan biriydi. Kendi gerçek
adını ve soyadını söylemekten kaçınmamıştı. Belli ki Metin Tezcanlı’nın namını
duymuş ve onunla tanışmak için sabahı bekleyememişti.
-Adın ne?
-Metin Tezcanlı.
-Buraya niye getirildiğini biliyor musun?
-Hayır bilmiyorum.
-Bu, ilk yalanın. Kaç yaşındasın?
-On dokuz.
-Çay içmek ister misin?
-Hayır, teşekkür ederim.
-Sigara?
-Hayır, tiryakisi değilim zaten.
-Benim kim olduğumu biliyorsun değil mi?
-Hayır, bilmiyorum.
-Nasıl hatırlamazsın, Tezcanlı? “Gördüğünüz yerde vurun” listenizdeki ilk
sıralarda yer alıyorum.
-O listeden haberim yok.
-Nasıl olmaz ulan, nasıl olmaz... Sempatizanlarınıza kadar dağıtıldı o
liste.
........
-Yani buraya tesadüfen ya da kazara mı getirildiğini düşünüyorsun?
-Bir yanlışlık olmalı.
-Hiçbir yanlışlık yok aslanım. Kim olduğunu biliyoruz. Neler yaptığını da
senden dinlemek hoş olur doğrusu...
..........
-Burada başına neler geleceğini ve sana
neler yapılacağını biliyor musun?
-Hayır.
-Doksan gün elimizdesin. Yetmezse bir doksan gün daha. Yine yetmezse...
Gençsin, sporcusun, güçlüsün... Şu anda dayanabileceğini sanıyorsun ama
yanılıyorsun... Buraya dağ gibi adamlar gelir ve bir çöp yığınına dönüşürler.
Kendini ezdirmeden ve bizi de yormadan konuşursan yırtarsın... Şu ana kadar
sana yapılanlar hoş geldin seansıydı. Senin mesaine yarın sabah başlanacak ve
seni gebertmek için yanıp tutuşanlar, sabahı nasıl edecekler merak ediyorum...
Sabaha kadar düşün ama fazla bir zamanın da kalmadı haberin olsun... Adem
Selvi’yi tanıyor musun?
-Hayır.
-Bu da ikinci yalanın. Yarın sabah tanışırsınız o zaman. O seni hemen
tanıyacak, bundan hiç şüphen olmasın... Demek o
listeden haberin yok ha?.. Ziyanı yok
Tezcanlı, sabah listeyi önüne koyduğumda zaten hatırlamak da istemeyeceksin...
”Gördüğünüz yerde vurun” ha... Tıpkı bir şiirin dizesi gibi hoş ve
etkileyici...
“O listeden haberim yok” cevabını vermekle açık verdiğini ve dolaylı olarak
örgüt bağlantısı olduğunu kabul etmiş oluyordu ama ava giderken avlanan
avcının pozisyonuna düşmüştü bir kere ve kurtların, çakalların, sırtlanların
ve ayıların arasında yalanla kurtulmaya çalışmak o kadar da kolay bir şey
olmayacaktı. Hakan Yavuz, “bu ilk yalanın” derken, Metin Tezcanlı’nın daha
dünya kadar yalan söyleyeceğini biliyordu ve buna hazırlıklıydı anlaşılan.
Büyük bir ilin valiliğine kadar yükselen Hakan Yavuz, Metin Tezcanlı’nın
tanıdığı polis şefleri arasındaki en soğukkanlı ve en zeki olanıydı. Yerine
göre iyi bir psikolog rolünü oynar ve bazen de bizzat sorguya katılıp işkence
yapmaktan geri kalmazdı. Dahası, işkence yaparken, “beni hatırladın mı, sesimi
tanıdın mı?” diye sormaktan çekinmezdi...
“Elimden yüzlerce hatta binlerce adam
geçti Tezcanlı, senin kadar zeki olanını görmedim. Bu zekanı buraya düşmeden
önce kullansaydın, çok farklı yerlerde olabilirdin...
Tam herşeyi anlattı, işi bitti diye düşünmeye ve sana inanmaya başlarken,
tak, birisi çıkıyor ve Metin Tezcanlı adını yumurtluyor. Onu da hallettik
derken tekrar başa dönüyoruz...
Fiziken direnemeyeceğini anladın ve zaman kazanmaya oynayarak, bizi
kandırmaya çalışıyorsun. Fiziki direncini kırdık ama bilinç altındaki
psikolojik direncini hala kıramadık...
Kendiliğinden verdiğin bilgilerin çoğu,
meğerse bizi ikna etmeye ve zaman kazanmaya yönelikmiş. Bizim için sürpriz ya
da ilk kez başımıza gelen bir şey değil ama, iyi oynadığını ve kıvrak bir
zekaya sahip olduğunu kabul etmek durumundayım...
Bizim açımızdan, sendeki bilgilerin yüzde yetmişi ile seksenini almadan,
sorgu bitmiş sayılmaz, Tezcanlı. Bir adam buraya girdiği andan itibaren
işbirliği yapmıyorsa, bildiklerinin yüzde yirmisiyle otuzunu saklayacak
demektir. Sonuç olarak, yüzde yetmiş ya da yüzde seksen iyi bir orandır... Biz
sınırlarımızı iyi biliyoruz ... ”
Polis sorgusundaki direncini kıran faktörlerin başında, kendisinden önce
yakalanan ve Metin Tezcanlı’nın siyasi ve askeri sorumluları olan diğer iki
kişinin Metin Tezcanlı’nın karşısına geçip, onun reddettiklerini bir bir kabul
etmeleri olmuştu: Yazdığı bütün senaryoları boşa çıkartan, polisten önce,
çözülmüş olan kendi yoldaşları oluyordu. Hakan Yavuz, boşuna “sürekli sil
baştan yapıyoruz” demiyordu...
Her şeyi ama neredeyse her şeyi ona soruyorlar ve ondan istiyorlardı:
“Silahlar nerede... Adamlar nerede... Bu adamları kimler vurdu?..” Kendisiyle
hiç ilgisi olmayan eylemleri ve adamların isimlerini ısrarla sorarak, ölümü
gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıyorlardı... Acemiliğinin ve toyluğunun ilk
sınavında gülen taraf, profesyoneller olmuştu...
bölüm başlıklarına git
Bana bir şey olursa
Kendisine işkence yapan sorgu timinde, görevi testis sıkmak olan Boşnak bir
polis vardı. Bir keresinde “beni dışarıda görsen ne yaparsın?” diye sordu
Metin Tezcanlı’ya. “Seni gördüğüm zamanki ruh halime bağlı..” yanıtını alan
Boşnak polis, gülümsemiş ve eklemişti: “Burada bir adamı konuşturana kadar
imanımız gevriyor... Ama adi suçlularda iki tokatta iş hallediliyor. Buradan
kurtulmaya çalışıyorum... Trafik polisliğine bile razıyım... Sürekli kelle
koltukta yaşanmıyor, evde bekleyen çocuklarımı düşünüyorum... Bana bir şey
olursa diye düşünmeye başlayınca film kopuyor...
Bok gibi silah var lan hepinizde... Silahsız devrim yapmanın bir yolunu
bulun, siz de kurtulun biz de kurtulalım anasını satayım... Taşaklarınızı
sıkarken zevk aldığımı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz ... Uyku yok; can
güvenliği yok; yakalandığın gece üstünde silahın olsaydı basacaktın kurşunu...
O anda bu adamların da çoluğu çocuğu var diye düşünmeyecektin...
Birkaç mahalle arkanızda oturuyorum,
haberin yok senin... Gecekondu ve üstelik kira evi... Aldığımız maaş da maaş
olsa... Karın tokluğuna çalışıyoruz neredeyse... Öldürüp sonra da sevinç
çığlıkları attığınız polisleri ne sanıyorsunuz oğlum siz?..”
Yaklaşık beş ay kaldığı siyasi şubede zaman zaman benzer sözleri ve
yakınmaları sıkça duyduğu olurdu Metin Tezcanlı’nın. “Amirim, çocuğum üç
gündür hasta, doktora götürmem lazım, bana bugün izin verin...”
Kendilerine gece gündüz işkence yapan adamların insani kaygılarını gördükçe
şaşırıyordu: Yüzlerini ve seslerini ömrü boyunca unutamayacağı adamların
sadece işkenceci olmadıklarını biliyordu. Hemen hemen hepsi de birer yasal
katildi aynı zamanda... İstihbaratı, yakalama operasyonlarını ve sorguyu yapan
da bu adamlardı.
“Vatan Yurtsever’e ne olduğunu biliyorsun değil mi?.. İstiyorsan nasıl
becerdiğimizi de anlatayım... Beynini ben dağıttım o ibnenin... Polise kurşun
sıkmak neymiş gördü...”
Alınlarında işkenceci ya da katil yazmıyordu: Şık giyimli, eli ayağı düzgün
ve ağzı iyi laf yapanlar da vardı; halinden tavrından berduşluk ve sefillik
akanlar da...
Sorguyu sevk ve idare edenlerle, fiziki şiddet uygulayanlar arasında
ölümcül bir fark vardı: Fiziki şiddet uygulamakla görevli olanlara inisiyatif
tanınmış olsa, ellerine geçirdiklerinden bir tanesi bile sağ kurtulamazdı...
Şiddetin ve işkencenin dozunu ayarlayanlar, nerede sonuna kadar
yüklenilmesi, nerede durulması gerektiğini gayet iyi bilen, bu işin eğitimini
almış, insan psikolojisini ve anatomisini kavramış, bilinçli adamlardı...
Sorgu yapmadıkları zamanlarda politik içerikli sohbet yapmayı ve devrimin
acemi erlerine hayat bilgisi ya da “uygulamalı” siyaset dersi vermeyi de ihmal
etmezlerdi:
“Öyle bir konumdayım ki, seni bal gibi öldürür ve senaryoyu da istediğim
gibi yazabilirim ama işimize duygularımızı katmaya hakkımız yok bizim. Seni
öldürmek istiyor olabilirim ama bunun kararını vermek o kadar kolay değil: Bir
tür kar ve zarar hesabı gibidir... Hangisinin daha ağır bastığı kadar, önemli
olan başka bir şey daha vardır: şartlar!..
Eğer liderini öldürmem örgütünü çökertebilecekse, gözümü bile kırpmadan
öldürürüm... Öldürüldüğünde kahraman olma ya da efsane haline gelme tehlikesi
varsa, öldürmek aptallık olur... Yakalamak ve madara olmasını sağlamak, öldürmekten
çok daha etkili bir yöntemdir...
Sana ya da başkalarına sadist olduğumuz için işkence yapmıyoruz biz.
Sizlerden almak istediğimiz bilgileri vermediğinizde işkenceye başvuruyoruz.
Konuşan adamın kılına bile dokunmayız, bütün hadise bundan ibaret...
Size kalsa hepimiz birer sadist ve ruh hastasıyız ama yaptığımız işin ne
kadar zor ve yıpratıcı olduğunu kendi gözlerinizle görüyorsunuz işte...
Dünyanın en zor işini yaparken arada bir kontrolü kaybetmek gayet doğal değil
mi yani?..
Ulan sanki devrim yapsaydınız siz
işkence yapmayacak mıydınız?.. Düşün ki devrim yaptınız ve benim gibi bir
adamı yakaladınız. Üst düzey bir polis şefiyim ve dünya kadar kirli sıra
sahibim. Beni yakaladınız, kimliğimi de biliyorsunuz ama ben konuşmayı ve
bilgi vermeyi reddediyorum. Ne yapacaksınız?.. Cevabı gayet basit!.. Bizim şu
anda size yaptıklarımızı yapacaksınız...
İşkenceyi görünce birer katil olduğunuzu ne de çabuk unutuyor ve mağdur
rolüne soyunuyorsunuz.. Arkada kalan binlerce yetim ve sakat insan var, kim
bakacak bu insanlara?..
Haydi birileri baktı diyelim, ya kaybettikleri kocalarının, sevgililerinin
ve babalarının boşluğunu kim dolduracak?.. Dahası kim doldurabilir böyle bir
boşluğu?..
Saf saf inandığınız o cennet bahçeleri edebiyatını size aşılayan
dangalaklar da dahil, hepiniz potansiyel bir işkencecisiniz ama bundan
haberiniz yok...
İktidar kavgasının olduğu her yerde işkence ya da benzeri metotlar
kullanılır. Gelişmiş ülkelerde gelişmiş yöntemler, ilkel olan ülkelerde de
ilkel yöntemler...
Sosyalist dediğiniz ama aslında ‘devlet
kapitalizmi’ olan ülkelerde bile işkence vardı... Ve evladım unutma ki,
yoldaşın yoldaşa yaptığı işkence daha çok acı verir ve daha çok iz bırakır
insan ruhunda...
Dünyanın en saf ve en temiz insanı bile bir işkenceci olabilir yeri
geldiğinde... Siz bizim anamızdan birer ruh hastası ve işkenceci olarak
doğduğumuzu mu sanıyorsunuz?.. Hukuk fakültesi mezunuyum ben...
Sen de ötekiler de ananızdan devrimci doğmadınız. Sen devrimci olmadan önce
benim elime düşseydin, şu anda burada ve bizim tarafımızda da olabilirdin; yan
odadaki çığlıklarını duyduğun ülkücülerin arasında ya da karşı odada şarap
içirerek konuşturmaya çalıştığımız şeriatçıların saflarında da. Bu dünya,
faşist ya da şeriatçı olabilecekken komünist; komünist ya da şeriatçı
olabilecekken faşist olanlarla dolu aslanım...”
Şarap içirerek konuşturmaya çalıştıkları ve şeriatçı olduğunu söylediği
Mücahit, Metin Tezcanlı’nın kaldığı hücrede kalıyordu ve son derece halim
selim; kaderine razı olmuş görünüyordu...
Ateist devrimcilerin içinde tanıdıkları
olduğunu ve çok sevdiği birkaç kişinin adını söyleyerek, kendisi dışında hepsi
ateist olan hücredeki insanlarla ilişki kurmaktan çekinmiyordu. Metin
Tezcanlı, hayatının belirli dönemlerinde bu adamı hatırlayacak ve onun
anlattıklarını unutmayacaktı.
Mücahit: Bahadır Karadağ’ı tanıyan var mı içinizde?
M. Tezcanlı: Onu tanımayan mı var... En radikal devrimci örgütlerden
birisinin lideri ve on beş yirmi gün önce yakalandığı söyleniyor...
Yakalandığında ve şubeye girerken kendi adını bağırarak haberdar etmek istemiş
buradakileri... Polisin elinde olduğu duyulursa kolay kolay öldüremezler...
Bir çok kişinin şubeye girme şansı olmadan ortadan kaldırıldığını biliyoruz
hepimiz. Daha önceki yakalanışında konuşmamış; şimdi de konuşmadığı
söyleniyor...
Mücahit: Bahadır’ı Paşakapısı Cezaevinden tanıyorum. Sanırım 1977 ya da
1978 yıllarıydı... Oraya götürüldüğümde, yediğim falakalardan dolayı ayak
tabanlarım filan patlamıştı... Benim tedavimi yapan ve iyileştiren cezaevi
doktoru değil, Bahadır Karadağ oldu... Bir insan bu kadar mı temiz ve bu kadar
mı merhametli olur be müslüman!.. Orada arkadaş olduk Bahadır’la... Ben ondan
önce tahliye olmuştum ama benim için yaptıklarını hiç bir zaman unutamadım...
Ziyaretine gittim ve giderken de erzak götürdüm... Keşke onu bir daha
görebilsem... Boynuna sarılırım ben öyle insanın... Ah bir de şu allah
meselesi olmayacaktı ki aramızda...
Metin Tezcanlı, Bahadır Karadağ’ı cezaevinde tanıyacak ve Mücahit’in
anlattıklarının doğru olduğunu ilk ağızdan öğrenme fırsatı bulacaktı...
Bahadır Karadağ, Metin Tezcanlı’nın lider olarak tanıdığı, sevdiği ve saygı
duyduğu tek kişiydi: Yerine göre bir abi, yerine göre bir baba ve en önemlisi,
her zaman insandı...
Kendisi tek bir kelime bile söylemeden polis sorgusundan
çıkmış olduğu halde, direnemeyip çözülenleri asla hırpalamaz ve özellikle o
durumda olanları ezdirmemeye özen gösterirdi... Dahası hiç kimseye liderlik
cakası satmaz ve herkesle eşit ilişki kurmaya çalışırdı... Onun hamuru,
benzerlerinden çok ama çok farklıydı...
Konferans devam ediyordu: “Şimdi içinden ‘işkence yapacağına git limon sat’
diyorsundur, Allah bilir...On yıldır polislik yapıyorum ben... Bu saatten
sonra başka bir iş yapamam... Hem limon satarak ailemi de geçindiremem...
Sizinkiler bu limon satma edebiyatına acayip düşkünler... Siz limon satarak
devrim yapabilirseniz, söz, ben de bu işi bırakıp limon satacağım...”
Bu sözleri söyleyen ünlü bir anti-terör uzmanı polis şefiydi; makinalı
tüfek gibi konuşur ve aynı hızla dolaşırdı siyasi şubenin koridorlarında.
Esnek ve sicim gibi ince kızılcık sopasıyla falaka atmıştı Metin
Tezcanlı’ya...
İki lafı bir araya getiremeyen ve sürekli küfür eden kriminal tipler, “size
ekmek veren ananın babanın...” diye başlayıp, “geberteceksin bu ibnelerin
hepsini...” diye bitiriyorlardı mesailerini.
İçlerinde biri vardı ki, Metin Tezcanlı’nın onu unutması mümkün değildi:
“Esirimsin ulan, sana istediğim her şeyi yaparım” diyordu. Görünüşündeki
hımbıllığına ve sessizliğine aldanmamak gerekirdi. Sorguya başlandığında aslan
kesilirdi... Bir keresinde sorgu odasının bozulan florasan lambasını tamire
gelen adama “elini çabuk tut; bu gün çok işimiz var” dediğini de unutamazdı,
Metin Tezcanlı... “Bu gün çok işimiz var; bu gün çok işimiz var...”
Şimdi İstanbul’un en sosyetik caddelerinin birinde seyyar satıcılık
yapıyor. Zayıflamış ve hastalıklı bir görüntüye sahip. İhtiyarlığında seyyar
satıcılık yapacağını düşünerek işkence yapmıyordu hiç şüphesiz…
Esir olmak ve kendine yapılacak olan her türlü kötü muameleye karşı
savunmasız ve korunmasız kalmanın ne menem bir şey olduğunu gayet iyi
biliyordu Metin Tezcanlı. Günlük hayata ve geçim derdine esir düşmek de az bir
işkence sayılmazdı hani...
bölüm başlıklarına git
Burada ömür mü geçer
Metin Tezcanlı, “burada ömür mü geçer be yeğenim” diyen polisi
unutamıyordu: Bir polis minibüsünde dört arkadaşıyla birlikte Metris Askeri
Cezaevi’nin önüne getirilmişler ve nizamiye kapısının önünde, cehenneme
kabullerini bekliyorlardı.
Uzun yıllar tutsak olarak kalacakları binanın dışarıdan olan görünümünün
soğuk ve ürkütücü yüzünü gören polis minibüsündeki orta yaşlı bir polis,
kendisini daha fazla tutamamış olsa gerek, “burada ömür mü geçer be yeğenim”
diyerek binaya bakakalmıştı.
Elleri kelepçeli beş tutuklunun içindeki en patavatsız ve en kendini bilmez
olan arkadaşları, “hem de öyle bir geçer ki” kabilinden nutuk atmaya ve
propaganda yapmaya başlamıştı polislere yönelik olarak...
Oysaki o sözü söyleyen polisin ses tonunda acıma ve çaresizlik vardı. O beş
kişinin gençliklerinin o bina ve onun benzerlerinin içinde nasıl yok
edileceğini hissetmiş, kendini tutamamış ve sonra da o sözü söylediğine pişman
edilmişti... Acıma duygusunu yitirmiş olsaydı, polis arkadaşlarının yanında
ağzından öyle bir söz çıkmazdı; sorgucu değildi…
Adet olduğu üzere herkes polis sorgusundaki tutumuna ilişkin olarak
cezaevindeki örgüt yöneticilerinden oluşan komiteye yazılı özeleştirilerini
veriyordu. Metin Tezcanlı da kendisinden istenen özeleştiriyi yazmış ve
komiteye sunmuştu ama komiteden gelen yanıt şaşırtıcıydı: “Kabul
edilmedi, yenisini yaz!”
Niçin kabul edilmediğini sorma gereği bile duymadan yeni özeleştirisini
yazmaya başladı. Özeleştirisinde neyin eksik olduğunu anlayabilecek kıvama
çoktan gelmişti. Beş aylık polis sorgusu beynindeki atıl kapasitenin devreye
girmesini sağlamış ve uzun zamandır kullanılmayan bölgeler, taze bir güç
olarak çalışmaya başlamıştı.
Hoş, söylenebilecek fazla bir şey de yoktu aslında ama yine de kimin ne
dediği ve demediğinin bilinmesinde fayda vardı. Komiteyi oluşturanlar
genellikle poliste direnen ya da direndikleri iddia edilen adamlardan
oluşuyordu. Çözülen ama buna karşın yönetici pozisyonunu koruyan adamlar da
yok değildi.
“Yoldaşlar, kabul etmediğiniz özeleştirimde yer alan bilgileri burada
tekrar etmeyi anlamlı bulmuyorum. Poliste verdiğim ifade elinizde mevcut.
Neleri gizlemeyi başardığımı ise sözlü olarak anlatmıştım zaten. Bunlara ilave
edebileceğim hiçbir şey yoktur.
Gönüllü olarak polise verdiğim hiçbir bilgi yoktur. Fiziki ya da psikolojik
işkencelere dayanamadığım anlarda bile, koruyabileceğim her şeyi korumaya
çalıştım.
En doğru tavır tabii ki hiçbir bilgi vermemek ve hiç konuşmamak ama ideal
olanı yapamadığım için kendime gerekçeler bulmayı da doğru bulmuyorum. Sorgu
süreci çok gelgitleri ve iniş çıkışları olan bir süreç... Ucunda ölme ve
öldürme olan eylemlere bir biçimde hazırlık yapıyorduk ama sorgu konusunda
hiçbir hazırlık ve prova yaptığımızı hatırlamıyorum.
Sorguya alınır alınmaz, bir fiske bile yemeden konuşmaya başlayanlardan
olmadım. Ben ve iki yoldaşım, sorgulanmamızın seksen beşinci gününde bile
polisin istediği bazı bilgileri vermemeyi başardık...”
Metin Tezcanlı, yaralandığı bir eylem sonrasında yirmi gün kaldığı eve ve
ev sahiplerine dair bilgi vermemeye kararlıydı. Kendilerine sadece sempati
duyan ve zor günlerinde kendisine ve arkadaşlarına evlerini açarak yardımcı
olan aileye hiçbir zarar gelmesini istemiyordu. İki çocuk sahibi bir aileyi
felakete sürükleme potansiyeli olan bu durumu bir biçimde ortadan kaldırmak ve
o aileyi korumak istiyordu.
Yardım ve yataklık etmek üç yıl hapisten
başlıyordu ve görecekleri kötü muamele de yanlarına kar kalırdı. Aile-maile
dinlemez yıkıverirlerdi işkence tezgahına...
Yaralanma ve saklanılan ev bilgilerine sahip olan arkadaşlarıyla koridorda
yan yana sorgulanmayı beklerlerken, kafa kafaya verip, ortak bir ifade tespit
ettiler ve o ifadede ısrarcı olmaya karar verdiler. Polisin bilgisi dahilinde
olan ve basılan hücre evinde kalmış olacaktı Metin Tezcanlı.
-Peki yaralandığın eylemden sonra hangi evde kaldın ve kimler yardım etti
sana?
-Daha önce basmış olduğunuz hücre evinde kaldım. Adem Selvi ve Doktor diye
çağırdığımız arkadaşlar yardımcı oldular...
-Tamam ulan, doğru söylüyorsun. Diğerleri de aynı ifadeyi verdiler.
Bir dönem Terörle Mücadele Şubesi’nin başkanlığına kadar yükselen Hilmi
Sert’in ağzından çıkan, “doğru söylüyorsun” lafını duyduğunda, Metin Tezcanlı,
sevinçten, mutluluktan ve tabii ki aylardır kendisine işkence yapan polislere
attığı kazıktan dolayı neredeyse uçuyor gibi hissetti kendisini... Hakan
Yavuz’un “bilinç altındaki psikolojik direncini kıramadık” dediği tam da buydu
işte...
“Özetleyecek olursam: Kendime, sizlere ve işkencede ser verip sır vermeyen
önderimize layık olamadığımı düşünüyor ve bunun vicdan azabını çekiyorum.
Belli ki bir ömür boyu bu utancı içimde taşıyacağım ve kendimi
affetmeyeceğim...”
Metin Tezcanlı, ilk verdiği özeleştirisi içinde kendini aşağılayan
cümlelerin beklendiğini tahmin edememişti ama yeniden yazılmasını
istediklerinde eksik olanın, kendisini aşağılamak ve kendisine küfür etmek
olduğunu pekala anlamıştı. İkinci özeleştirisi birincisine göre çok daha kısa
olmasına rağmen, hemen kabul edilmişti.
Kendisine yapılan bu terbiyesizliği ve gaddarlığı asla unutmayacaktı, Metin
Tezcanlı. Çektiği vicdan azabı ve yaşadığı utancın üzerine bir de yoldaşları
tarafından eklenen özeleştiri zulmünün içinde açtığı yarayı sarması o kadar
kolay olmayacak ve ilk fırsatta yollarını ayırmaktan kaçınmayacaktı. Yanlış
tarihlerde, yanlış yerlerde, yanlış adamlarla ve yanlış eylemlerle devrim
yapıldığı görülmüş şey değildi ama kazara devrim yapılan ülkeler de mezbahaya
dönüşüyordu zaten...
Birileri, sorguda gevşek tutum sergileyenleri sorgulayıp, aşağılarken, koca
örgütün üç ayda nasıl böyle acınası ve gülünç duruma düştüğünün hesabını
vermeyi akıllarına bile getirmiyorlar ya da getirmemeyi tercih ediyorlardı.
Kendisinden hesap sorulmasını doğal karşılayan Metin Tezcanlı, aynı hakka
kendisinin de sahip olduğunun es geçilmesini içine sindiremiyordu...
Günah keçileri tam da böyle zamanlarda
aranır, bulunur ve ortaya sürülürdü: Çıkacakları ilk duruşmada, gazetecilerin,
ailelerin ve avukatların huzurunda, polis sorgusundaki tutumu nedeniyle halka
açık özeleştiri vermesi isteniyordu, Metin Tezcanlı’dan...
Hiç itiraz etmedi... “Neden siz ya da
başkaları ya da hepimiz birden değil de sadece ben?” diye soramadı...
Hapishanede geçireceği uzun yıllar ve alacağı kesin olan bir “idam cezası” onu
bekliyordu...
“Sayın yargıç, sorularınıza cevap vermeden önce söylemek istediğim birkaç
husus var... Hayır, propaganda yapmayacağım... Kısa sürecek zaten ve
propaganda yapmadığımı da anlayacaksınız... Şu anda dağlarda ve hapishanelerde
bulunan yoldaşlarımdan; sempatizanı olduğum örgütümden ve halkımdan özür
dilemek istiyorum... Polis sorgusunda gereken direnişi gösteremedim ve onlara
zarar verdim... Sayın yargıç, şimdi istediğiniz her soruyu cevaplamaya
hazırım...”
Metin Tezcanlı, kendisini yakalatan yoldaşlarıyla aynı mahkeme salonunu
paylaşıyor olmasına rağmen, onlardan halka açık bir özeleştiri yapmaları
istenmemişti. Örgütün ve polis sorgusunda çözülen diğerlerinin kabahatlerini
temizleme görevi Metin Tezcanlı’ya verilmiş ve günah keçisi ilan edilmişti
neredeyse: Çünkü, onlar hem dışarıda hem de içeride verilen emirlere itaat
etmede kusur işlemiyorlardı; Metin Tezcanlı’nın emirlere itaat ve örgüte
bağlılık konularında sicili hayli kalabalık sayılırdı … Yoldaşları,
göstere göstere burun sürtüyordu…
Salt poliste direnme stratejisiyle örgüt kurmanın ve örgüt olmanın hüsranla
sonuçlanması, ne bir sürpriz ne de bir ihmal olabilirdi. Olsa olsa düpedüz
ahmaklık olurdu.
Sorguda herkesin çözülebileceği varsayımıyla hareket edilse ve bütün
örgütsel faaliyetler buna göre düzenlenmiş olsaydı, generaller yıllarca
sürebilecek bir uykusuzluk sendromuna pekala yakalanabilirlerdi...
Ciddi bir örgütün asla yapmaması gereken neler varsa hepsi yapılmıştı: Bir
bölgede hem ikamet eden hem de örgütsel faaliyet yürüten insanlar doğal olarak
birbirlerini ve oturdukları evleri üç aşağı beş yukarı biliyorlardı.
Kullanılacak başka ev olmadığı için toplantılarını ve eylem hazırlıklarını
kendi evlerinde ya da herkesin aşina olduğu sokak aralarında yapan militanları
kim suçlayabilirdi ki? İstanbul’un neredeyse beşte bir nüfusuna sahip koca
bölgede bir tane örgüt evi vardı ve onu bilmeyen,
kullanmayan da yoktu neredeyse...
Örgüt olma nosyonundan ve profesyonellikten bihaber zır cahil aşiret
çocuklarının elinden daha fazlasını beklemek akılsızlığın ve vicdansızlığın
dikalası sayılırdı. Gecekondularda örgütlenenler, oranın imkanlarıyla bir
gökdeleni bırakın yıkmayı, yanına bile yaklaşamazlardı.
İşkencede direnmiş ve bu uğurda canını feda etmiş ya da teslim olmak yerine
vuruşarak ölmeyi seçmiş olan devrimci önderlere ve militanlara sırtını
yaslayarak ve onlara tapınarak devrim yapmaya kalkışmak, hem siyasi hem de
örgütsel ve ahlaki olarak iflas etmeye mahkumdu.
Ölüleri ve onların bıraktıkları mirasları sahiplenmek, onlara saygı duymak
başka şey, aktif devrimcilik yaparken onların söyledikleri ve yaptıkları
herşeyi her derde deva bir ilaç gibi sunmak ve herkesten onların yaptıklarının
aynısını beklemek başka şeydi...
Üç ayda dize gelen örgütlerin dize gelişini sadece polis sorgularındaki
çözülmelere bağlayarak, liderlik ve yöneticilik sorumluluklarından paçayı
kurtarmaya çalışmak, başka bir ahlaksızlığın ve siyasi iflasın göstergesi
sayılırdı.
Koca örgütte direnen tek bir adamın ismi geçiyordu ve polis de, “evet şu
ana kadar direnen ve tek kelime bile söylemeyen bir tek o var” demekten
kaçınmıyordu. Onun dışında kalan herkes az ya da çok bir biçimde konuşmuştu...
İster lider, ister yönetici ya da sıradan militanlar olsun, kimsenin
kimseye hesap soracak hali yoktu ama, hem suçlu hem de güçlü olan birileri
yönetmiyor muydu bu dünyayı?.. Suç ortaklığı kadar güçlü ve birleştirici başka
bir şey var mıydı sahiden?..
bölüm başlıklarına git
Puzzle ve yeşil hat
Lucas’ın estetiğini neredeyse bir ders kitabı olarak okumuş ve bir defter
dolusu not almıştı, Metin Tezcanlı... Büyük ütopya, büyük bir hüsranla,
karakollarda ve hapishanelerde noktalanmış görünüyordu... Evrenselliğin ve
yerelliğin; edebiyatın ve estetiğin; psikoloji ve bireyin keşfi, -ne yazık ki-
dört duvar arasında gerçekleşmeye başlamıştı...
Büyük hüsranın can yakan atmosferinden kurtulmak için ne buluyorsa okuyor
ve hayatlarında hiçbir şey olmamış ve değişmemiş gibi devam eden aşiret
çocuklarının kaderciliğinin aksine, yaşadığı büyük yıkımların enkazlarında
kendini bulmaya çalışıyordu, Metin Tezcanlı ve onun gibileri...
Viran olmuş ve parçalanmış ruhunun duygusal, düşsel ve düşünsel parçalarını
bir puzzle gibi yerli yerine oturtması hiç de kolay değildi. Fakat, beynindeki
angutluk devrelerinin şalterlerini çoktan kapatmış ve büyük bir karanlığın
içine tek başına dalmaktan çekinmemişti.
Kendilerini ve binlercesini onulmaz bir yıkıma sürükleyen, diplomasız ve
sertifikasız devrim rehberlerinin ehliyetsizliklerini ve liyakatsızlıklarını
yüzlerine vurmakta ya da kendi kaderlerine razı cahil ve saf yolcularla baş
başa bırakmakta hiçbir sakınca olmadığı gibi, çok geç kalındığı bile
söylenebilirdi.
Bozgun, hayal kırıklığı, gizli ya da açık hesaplaşmalar, yıllarca kendisini
gizleyen ve gününün gelmesini bekleyen kötü adamlar gibi ortaya çıkmışlardı...
Uğrunda ölümü ve öldürmeyi bile göze aldığı örgütüne verebileceği her
şeyini vermiş ve karşılığını da almıştı: İdam hükmü!..
Örgütlerinden ayrılan ya da ayrılmak için fırsat kollayan yöneticilerin,
militanların ve sempatizanların gidebilecekleri hiçbir yerleri yoktu. Metris
Askeri Cezaevi’ndeki “Yeşil Hat”ın oluşturulması, generallerin o ana kadarki
yaptıkları en akıllıca hamle sayılırdı. Her ne kadar Birleşmiş Milletler’in
kontrolünde ve denetiminde olmasa da, devrimci tutsakların kendi aralarında
buldukları muhteşem bir yakıştırmaydı, ‘Yeşil Hat’!..
Örgütleriyle devletin arasında sıkışmış olan tutsaklara ilaç gibi gelmiş,
hızır gibi yetişmişti... İdeallerini değil ama örgütlerini ve onların
yöneticilerini, politik ve ideolojik saplantılarıyla baş başa bırakan,
çoğunlukla şehir kökenli militanlar olmuştu.
Yenilmiş ve tutsak alınmış olabilirlerdi ama diğerleri gibi onların da
teslim olmaya niyetleri yoktu. Hayata, devrime ve örgütlerine olan bakış
açıları değişmeye ve yeni yollar aramaya başlamışlardı…
Devletin cezaevinde uyguladığı fiziki ve psikolojik zor kullanma yöntemlerinin doğal olarak bu süreci hızlandırdığı
da söylenebilirdi ama, dışarıda tükenme noktasına gelen örgütlerin
cezaevlerini bir direniş odağı haline getirmek ve varlıklarını sürdürebilmek
için her fırsatta açlık grevi silahına sarılmaları ve bunu istismar etmelerinin payı da inkar edilemezdi...
Metris Askeri Cezaevinden Bayrampaşa
Özel Tip Cezaevine sevk edilen ve yeni cezaevinin ilk açılışını yapan
tutuklulara çok ağır işkenceler yapıldığı ve açlık grevine başladıkları
haberi gelir gelmez, Metris’teki bütün tutuklular da süresiz
açlık grevine başlamışlardı ama, bu haberi kimin getirdiği ve doğruluk
derecesi nedir sorusunun yanıtı asla bulunamayacaktı…
Gerçek ortaya çıktığında ise, elde sadece yirmiyedi gün süren bir açlık grevi eylemi ve
onun yarattığı fiziksel ve psikolojik tahribatlar vardı: Birincisi, Metris’ten
Bayrampaşa Özel Tip
Cezaevine sevk edilenlere fiske bile vurulmadığı ve koşullarının Metris’te
kalan tutuklulardan daha iyi olduğu ortaya çıktı. İkincisi, Bayrampaşa’ya sevk
edilenlerin açlık grevine başladıkları haberi tam bir balondu: Onlar,
Metris’teki tutukluların kendilerine yapıldığı söylenen işkencelerin ve
sevklerin durdurulması talebiyle açlık grevine başladıkları haberini aldıktan
sonra açlık grevine başlamışlardı…
Yirmiyedi gün süren açlık grevi eylemi
bittiğinde ortaya çıkan manzara, tam anlamıyla trajikomik ve büyük bir
hüsrandı: Açlık grevi eylemine son verdiklerini açıklamak için, Metris Cezaevi İdaresinden
görüşme talebinde bulunan tutuklu temsilcilerine cevap bile verilmemişti…
Açlık grevi eylemine son verildikten sonra sabah sayımı için Metin Tezcanlı’nın bulunduğu
koğuşa gelen yüzbaşıya “kantinde neden süt ve büskivi satmıyorsunuz, karavana yemeği ile açlık
grevi bozulur mu?” diyen tutukluya yüzbaşının verdiği cevap manidardı: “Eşeği
si..n, osuruğuna katlanır!”
Pişmemiş patlıcan,
bulgur pilavı ve uyduruk bir çorbadan oluşan karavana yemeği ile yemek yemeye
başlayan tutukluların hali haraptı: Tuvalete gidipte rahatlayanlara cennet
müjdeleniyordu ama,
kabız olan ve tutukluların kendi tabiriyle, götünü patlatanların sayısı hiçte az değildi… Kantinde süt de vardı,
büskivitte…
Açlık grevi eylemine son verilmesi kararını verenler ise, Cezaevindeki
örgüt temsilcilerinden oluşan Cezaevi Konseyi değil, yaptıkları eyleme ve kendilerini yöneten Cezaevi Konseyi'ne
inançlarını yitiren tutukluların baskısı ve öfkesi olmuştu:Balta taşa vurulmuş
ya da yalancının mumu yatsıya kadar yanmıştı…
Her fırsatta kamuoyunun duyarlılıklarıyla oynayarak kamuoyu yaratma
siyaseti güdenler, bir süre sonra kendi silahlarıyla kendilerini vurmaya başlamışlardı…Sır
ortaya çıkınca, büyü bozuluyordu… Kamuoyunun açlık grevlerine olan ilgisi
azalıyor ve tutuklu yakınları dışında kimsenin gıkı çıkmıyordu artık…
Pek çoğu idamla yargılanan ve uzun yıllar cezaevinde kalacak olan Yeşil
Hat sakinlerinin, itirafçıların kaldığı
bloklarla radikal devrimcilerin kaldığı bloklar arasındaki bloklara
yerleştirilmeleri aslında onların politik konumlarının ve seçimlerinin de bir
simgesi gibi görünüyordu.
Generaller, herkesi teslim alarak itirafçı
yapamayacaklarını anlamış ve kendi işlerine de gelen bir ara çözüme yeşil ışık
yakmışlardı. Bu taktikle radikal devrimcileri sayısal olarak azaltmayı ve
morallerini bozmayı hedeflemiş ve bunda da görece bir başarı sağlamışlardı.
Yollarını ayırdığı eski yoldaşlarıyla hiçbir zaman kanlı bıçaklı olmadı
Metin Tezcanlı. Örgütünden ayrılmasına rağmen kendisini seven, kendisine değer verenler olduğu gibi, mesafeli
duranlar da vardı...
Boynundaki idam hükmü bir tür dokunulmazlık sağlıyor ve herşeye rağmen
saygı uyandırıyordu. Hem örgütsüz hem de bir idam hükümlüsü olarak ayakta
kalmak her babayiğidin harcı değildi. Bir çok radikal devrimcinin örgütüne ve
yoldaşlarına dayanarak katlanabildikleri eziyetlere, o tek başına
katlanıyordu. Hem onların çok yakınında hem de çok uzaklarda bir yerlerdeydi
Metin Tezcanlı...
“Gecenin karanlığında, adamın ya da kadının kapısını çalıyorsun ve örgütün
hesabına bağış istiyorsun... Dışarıda güvenlik alan adamın elindeki silahı
gören muhatabın, bağış yapıp yapmayacağına karar verirken, cebindeki paraya
değil, evinin önüne kadar gelmiş olan silahlı adamların ellerinde tuttukları
silahlara bakıyorlar...”
Böylesi bir manzarayı bizzat yaşamış olan Metin Tezcanlı, evinin önünde
istemeye istemeye elini cebine atan ve kendisini bağış yapmak zorunda hisseden
iri yapılı adamın bakışlarındaki korkuyu ve tedirginliği yıllar sonra bile
büyük bir üzüntü ve pişmanlıkla anımsıyordu. Silah, Metin Tezcanlı’nın
elindeydi...
“Bağış istiyorsan silahını gösterme kardeşim!.. Niyetin o adama ya da
kadına silah göstermek olmasa bile, yaptığın şey düpedüz pasif bir gasp eylemi
gibi görünüyor... Bağış toplayalım derken, gasp eylemi yapıyorsun farkında
olmadan... Bundan daha büyük bir angutluk ve aymazlık var mı ya?..” diyor ve
bir güzel kendini paylıyordu Metin Tezcanlı...
Kimse bağış yapmak zorunda değildi ve bu durum bağış istenen insanlara
anlatılıyordu ama kendi güvenlikleri için elleri tetikte bekleyen silahlı
militanların varlığı, olayın hem görüntüsünü hem de rengini gayri iradi olarak
değiştiriyordu...
Silahlı bağış toplama ya da pasif gasp eylemlerinin acısını çıkartmak için
fırsat kollayan garibanlar, intikamlarını almak için bekledikleri fırsatı, 12
Eylül sabahı bulmuş oluyorlardı...
bölüm başlıklarına git
Büyük gelgitler
“ ... Bir daha bana böyle bir mektup yazar
ve böyle bir istekte bulunursanız, yüzünüze bakmam haberiniz olsun!.. Sizin
için katlanması daha zor bir durum olduğunu kabul ediyor ve size hak veriyorum
ama itirafçı olmamı beklemeyin benden!..”
Metin Tezcanlı, idam hükmünü aldıktan sonra konulduğu tek kişilik
hücresinde büyük bir iştahla kitap okuduğu günlerden birinde gelen bir
mektupla sarsılacak ve saçını başını yolmaya başlayacaktı... En büyük
destekçisi ve en yürekli takipçisi olan annesi, yeni çıkan itirafçı yasasından
yararlanması için, dilekçeyle başvuru yapmasını istiyordu...
Olabilecek en kötü dönemde ve olabilecek en kötü istekte bulunuyordu
annesi... Hiç beklemediği, kendini idam kararına alıştırmaya çalıştırdığı bir
anda, arkadaşlarına ve davasına ihanet etmesi isteniyordu... Mektup annesinin
ağzından yazılmıştı ama ailenin paylaştığı ortak psikolojiyi yansıtıyor
gibiydi...
“Oğlum; hem senin hem de bizim çektiğimiz sıkıntıların bitmesini
istiyoruz... Artık dayanacak gücümüz kalmadı... Sen açlık grevindeyken biz de
evde aç oturuyoruz; boğazımızdan bir şey geçmiyor... Sen orada çaresizlik
içinde ölümü beklerken, biz de evimizde ölüp ölüp diriliyoruz... Yaşamak haram
oldu bize... Dilekçe ver ve ne biliyorsan anlat, sen de kurtul biz de
kurtulalım...”
Topu topu iki paragrafı bulmayan mektubu okuduktan sonra hışımla volta
atmaya başlamıştı, Metin Tezcanlı. Mektubu okurken yediği şok dalgasından
kurtulmaya çalışıyordu ama hissettiği hayal kırıklığını ve öfkesini çıkarmanın
en iyi yolu oturup cevap yazmaktı..
Annesinin ve ailesinin diğer üyelerinin anlayabileceği bir dille ve lafı
eğip bükmeden cevabını yazmıştı... Mektubu takip eden ilk ziyarette annesinin
mahcubiyetini fark etmiş ama fazla yüz vermemişti yine de... Onlar kendi
içlerinde zaten ihanet etmişlerdi ve ihanetin, içlerinde kalmasını sağlamak tek çıkar yoldu...
Politik olmadıkları gibi Metin’in yaptıklarını da hiçbir zaman
onaylamamışlardı: Metin’in yaptıklarıyla Sosyal Demokrasi arasında dağlar
kadar fark vardı! İhanet onlar için kolay, Metin için ise ateşten bir
gömlekti... Utanç ve korku içinde kurtulmak, tek kişilik bir hücrede
yaşamaktan daha kolay olamazdı... İtirafçı olmanın ve o sayede kurtulmanın
bedeliyle, Metin’in ödediği bedel arasında büyük bir fark yoktu...
Metin Tezcanlı, inançlarının ve ahlaki kaygılarının dışında kalan yaşamsal
pratiklere dair hesap yapmasını da öğreniyordu, hiç şüphesiz: İtirafçı olup
hapishaneden ve asılma tehlikesinden kurtulabilirdi ama dışarı çıktıktan sonra
beyninin dağıtılmayacağının bir garantisi olamazdı...
Bir düşmanın elinden kurtulup, başka bir düşman kazanmak ve onun hedefi
haline gelmek, ne akılcı ne de pratik değildi... Hem devletin karar
mekanizması yoldaşların halk mahkemesindeki gibi hızlı da değildi; iki üç
yoldaş birinin öldürülmesine karar verirse, infazın gerçekleşmesi fazla zaman
almazdı...
Polis sorgusundaki zayıf tavrının ezikliğini yaşayan Metin için itirafçı
olmak hem çok kolay hem de çok zordu... Bir ömür boyu yaşayacağı bir ezikliğe
başka bir eziklik eklemenin, sonu olacağını görebiliyordu: İster itirafçı
olsun ister olmasındı, madalya takılmayacaktı göğsüne...
Kendi efsanesini kendi elleriyle yıkan bir militandı o... Bu gerçeği çoktan
kabul etmiş ve bir uçtan öbür uca savrulmamaya çalışıyordu. Testislerindeki
acıdan bir iz kalmamıştı ama beyniyle yüreği arasındaki gizli sığınaklarda,
başını ellerinin arasına almış genç bir adamın çöküşü görüntüleniyordu...
Birden bire yere yığılıp, yumruklarını sıkıyor ve avaz avaz bağırıyordu.
Bilincini yitirmemesine karşın sinir krizini
ve yarı baygınlık halini engelleyemiyordu...
Koğuşun en güçlü adamları bile Metin’in sıkılı yumruklarını ve birbirine
kenetlenmiş dişlerini açamıyor ve tıbbi yardım istemek zorunda kalıyorlardı...
bölüm başlıklarına git
Söyleyecek bir sözüm yoktur efendim
Metin Tezcanlı’nın avukatı, birinci sınıf olmasına karşın “bu koşullarda
avukatlık yapmak mümkün değil” demekten kendini alamıyordu...
Zekası, karizması ve yakışıklılığıyla Amerikan filmlerindeki avukatları
anımsatıyordu... Metin Tezcanlı, “bu adam, bu ülkede değil de Avrupa’nın
herhangi bir ülkesinde olsaydı, kesin o ülkenin başbakanı olurdu” diyordu onun
için...
Yargılandığı davaya ilişkin bütün belgeleri avukatından istemiş ve avukatı
da kendisiyle ilgili olan bütün evrakları Metin Tezcanlı’ya iletmiş ve
arkasından da “yüzlerce sayfalık iddianame iki kişinin üzerine yazılmış
neredeyse. Biri sen, diğeri de ‘ölüm makinesi’ diye afişe edilen çocuk” demeyi
ihmal etmemişti...
Avukatını sevmesine rağmen, ona boşuna para verdiğini düşünmüyor değildi,
Metin Tezcanlı. Yenilgiyi kabullenmiş ve kaderlerine razı birer mahkum gibi
avukatlık yapmaya çalışmalarını içine sindiremiyordu...
Avukatlarının yapmaları gereken ne kadar iş varsa hepsini kendileri yapmak
zorunda kalmışlardı: Hem sanık hem de tanık ifadeleri arasındaki çelişkileri
yakalamak ve bunları mahkeme heyetine aktarmak savunmanlara değil de sanıklara
düşmüştü neredeyse...
Gece nöbeti tuttukları sırada Metin Tezcanlı ve arkadaşlarının sıktığı
kurşunların hedefi olan ve sağcı olduğu söylenen adam, mahkeme aşamasında
bulunmuş ve poliste ifadesi alındıktan bir süre sonra da olayın görüşüleceği
duruşmaya çağrılmıştı...
Hem mağdur hem de tanık sıfatıyla, kendisini kurşun yağmuruna tutanlarla
yüzleşmeye geliyordu ama gecenin karanlığındaki yüzleri hatırlaması ve “evet,
bana ateş edenler bunlardı” demesi pek olası görünmüyordu...
“Sayın yargıç, şu anda beni teşhis eden mağdura sorulmasını istediğim bir
sorum var: Kendisi poliste verdiği ifadesinde olay yerinin karanlık olduğunu
ve bu yüzden de kimseyi teşhis edemeyeceğini söylüyor. Fakat, ne hikmetse
burada kendisine ateş edenlerden birinin ben olduğumu iddia ediyor. Poliste
verdiği ifadeyle buradaki tutumu birbiriyle bağdaşmıyor. Kendisine bunun
nedeninin sorulmasını istiyorum.”
-Sanığın söylediklerine ne diyorsun evladım?
-Söyleyecek bir sözüm yoktur efendim.
-Onun olmayabilir ama benim var sayın yargıç: Birincisi, olay yerinin
tarifi ve olayın gelişimi dikkate alındığında ve de aradan yıllar geçtiğini
hesaba katarsak, bu şahsın ne beni ne de başkasını teşhis etmesi mümkün
değildir. Karanlık bir yerde ve saniyeler içinde başlayıp biten bir olayda,
mağdurun yaşadığı şoku da göz önünde bulundurursak, o kişinin teşhis meşhis
yapması düşünülemez...
Sayın mağdurun neden polis ifadesiyle çeliştiğini izninizle ben
açıklayayım: Ben ve arkadaşlarım duruşmaya getirilirken, sayın mağdur mahkeme
binasının dışında iki askerin arasında bizi izliyordu ve yanındaki askerler de
kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. O iki asker, cezaevi iç güvenliğinde
görevli askerlerdir ve beni de tanıyorlar. Sayın mağdurun o askerlerle ne gibi
bir ilişkisi olabilir böyle bir günde?”
-Sanığın söylediklerine ne diyorsun evladım?
-Söyleyecek bir sözüm yoktur efendim.
Yargıç ve mağdur arasındaki muhabbet tadından yenmiyordu zaten…
Bütün evrakları tek tek ve en ince ayrıntılarına kadar incelemişti.
Yargılandığı eylemlere ilişkin olarak tek bir görgü tanığının bile adına
rastlanmıyordu evraklarda ama ofsayttan da olsa ilk golünü yemişti...
Metin Tezcanlı’nın birinci avukatı kesinlikle yalan söylememiş ve boş
vaatlerde bulunmamıştı ama, ikinci avukatı daha radikal görünmesine rağmen,
yalan söylemekten ve desteksiz atmaktan geri durmamıştı...
Dava dosyasını birinci avukattan devir aldıktan sonra hemen hemen hiçbir
şey yapmamış ve dahası Metin Tezcanlı’nın ipten kurtulma ve özgürlük düşlerini
sömürme yoluna gitmişti: “Senin için bir iyilik düşünüyorum, Metin... Dava
dosyanda somut hiçbir delil yoktur. Hatırlı tanıdıklarımı devreye sokarak,
tahliyeni sağlayabilirim ama, bunun bir bedeli olduğunu da söylemek
zorundayım... ” derken, bakışlarında ve yüz ifadesinde tek bir anlam vardı:
“Acaba oltaya gelecek mi?”
Gelir gibi yaptı Metin Tezcanlı... İkinci avukatının yüzündeki o iğrenç
ifadeyi asla unutmayacak ve tahliye olduktan sonra avukatın istediği parayı
vermeyecekti... O ana kadar kendisine ödenen paraları geri istese yeriydi
aslında ama bu adamların çoğunda utanma ve arlanma duygusu olmadığını gayet
iyi biliyordu... Tahliye oluşunda onun hiçbir katkısı olmamıştı...
Solcu ve devrimci görünen ama solcuların ve devrimcilerin mağduriyetinden
hayatlarını kazanan ve çoğu kez de onları sömüren nice anlı şanlı adamın,
aslında peş para etmediğine tanıklık etmek, Metin Tezcanlı’nın kaderinde
yazılıydı sanki…
Korkularından mesleklerine ihanet eden, ama aynı zamanda müvekkillerinin
ailelerinden para istemeyi ihmal etmeyen avukatlara ne
demeliydi ki?..
bölüm başlıklarına git
Kış geliyor
Metin Tezcanlı, B-14 koğuş kapısının mazgalından içeriye bir göz atıp,
yatakhaneye yönelen bir siyah adamı gözüne kestirdikten sonra İngilizce
“merhaba” diye seslendi... Oldukça iriyarı ama çekingen görünen Afrikalı,
koğuş mazgalına doğru yanaşırken, Metin Tezcanlı’nın aklında tek bir soru
vardı: Ya benimle konuşmayı reddederse?..
Metin Tezcanlı, Sağmacılar Cezaevi’nde harıl harıl İngilizce öğrenmeye
çalışıyordu bir arkadaşıyla... İngilizce öğrenmeye neredeyse bir takıntısı
vardı... Ortaokul ikinci sınıftayken İngilizce öğretmeninden yediği sopayı
unutamıyordu...Sınıfın bir ucundan diğer ucuna kadar tokatlamıştı Necla
Öğretmen...
En sıkı dayaklardan birini bir kadın öğretmenden, diğeriniyse bir erkek
öğretmenden yemişti. Erkek öğretmenden yediği dayaktan bir iz kalmamış ve
unutuvermişti ancak Necla Öğretmen’den yediği dayağı hiç
unutmamıştı...Arkadaşlarının önünde gururunun kırılmasını nasıl unutabilirdi
ki?..
Nam sahibi mafya babaları dahil her türlü suçtan yüzlerce adli tutuklunun
bulunduğu Sağmacılar Cezaevi’nde, Metin Tezcanlı’nın da bulunduğu siyasilerin
koğuşunun hemen bitişiğinde, yabancı tutuklular vardı ve çoğunlukla uyuşturucu
şebekelerinin adamlarıydılar...Hemen hemen hepsi de siyah ırkından ve
Afrikalıydılar...
Siyah adamın yüz ifadesinde yeterince tedirginlik olduğunu fark eden Metin,
adamı bir an önce rahatlatmak için adını söylemiş ve amacını anlatmaya
çalışmıştı kırık dökük İngilizce’siyle...İngilizce öğrenmeye çalışıyordu ve
pratik yapmak için kendisiyle sohbet etmek istiyordu ve başka hiçbir amacı
yoktu...
Siyah adamın başı yeteri kadar beladaydı ve kendisini neredeyse bir kobay
olarak kullanmak isteyen Metin’e ne diyeceğini bilemiyordu...Metin, bir başka
ülkenin hapishanesinde, arayanı soranı olmadan yaşamanın ne menem bir zorluk
olduğunu anlamak için, dahi olmaya gerek yok diye düşünüyor ve yan koğuştaki
yabancı tutuklulara yardım edebileceği bir şey olup olmadığını da bilmek
istiyordu...
Metin, başlangıçta sadece İngilizce pratik yapmak için diyaloga girmek
istemişti ama ilk tanışma ve ilk konuşmadan sonra siyah adam ve oradaki diğer
yabancılar için üzülmeye başlamıştı...Kimsesizdiler ve Metin’in kimsesizler
sendromu nüksetmeye başlamıştı...Her derdine çare bulunabilirdi Metin’in ama
vicdanındaki kimsesizler sendromu için yapılabilecek fazlaca bir şey yoktu.
Bir yolunu bulup kimsesizlerden biri için ya bir şey yapacak ya da bir şey
verecekti. Başka türlü kurtulamazdı o sendromdan...
İlk tanışmaları ve sohbetleri fazla uzun sürmemişti. Siyah adamın hangi
ülkeden olduğunu ve hangi suçlamadan tutuklandığını öğrendiğinde hiç de
şaşırmadı...Gana’lıydı ve uyuşturucu suçundan tutuklanmıştı. Gençken bir
aralar esrar falan da kullanmış ama asıl işi uyuşturucu
taşıyıcılığıymış...Metin, yiyecek ve giyecek sıkıntısı varsa kendisine
yardımcı olabileceğini söylemişti ama siyah adam teşekkür etmekle kalmış ve
herhangi bir yardım talebinde bulunmamıştı.
Yan koğuştaki yabancıların başka bir cezaevine sevk haberi geldiğinde Metin
Tezcanlı kıvranmaya başlamıştı. Siyah adam gidiyor olacaktı ama onun elinin
boş gitmesini istemiyordu. Onu son kez görecek ve belki de bir daha hiç
göremeyecekti. Hemen kişisel eşyalarının bulunduğu torbaları karıştırmaya ve
siyah adama verebileceği bir hediye var mı diye bakmaya başladı. Karıştırdığı
torbaların birinde hiç giyilmemiş bir çift yün çorap ilişti gözüne...Bundan
daha iyisi olamaz diye düşünüyordu içinden...Kış yaklaşıyordu...
Çorabı bir poşete koyar koymaz fırlamıştı yatakhaneden...Yabancılar
koğuşuna göz attığında koğuşta hiç kimsenin olmadığını fark etti. Koridordaki
görevli gardiyana yabancı tutukluların nereye götürüldüklerini sordu...Spor
salonuna götürülmüşler ve orada sevk edilmeyi bekliyorlardı...
Metin Tezcanlı, spor salonunun kapısından içeri girdiğinde neredeyse nefes
nefeseydi. Salonun ortasında oturur vaziyette bekleyen yabacıların arasında
Gana’lı siyah adamı gördüğünde çocuklar gibi sevinmişti...
-Merhaba dostum, yolculuk ne tarafa?
-Bilmiyorum... Bize bir şey söylemediler ama galiba aşağıdaki özel tip
cezaevine götüreceklermiş.
-Fazla uzak değil ama seni bir daha görebileceğimi sanmıyorum. Bunlar senin
için... Bir çift yün çorap... Kış geliyor....
-Çok teşekkür ederim dostum, çok teşekkür ederim... Üzgünüm ama benim sana
verebileceğim bir şeyim yok ve üstelik de böyle bir şansım, belki de hiç
olmayacak...
-Önemli değil, takma kafana... Sen misafir sayılırsın!..
İlk kez bir yabancıyla İngilizce konuşmuştu Metin... İyiden iyiye alışmaya
başladığı siyah adamın, gidişine üzülmüyor değildi ama verdiği hediye
sayesinde kimsesizler sendromunu geçici olarak atlatmış sayılırdı...
bölüm başlıklarına git
Ben sana ne yaptım
Hareketlerindeki ve sözlerindeki sertliğe karşın sevimli ve candan bir
tavrı vardı: Ya bir erkek çocuk gibi yetiştirilmeye çalışılmış ya da erkekler
dünyasında erkeksi olmanın işe yaradığını fark etmiş ve bu yüzden de
erkeksi davranışları taklit ediyor
olmalıydı. İşin garibi, bu tavrının sırıtmadığı gibi yakıştığını söylemek bile
mümkündü... Sarı saçları, çakır gözleri ve kendine özgü hışmıyla bir
üniversite öğrencisiydi Sevda.
Metin Tezcanlı, kendisine durmadan takılan ve her fırsatta gözleriyle bir
şeyler anlatmak isteyen Sevda’nın yakınlığını pek hayra yormadığı gibi böyle
bir niyeti de yoktu. Hissettiklerindeki yanılgı payı oldukça düşük olan Metin,
Sevda’nın niyetini anlamakta gecikmemiş ve aynı niyetlerle karşılık vermeye
başlamıştı...
Siyasilerin arasında olup da Metin Tezcanlıyı tanımayan ya da tahliye
törenlerinde söylediği türküleri, marşları ve okuduğu şiirleri duymayan yok
gibiydi. Anma toplantıları ya da kutlamalarda sesiyle ve gözyaşlarıyla
kalpleri kazanır, ya sevincin coşkusu ya da hüznün gözyaşları olurdu. Sesini
sakınmadığı gibi duygularını da sakınmazdı... Kendi türünün hapishane
koridorlarındaki starıydı, Metin Tezcanlı...
Kızlı erkekli bir grup, siyasi tutukluların kaldığı bloğun koridorunda
oturmuş sohbet ediyorlardı. Yaklaşık on yıldır yatanlarla, yeni gelmiş olan
üniversiteli öğrencilerden oluşan gruptaki kızlardan birisi yanında oturan
Kemal’e: “Ya Metin niye yok burada, hadi git onu da çağır” dedi.
Metin Tezcanlı, çağrılmadığı bir yere adımını bile atmayan bir adamdı.
Kemal koğuşa gelip daveti ilettiğinde bile gidip gitmeme konusunda tereddütlü
sayılırdı. Yeni kuşak gençlerle birlikte olmaya ve onlarla sohbet etmeye can
atıyordu ama kızların da olduğu mekanlarda bulunmaktan kaçınmaya çalışıyordu:
Yanlış anlaşılmaktan ve starlık kariyerini kötüye kullandığını düşünmelerinden
korkuyordu.
-Davetleri için teşekkürlerimi ilet ama gelmek istemiyorum.
-Saçmalama oğlum, o kadar insan seni bekliyor,
gitmezsen gücenirler.
-Abi gücenecek bir şey yok. Ben sıkılıyorum o kadar kızlarının arasında.
Elim ayağım birbirine dolaşıyor... Hepsinin dilleri de pabuç kadar maşallah...
-Hadi hadi nazlanma, davetin sahibi Sevda... Emir büyük yerden!
-Sen git, ben biraz sonra gelirim o zaman...
Sevda lafını duyar duymaz hoşafın yağı kesilmişti. Mutfaktan kırmızı bir
elma alıp koridora çıktı. Sevda ile yasak elma muhabbeti yapmanın tam zamanı
diye düşünmeye başladı.
Herkese merhabalar dedikten sonra
Sevda’nın yakınında bir yere oturdu. Kırmızı elmayı vermek için ortamın
tenhalaşmasını bekliyordu. Yarım saatlik beklemeden sonra neredeyse baş başa
kalmışlardı. Yanlarındaki son birkaç kişinin de onlarla ilgilendiği
söylenemezdi.
Metin Tezcanlı, kırmızı elmayı eline almış ve lastik bir topla oynar gibi
avuçlarının içinde döndürmeye başlamıştı.
-Yahu yiyeceksen ye şu elmayı ya da bana ver, ağzım sulanmaya, midem asit
salgılamaya başladı sayende.
-Veririm ama bu yasak elma... Yersen başına ne geleceğini tahmin
edebiliyorsundur umarım.
-Farkındayım...
Metin Tezcanlı’nın uzattığı kırmızı elmayı alırken gözlerinin içi gülüyordu
Sevda’nın. Üzerindeki sertlik ve erkeksilik gitmiş ve genç bir kız olmuştu bir
anda...
Elmayı verirken Sevda’yı uyarmış ve tepkisinin ne olacağını ölçmek
istemişti. Sevda’nın “farkındayım” deyişindeki kabul gören bakışlarını ve
sevincini algılamakta geç kalmamıştı, Metin Tezcanlı...
***
-İsa abi, gözünü seveyim... Ocağına düştüm ulan... Aman bu geceden tezi yok
bana bir şal örelim, çok acil...
-Ne diyorsun oğlum sen... Ne şalı gecenin bu vaktinde... Hem yarın ziyaret
günü filanda değil, hayırdır?
-Ya bildiğin gibi değil... Sonra anlatırım... Sen elindeki ipleri getir bi
bakalım... Eğer güzel bir renk varsa, fazla mesai yapacağız bu gece...
-Neler olduğunu anlatmadan kılımı bile kıpırdatmam... Kafayı mı yedin, bir
gecede şal mı örülür?
-Örülür abi... Bir gecede de örülür bir saatte de... Sen yeter ki bi he de.
-Anlat o zaman.
-Sevda’yı tanıyorsun... Sanırım aramızda karşılıklı bir elektriklenme
var... Ya, şiddetle o kıza bir şal hediye etmek istiyorum. Bugün ona bir elma
verdim ve verirken de elmanın yasak elma olduğunu söyledim...
-Ee ne var bunda...
-Daha ne olacak öküz!.. Elma bahane, anlasana... Ben ona senden
hoşlanıyorum mesajı verdim o da elmayı alarak bana karşılık verdi...
-Ha öyle desene yeğenim... O zaman başka tabii ama benim ne çıkarım var bu
işten?
-Ulan ölü soyucu deyyus, kardeşine öyle bir kıyak yapmış olacaksın ki,
hayatta bu kıyağını unutmam... Ama sen bu sözlere tav olacak adam değilsin...
Avans olarak iki şişe Metin Tezcanlı şaraplarından veriyorum, halis muhlis
mahzen şarabı sayılır... Gerisini şalı ördükten sonra konuşuruz.
-İpler ranzanın altında yeğenim... Sen
bi renklere göz at, ben gidip tezgahı getireyim...
-Şerefsiz! Beni kıvrandırmasan olmaz değil mi...
-Ne yapalım yeğen, ben de senin gibi türkü söyleyemiyorum... Hep sen
nazlanacak değilsin ya...
Şal ve bilumum makrame işleri İsa’dan sorulurdu... Becerikli ve kirli
çıkıydı... Tetik çekemediğinden olsa gerek, kendini bu tür işlere vermişti.
İsteyene porno dergi bile bulabilirdi...
Şal tezgahının başına oturup koyu bir sohbete tutuştular. Metin
Tezcanlı’nın söylediği sevda türküleri ile coşan İsa “hiç bu kadar keyifli şal
örmedim” diyor ve hızına hız katıyordu. Zevkle ve heyecanla ördükleri şalın,
kötü olmasına imkan ve ihtimal yoktu. Ortalama üç saatte örmüşlerdi bile...
-Ellerimize sağlık İsa, bayağı güzel oldu be!..
-Şal değil koçum, Sevda ördük, Sevda!..
-Abi ben şimdi gidip bunu vereceğim, yoksa sabahı zor ederim. Saat kaç
gözüm?
-Bir’e geliyor... Gardiyanlar gecenin bu saatinde kadınlar koğuşunun
kapısını açar mı bilemem... Ulan ne kurtlu adamsın be... Şalı ördük, bitirdik
işte... Bekle, sabah verirsin.
-Olmaz abi, katiyen olmaz... Zaten hediyeyi verir vermez koğuşa dönerim.
-Dön tabii... Şurada erkek erkeğe ne güzel horluyor ve osuruyoruz... Bu
güzellikten mahrum olmanı istemem...
-Ağzından yine bal damlamaya başladı, şerefsiz... Bana şans dilesene ulan!
-Şeytanın bol olsun yeğenim...
-Öptüm kardeşimi, hadi sana iyi geceler...
-Ne iyi geceleri oğlum... Ne olup bittiğini öğrenmeden gözüme uyku girmez
benim... Elini çabuk tut, kız belki de uyumak üzeredir...
Uyumak üzeredir lafını duyar duymaz fırlamıştı yerinden… Kadınlar koğuşunun
bulunduğu koridora geçişi sağlayan kapıların dışındaki bütün koğuş kapıları
açıktı...Uzun bir ateşkes ve geçici barış günleri ve ayları yaşanıyordu
Sağmacılar Cezaevi’nde: Böyle zamanlarda, özgürlüğe açılan kapılar dışındaki
hemen hemen bütün kapılar açık sayılırdı...
-Hayrola gecenin bu saatinde?
-Ya kız arkadaşıma bir hediye vereceğim... Merak etme hediyeyi vermem ve
çekip gitmem beş dakikayı bulmaz.
-Adı ne arkadaşının?
-Sevda.
-Sen bekle ben çağırayım, ama uzatma. Bir gören filan olur, yanlış
anlaşılır.
-Merak etme, beş dakikayı geçmeyecek.
Gardiyan kadınlar koğuşunun kapısına doğru giderken, Metin Tezcanlı yerinde
duramıyordu. Hediyesini vermesine verecekti ama gardiyan yanlarındayken
Sevda’ya ne söyleyecek ve nasıl söyleyecekti?..
Sevda, gecenin o saatinde Metin’in kendisini hediye vermek için çağırdığını
aklının ucuna bile getirmemiş olmalıydı... Biraz şaşkın gibi görünse de,
alttan alta bir muziplik olduğunu sezmiş ama rahatsız olmuşa benzemiyordu.
Metin’in elindeki şala bir göz attıktan sonra “bu ne?” diye sordu.
-Sana getirdim. Kabul eder misin?
-Ederim tabii. Sen mi dokudun?
-İsa ile birlikte yaptık.
-Çok teşekkür ederim.
-Beğendin mi?
-Çok güzel. Şık ve zarif olmuş, ellerinize sağlık.
Metin’in katlanmış olarak verdiği şalı alıp sırtına attı; kendi ekseninde
bir tur döndükten sonra, Metin’in gözlerinin içine hınzırca bir bakış
fırlattı... “Hoşça kal” dedi ve kadınlar koğuşunun yolunu tuttu...
Metin Tezcanlı, gecenin o saatinde
kadınlar koğuşunun kapısını açan gardiyana teşekkür ettikten sonra lay lay lom
modunda koğuşuna döndü. İsa’ya olup bitenleri anlattıktan sonra ranzasına
yöneldi. İçinden kendi bestelediği “Yanıyor beynimin kanı/ Bilmem nerelere
gitsem/ içime sığmayan canı/ Hangi rüzgara eş etsem” ezgisini mırıldanıyordu.
Sözler S.Ali’ye aitti...
***
Metin Tezcanlı, bir duruşma dönüşünde koridorda rastladığı Sevda’nın yüzüne
bile bakmayışına ve kendisini görmezden gelişine hem fena içerlemiş hem de
hiçbir anlam verememişti. Daha üç gün önce Metin’i görünce yüzünde güller açan
Sevda, şimdi yok sayıyordu ‘yasak elma’nın diğer yarısını...
Şalı hediye ettikten sonra Sevda’yı görmemişti bile...Hiçbir hata ve kusur
işlemediğinden adı kadar emin olan Metin, bunun nedenini sormadan duramazdı...
Duruşmada giydiği kıyafetleri değiştirdikten sonra akşam yemeğini bile yemeden
kadınlar koğuşunun yolunu tuttu ve Sevda’yı çağırttı...
-Ne oldu Sevda, neden beni görmezden geldin koridorda?
-Bir şey olduğu yok...Yoksa sen olduğunu mu sanıyordun?
-Ya neden böyle tersliyorsun beni, ben sana ne yaptım?
-Bak güzelim, sen uzun zamandır buralardasın. Beni yanlış anladın. Çünkü
yanlış anlamaya çok müsait bir konumdasın...
-Bu söylediklerinden bir şey anlamadım ama üstelemeyeceğim, şu anda seninle
konuşmak zaten mümkün görünmüyor. Öyle olsun...
O anda Sevda ile konuşmak gerçekten de olası değildi. Gözlerinden ateş
fışkırıyordu ve Metin biraz daha ısrarcı davransa belki de kendini iyiden
iyiye kaybedecek ve avazı çıktığı kadar bağıracaktı koridorda.
Sevda’nın birdenbire ve hiçbir mantıklı açıklama yapmadan Metin ile olan
ilişkisine bir nokta koymasına İsa da bir anlam verememiş ve bu işin içinde
başka bir iş olduğu sonucuna varmıştı. Durduk yerde olacak şeyler değildi
Sevda’nın yaptıkları.
-Kızı farkında olmadan kıracak bir şey yapmış olabilir misin?
-Yahu şalı verdikten beri yüzünü bile görmedim.
-Başka birisiyle yazıştığını biliyor mu?
-Bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor...
İstediğimle yazışırım, kime ne... Aşk yok meşk yok... Hem yazıştığım kızın
yüzünü bile görmedim daha... Üstelik bu hikayeyi burada olup da beni tanıyan
herkes biliyor zaten... Şimdi durduk yerde ben şöyle bir kızla da yazışıyorum,
haberiniz olsun diye çıkamamki insanların karşısına... Birisiyle yazışıyorum
diye kimseye selam veremeyecek miyim yani?
-Sevda’nın biraz sakinleşmesini bekle, sonra yeniden konuşmayı denersin.
-Deneyemem abi!.. Bütün cesaretimi ve şevkimi yerle bir etti bir anda.
Dahası resmen beni aşağıladı... Yok aramızda bir şey mi oluyormuş; yok ben
uzun süredir buralardaymışım; yok konumum yanlış anlamaya müsaitmiş... Ne
hikmetse burada o kadar kız var ama ben bir tek onu yanlış anlamışım... Elmayı
yerken çapkın çapkın bakan; şalı sırtına atıp etekleri zil çalarak koğuşa
koşan da o değildi sanki...
-Oğlum kalıbımı basarım ki senin başka bir kızla yazıştığını birisi
Sevda’nın kulağına fısıldamıştır. Sevda da senin ikili oynadığını düşünmüş ve
bu yüzden çıldırmış olabilir. Yaz bu sözlerimi bir kenara... Muhtemelen ciddi
bir ilişki düşünüyordu seninle ve gidip birilerine seni sordu... Onlarla en
yakın ilişkide olan Kemal geliyor aklıma, başka da bir şey gelmiyor...
-Abi, zekana hayranım senin ya... Boşuna düşüp kalkmıyorum seninle... Ben
bu Kemal adisine bir keresinde yazıştığım kızı kastederek ” çıktığımda
sevgilim olacağına kalıbımı basarım” demiştim. Tutup bu lafımı Sevda’ya
nakletmiş olmasın?
-Kıskançtır, o adi heriften her şey beklenir...
-Ya mantıklı bir çözümleme gibi görünüyor ama ispat edilemez ki böyle bir
şey.
-Unut gitsin o zaman.
-Söylemesi kolay... Gururumu kırdı, rencide oldum durup dururken...
-Bu işlerin çetelesi tutulmaz koçum. Yanan yandığıyla kalır..
Sevda ve arkadaşlarının ilk duruşmada tahliye olduğu haberi geldiğinde,
Metin onlar için yapılacak olan kutlamaya katılmamaya karar vermişti. Sevda’yı
görmek istemiyordu. Kendisine yaptığı hakaretlerin intikamını bu yolla
alabileceğini düşünüyordu. Bir tek Sevda tahliye olmuş olsaydı düşündüğünü
kesinlikle yapardı ama Sevda ile birlikte tahliye olan diğer gençlerle
vedalaşmaması yakışık almazdı. Onları sevmiş ve onlara değer vermişti...
Kutlamaya katılmış ama rahatsız olduğunu söyleyerek türkü söylememişti.
Kısa süren kutlamanın sonunda Sevda yanına gelmiş “dışarı çıktığında
konuşuruz” dedikten sonra Metin’i yanaklarından öpmüş ve diğer kalanlarla
vedalaşmaya başlamıştı...
Sevda, tahliye oluşundan bir ay sonra, cezaevinde evlenmeye karar veren
Metin’in bir arkadaşının nikah törenine katılacak olan sınırlı sayıdaki kız
tarafı kontenjanına dahil olmayı başararak, Metin ile tekrar karşılaşma
fırsatını yakalayacak ve oldukça sıcak davranacaktı.
Sevda’nın Metin’i kucaklayışındaki harareti en iyi Metin analiz edebilirdi.
Etmişti de... Ama Sevda’ya kırgındı: Neden kendisini kırdığına dair tek bir
söz bile söylemeden, bu kadar sıcak ve sanki aralarında hiçbir şey yaşanmamış
gibi davranmasını yadırgamış ve Sevda’dan bir şeyler söylemesini beklemişti...
Nikah telaşı, protokol ve zaman kısıtı nedeniyle fazla baş başa
kalamamışlardı. Her ikisi de aralarında yaşanan ve adı konulamayan gerilimin
kurbanları olarak birbirlerine veda ettiler. Eli boş dönen Sevda olmuştu bu
sefer: Metin ile barışma umudu suya düşmüştü...
Metin Tezcanlı, Sevda ile birlikte tutuklanıp serbest bırakılan ve
Sevda’nın yakın arkadaşı olan Yasemin’in yıllar sonra kendisine söylediği
“Sevda seni çok seviyordu” sözünü duyduğunda, “evet, nerdeyse beni
öldürecekti” cevabını vermiş ve gülümsemekle yetinmişti. Hışmına diyecek yoktu
Sevda’nın...
bölüm başlıklarına git
Kibar soyguncular
12 Eylül darbesinin yaklaşık üç yıl sonrasında, ortalıkta yaprak bile
kımıldamazken, İstanbul’da peş peşe yapılan büyük banka soygunları, hemen
hemen herkesi şoke etmişti. Cezaevindeki en radikal örgütlerin militanları
bile olanlara şaşırıyor ve bu soygunları hangi örgütün yapmış olabileceğine
dair kafa yoruyorlardı.
Büyük banka soygunlarının üzerinden yaklaşık birkaç ay geçtikten sonra,
soygunları yaptıkları iddia edilen bir grup militan medyaya teşhir edilmiş ve
son aylardaki bütün soygunları bu militanların yaptığı iddia edilmişti.
Ortaya çıkarılan örgüt, kitle tabanı geniş ve 12 Eylül darbesini en hafif
atlattığı söylenen sol örgütlerden birisiydi ve adı kesinlikle bu tip
eylemlerle anılmazdı. Cezaevlerinde en az militanı olan sahiden de bu örgüttü
ve yöneticilerinin çoğu da henüz yakalanamamıştı. Banka soygunları olmasaydı,
herhalde kolay kolay da yakalanmayacaklardı...
Lübnan’daki Filistin kamplarında yıllarca İsrail’e karşı savaşmış ve
1982’deki büyük İsrail kuşatmasının ardından Arafat’ın diğer savaşçılarıyla
birlikte Beyrut’u terk etmiş ve bir yıl sonra da bir grup arkadaşıyla birlikte
Türkiye’ye giriş yapmışlardı.
Gazetelerde boy boy resimleri yayınlanan ve bütün eylemleri bizzat
planlayıp yönettiği söylenen adam, kırklı yaşlarına merdiven dayamış, evli ve
bir çocuk sahibi Nazmi Murat’tan başkası değildi.
12 Eylül darbesinin ardından önce Suriye’ye, oradan da Beyrut’taki Filistin
kamplarına yerleşmişlerdi. Filistin Kurtuluş Örgütü içinde kendilerine yardım
eden örgütün rehberliği ve desteğiyle İsrail’e karşı yürütülen savaşın içinde
kendilerini bulmaları pek de zor olmamıştı...
Metin Tezcanlı, Nazmi Murat ile olan ilk karşılaşmasını dün gibi
hatırlıyordu. Kendi kaldıkları bloğa gelen Nazmi Murat ve arkadaşlarını
heyecan ve merak içinde süzmüşler ve acil ihtiyaçları için seferber
olmuşlardı...
Polis sorgusundan çıkan herkes gibi yorgun ve biraz da depresiftiler.
Yaptıkları büyük eylemlerden kısa bir süre sonra yakalanmış olmaları
morallerini zaten bozmuştu ve cezaevlerinde geçirecekleri zor günler onları
bekliyordu.
Nazmi Murat’ı diğerlerinden ayıran en büyük özelliği, uzun tartışmaları
sevmemesi ve kararlarının kesinliğiydi. Herhangi bir arkadaşıyla ya da başka
birisiyle uzun uzun konuştuğuna yada dertleştiğine kimse şahit olmazdı. Bol
bol volta atar ve kitap okumaya çalışırdı. Hiçbir zaman ağız dolusu gülmez ve
tebessüm etmekle yetinirdi.
Filistin’de yıllarca savaşmış ve ölüme meydan okumuştu...Büyük banka
soygunlarından sonra yakalanması ve polis sorgusunda çözülmesi kendi geçmişini
bir anda unutturacak ve akıllarda sadece polis sorgusunda çözülmesi
kalacaktı...
Diğer tutuklu ya da hükümlülerle arasına koyduğu mesafeyi asla bozmamış ve
herkesten kaçar olmuştu. Kendi yoldaşları arasında eskiye dayanan
düşmanlıkların cezaevinde yeniden hortlamasını izlemekle yetiniyor ve taraf
olsa bile konuşmaktan çok susmayı tercih ediyordu.
Metin Tezcanlı, Nazmi Murat’ın keskin ve kararlı tavırlarını onun savaşçı
ve militan kimliğine, içine kapanıklığını ve kimseyle yakın bir ilişki
kurmamasını da polis sorgusundaki tutumuna yoruyordu. Büyük yenilen ve büyük
yaralar alan militanların tipik davranışları, Nazmi Murat için de
geçerliydi...
Metin Tezcanlı, Nazmi Murat’ın geçmişine saygı duyarken, aynı zamanda onun
içinde kopan fırtınaları da tahmin edebiliyor ve mümkün olduğu kadar onu
sıkmadan ve yormadan ilişki kurmaya çalışıyordu.
-Nazmi abi, Filistin’de geçen yıllarını çok merak ediyorum. Biraz anlatsan
çok sevinirim vallahi.
-Nesini anlatmamı istiyorsun Metin? Savaştı işte...
-Abi nasıl savaşıyordunuz mesela onu anlat...
-Uçaksavarcıydım ben. Yüksek binaların üst katlarındaki mevzilerde İsrail
uçaklarını düşürmeye çalışıyorduk...
-Peki hiç düşürebildiniz mi?
-Nerdeee...Hepsi uçaksavar menzilinin dışında uçan uçaklar...
-Arafat ile görüşmüşsünüz, bari onu
anlat yahu...
-Çok kısa bir görüşmeydi: Büyük kuşatma sırasında bir anlamda hem vedalaşma
hem de teşekkür etmek için bizim yanımıza da uğradı. El sıkıştık; nereden
geldiğimizi filan sordu... Çok sıcakkanlı ve babacan bir tavrı vardı. Hepimizi
kucakladı ve onlar için savaşmış olduğumuzu unutmayacaklarını söyledi.
Beyrut’tan çekilmek zorunda kaldıklarını anlatırken üzgün ve biraz da
endişeliydi ama bizimle vedalaşırken gülümsemeyi ihmal etmedi ve savaşı sonuna
kadar sürdüreceklerini filan söyledi...
-Niye Türkiye’ye döndünüz, burada yaprak bile kımıldamıyor?
-Bizde bunun için döndük işte...
-Abi sizin için kibar soyguncular gibi manşetler atıldı gazetelerde,
anlatsana şu işin ayrıntısını?
-Soyacağımız bankanın çalışanlarından birisi hamileydi ve o doğurmadan
eylemi yapmamaya karar verip, doğurmasını bekledik. Soygun sırasında
heyecanlanmasını ve zarar görmesini göze alamazdık. Bunun için de adımız kibar
soyguncuya çıktı...Yakalandıktan sonra yer gösterme ve teşhis için birkaç
sefer o kadıncağızla karşılaşmak zorunda kaldık ve her seferinde bize teşekkür
etti polislerin ve gazetecilerin yanında...Çok güzel bir duyguydu...Tersini
yapmış olsaydık, yüzüne bile bakamazdık kadıncağızın ve o da teşekkür etmek
yerine yüzümüze tükürürdü herhalde...
-Doğru söze ne denir?... Büyük adamlarsınız vallahi...
-Çocuk sahibi ve orta yaşlı olmanın faydaları Metin’ciğim... Sizin
yaşlardayken, biz de sizin gibi danduncuyduk...
-Bazı eylemlerimden utanmıyorum desem yalan olur Nazmi abi... Uzaktan
ahbabımız olan ve bazen de görüştüğümüz bir adamın, küçücük marketini bile
soyduk şerefsizim...
-Utanma... Seni o eylemlere gönderenler utansın... Çocukmuşsun sen o
eylemleri yaparken.
-Senin dediğin gibi olsa mesele yok... Ben örgütümden ayrılıp, kendi
adamlarımla ayrı bir örgütçük kurdum ve ondan sonra da sapıttım zaten...
Örgütteyken yaptığım eylemlere dair fazla bir sorunum yok, çünkü senin dediğin
gibi başkalarının direktifiyle yapılan işler ama...
-Kendini boşuna suçlama Metin. Ne haltlar karıştırdığının bir güzel
farkındasın ve kendini eleştirebiliyorsun. Bu da az şey değil neticede...
Cinnet geçirirken insanların akıllı davrandığı görülmüş şey değil... Çocuk
yaşta koca memleketi kurtarmaya kalkışmanın bedelleri bunlar... Sen bizim
örgüte yeni mi katıldın?
-Yeni sayılır.
-Tamam işte. Doğru yerdesin!..
Sağmacılar Özel Tip Cezaevi’nden, Bartın Özel Tip Cezaevi’ne sevk
olduklarında aynı koğuşta kalıyorlardı ama Nazmi Murat’ın içine kapanıklığında
ve kimseyle ilişki kurmama tavrında en küçük bir gelişme gözlemlenmiyordu.
Sabahları spor yapmasının ve volta atmasının dışında kayda değer bir
aktivitesi yoktu. Tek başına attığı voltalarındaki düşünceli ve dalgın hali
Metin Tezcanlı’nın gözünden kaçmıyordu ama kendi kabuğuna çekilen bu yorgun
savaşçının yanına yaklaşmak hiç de kolay değildi...Hem kendine hem örgütüne ve
hem de bütün dünyaya küsmüş gibi bir hali vardı.
Metin Tezcanlı, Nazmi Murat’ın eşini ve yedi yaşlarındaki oğlunu, birkaç
kez görmüştü ama sık sık ziyarete geldikleri söylenemezdi. Zira, Nazmi
Murat’ın eşi, kocası yakalandıktan sonra Mersin’e annesinin ve babasının
yanlarına taşınmak zorunda kalmıştı. İşsiz ve bir çocukla ortada kaldığından
olsa gerek, çözümü baba ocağına sığınmakta bulmuştu.
Babasına benziyordu Umut. Sarı saçları ve yeşil gözleriyle sevimli ama
durgun bir çocuktu. Bir açık görüş sırasında annesiyle birlikte babasının
ziyaretine gelmişti. Babasına yakınlık göstermek istediği halde, içinden
gelenleri dışarıya yansıtamıyor gibiydi sanki...
Umut’un babasıyla el ele tutuşarak koridorda yaptıkları yürüyüşü adım adım
hatırlamaya başlamıştı, Metin Tezcanlı. İkisinin yüzünde de büyük bir mutluluk
ve heyecan vardı. Nazmi’yi ilk kez o kadar sevecen ve güler yüzlü görüyordu...
Birbirlerini o kadar geç bulmuşlardı ki, bu kadar
tez yitireceklerini kim bilebilirdi?
Metin Tezcanlı, yeniden yargılanmak üzere Sağmacılar Cezaevi’ne sevk
olduktan birkaç ay sonra bir yoldaşının getirdiği haberle irkilecek ve
günlerce uykusuz kalacaktı.
-Metin gazeteyi okudun mu?
-Henüz fırsatım olmadı İsa, hayırdır?
-Nazmi intihar etmiş.
-Kesin mi, ölmüş mü?
-Kesin... Bizimkiler de doğruluyor haberi... Üç gün olmuş... Koğuşun
banyosunda asmış kendisini…
Metin Tezcanlı’nın selam verdiği ya da selamını aldığı hemen hemen herkesin
başında bir azrailin dolaştığı söylenebilirdi: Cezaevinden tahliye olduktan
sonra ölen ya da öldürülen onlarca tanıdığı vardı...
Gümbür gümbür şiirler yazan ve aynı koğuşta kaldığı bir şair arkadaşı da,
dışarı çıktıktan birkaç yıl sonra intihar etmiş ve kimsesizler mezarlığına
gömülmüştü...
Metin Tezcanlı ile yan yana volta attığı bir gün, ” Bir mürrüvetini
göremedik şu dünyanın...” demiş ve başka bir şey dememişti...
bölüm başlıklarına git
Aldatan da yok aldatılan da
Cezaevinde yaşanan rehavet dönemleri vardı ve öylesi dönemlerde kızlarla
erkek tutukluların bir araya gelmesi fazla zor olmazdı... Üniversiteli bir
grup öğrenciyle tutuklanıp cezaevine getirilen Leyla ile kızlı erkekli
yürütülen bir koro çalışması sırasında tanışmış ve aralarında sıcak ve dostane
bir ilişki kurulmuştu: Leyla’nın cana yakınlığı ve sevecenliği, Metin’in
hoşuna gidiyordu...
Leyla, tahliye olduktan sonra Metin’in duruşmalarına katılmaya ve ailesiyle
samimi olmaya başlamıştı. Metin’in ailesi Leyla için “çok iyi bir kız; bize
çok moral veriyor” diyordu. Leyla’nın bu sahiplenici tavrı ve kendisine
yazdığı mektuplar, Metin Tezcanlı’yı mest ediyordu...
Metin Tezcanlı, tahliye olacağı günlerin kokusunu aldığı sıralarda,
Leyla’nın yazdığı mektuptaki bir cümleye takılıp kalmıştı: ” Benim bir erkek
arkadaşım vardı ama ayrıldık...” Leyla’nın yazdığı mektuplardaki içtenliğini
ve açık sözlülüğünü onun dışa dönük karakterine veren Metin, başına
geleceklerden habersiz, aynı açık sözlülük ve içtenlikle cevap yazıyordu
Leyla’ya...
Leyla, Metin Tezcanlı tahliye olduktan bir hafta sonra Metin’i aramış ve
kendisini ziyaret edeceğini söylemişti. Birlikte kararlaştırdıkları günün
sabahında Metin Leyla’yı evlerinin yakınında bir yerde karşılamış ve
yapacakları sabah kahvaltısı için yola koyulmuşlardı.
Kahvaltı bittikten sonra dışarı çıkmışlar ve nereye gidelim diye
birbirlerinin ağızlarını yokluyorlardı. Moda sahilinde karar kıldılar...
Utangaç ve içe kapalı bir kimliğe sahip olan Metin, Leyla’nın her zamanki dışa
dönük tavrının biraz durulmuş olduğunu gözlemlese de, kendisini çoktan
Leyla’nın yönlendirmesine bırakmıştı...
Moda Sahilindeki yürüyüş boyunca karşısındaki kızın açık sözlülüğüne bir
kez daha hayran olan Metin, soğuk terler dökmeye başlamıştı:
-Neler yapıyorsun, geleceğe dair plan program var mı?
-Plan program yapacak kadar vaktim olmadı ki!..
-Ne yani içerde onca zamanı boşa mı geçirdin?
-Ne gibi ?
-Yahu dışarı çıktığında neler yapacağını düşünmüşsündür demek istiyorum...
Bunun için dünya kadar vaktin olmuştur sanırım...
-Düşünmek ya da plan yapmak bir işe yaramıyor Leyla... Özgürlüğümün birinci
haftasında ben şimdi ne bok yiyeceğim diye kıvranmaya başladım... Bizimkilerin
mali durumu perişan... Telefonla birkaç eski tanıdığa ulaştım ama sanırsın ki
ben değil onlar yatıp çıkmış... Hemen ağlamaya başladı gavatlar...
-Cinselliğini yaşamak istemez misin?
-Pardon!..
-Ne pardonu... Gayet açık değil mi?
Leyla gözlerini Metin’in gözlerinin içine dikmiş bir yanıt vermesini
bekliyordu ama Metin’in bu soruya yanıt vermesi hiç de kolay değildi.
Uzun zamandır mektuplaştığı ve gizliden gizliye vurulduğu kız arkadaşına
henüz ulaşamamıştı. Üstelik, Leyla’nın kendisine yönelik böyle bir soru sorup,
yanıt bekleyeceğini hayal bile etmemişti...
Yeni kuşağın cinsellik konusundaki hızı ve medeni cesareti karşısında Metin
Tezcanlı’nın bocalaması ve yarı yolda kalması gayet anlaşılabilir bir şeydi:
Hadi şimdi de sevişelim kabilinden bir davete icabet etmek onun kitabında
yazmıyordu...
Leyla’nın cesareti ve daveti muhteşemdi. Fakat, Metin’in aradığı ya da
hayal ettiği şeylerin içinde bu teklifin yeri yoktu. Gönlündeki hayali
sevgilisinin silüetini görmeye ramak kala, bir başkasıyla sevişemezdi...
-Doğrusunu söylemek gerekirse, evet ama...
-Aması ne?
Amasını söyleyemedi Metin... Utancından başını öne eğmiş, bu işkencenin
bitmesini bekliyordu...
-Sen bilirsin Metin... Biliyor musun benim bir nişanlım var ve yakında
nişanlanıyorum... Sana hayatta başarılar dilerim...
Leyla, Metin’e söyleyecek başka bir söz
bırakmadan arkasını dönüp gitmişti...
Metin, hemen yanı başındaki bir banka oturmuş ve Leyla’nın arkasına
bakmadan gidişini izliyordu: Çok sevdiği ve çok değer verdiği bir dostunu
yitiriyor olduğunun farkındaydı ama cinsel açlığının kurbanı olamayacak kadar
da duyarlı ve sabırlıydı... Dahası, Leyla’yı üzdüğünün ve kırdığının
farkındaydı ama yapamazdı...
Belli ki Leyla’nın gönlünde Metin vardı ve onunla olup olamayacağını
denemek istemişti: Nişanlım dediği adamı ya yedekte tutuyordu ya da Metin’i
kıskandırıp harekete geçirmek için uydurmuştu...
Bir yıl sonrasında tesadüfen bir toplantıda karşılaştıklarında, Leyla’nın
Metin’in yanına gelip “nasılsın, neler yapıyorsun?” diye soruşundaki kırık ses
tonunu ve bakışındaki hüznü unutamayacaktı Metin. Leyla’nın Metin’e olan
ilgisi sadece cinsellikten ibaret değildi...
Leyla’nın kendini sunuşundaki fütursuz tavrına bir itirazı yoktu Metin’in.
Acaba o cesareti biraz da ben mi verdim diye kendini sorgulamıyor değildi ama
Leyla’nın açık sözlülüğü ve içtenliği kadar açık sözlü ve içten olmasının
dışında bir hata yaptığını sanmıyordu...
Tesadüfen karşılaştıkları toplantıdan sonra birbirlerini göremeyecekler ve
aradan uzun yıllar geçecek, her ikisinin de birbirine anlatacakları çok şey
birikecekti:
-İyi günler, Leyla Hanım’la görüşebilir miyim?
-Kim arıyor?
-Metin Tezcanlı.
-Bağlıyorum.
Yaklaşık on yıl geçmişti son görüşmelerinin üzerinden. Leyla üniversiteyi
bitirmiş bir reklam ajansında metin yazarlığı ve bir televizyon programında da
danışmanlık yapıyordu.
Metin Tezcanlı, cezaevindeyken yazıştığı kız arkadaşıyla buluşmuş ve
yaklaşık iki yıl süren bir ilişki yaşadıktan sonra ayrılmış, yurt dışına
gitmiş, geri gelmiş ve evlenip bir çocuk sahibi olmuştu.
Metin, Leyla’nın hala kendisine kırgın olabileceğini düşünüp arama
fikrinden zaman zaman vazgeçiyordu ama en nihayetinde ne olursa olsun
noktasına gelmişti...
Merak ettiği bir başka şey daha vardı: Leyla, reddedilişine hangi
gerekçeleri bulmuş ve kendisine dair nasıl bir yargıya ulaşmıştı?
Leyla’nın merhaba deyişindeki kırıklığı sezen Metin, bozuntuya vermemeye
çalışıyordu. Böyle bir kırıklığı beklemiyor değildi ama aradan yıllar geçmişti
ve aralarında geçenlerden kendisini sorumlu tutamıyordu...
-Tebrik ederim Leyla, iyi bir reklam
ajansında çalışıyorsun...
-Siktir et ajansı filan, sen neler yaptın? Görüşmeyeli epey zaman oldu...
-İki yıl müzikle uğraştım ve sahnelerde türkü söyleme şerefine nail oldum
en sonunda. Büyük bir salonda kişisel konser bile verdim...
üç yıl yurtdışında kaldım...
Döndükten sonra kitap çevirileri yaptım ve bir de roman yazdım. Sırada ikinci
ve üçüncü romanlarımın yazım işi var. Şu sıralar işsizim senin anlayacağın...
-Daha ne olsun, allahtan belanı mı istiyorsun!.. Evlendin mi?
-Evet, bir de oğlum var.
-Biliyor musun bazen senin mektuplarını tekrar tekrar okuyorum, çok güzel
yazmışsın...
-O senin güzelliğindir.
-Yok yok sahiden çok güzel mektuplar... Eminim romanın da çok güzel
olmuştur...
-İltifatların için teşekkür ederim. Sahiden romanımı okumak ve
izlenimlerini benimle paylaşmak ister misin?
-Elbette... Ama sana bir şey diyeyim: Yayınlatmak istiyorsan, doğru yerlere
götürmelisin romanını...
-Birazdan e-mail ile sana gönderirim.
-Nerede oturuyorsun?
-Bostancı’da.
-Ben de orada oturuyorum... Hayret, nasıl oluyor da karşılaşmıyoruz.
-Yahu ben dışarı çıkmıyorum ki nasıl karşılaşalım.
-Niye, karın izin vermiyor mu?
-Vermiyor şerefsizim!..
-Ortak tanıdıklarımızdan kimseyle karşılaşıyor musun?
-Vaktimin çoğunu evde geçiriyorum ama dışarı çıktığımda da hiç kimseyle
karşılaşmıyorum.
-Beyoğlu’ndaki barlara gelirsen bir çoğunu görebilirsin…
Metin, telefon etmeden önce Leyla’ya bir e-mail atmış ve nabzını
yoklamıştı. Leyla’dan gelen cevap mailinde ise bir küskünlük alameti
bulunmuyordu ama telefon konuşması süresince hissettiği tek bir şey vardı: “Bu
kız hala bana kırgın; belli etmemeye çalışıyor ama bal gibi kırgın işte!..”
Metin Tezcanlı, romanını Leyla’ya göndermiş, ondan bir yanıt beklemeye
başlamıştı... Günler, haftalar ve aylar geçmesine rağmen yanıt gelmiyordu ve
gelmeyecekti de... Beğenmiş ya da beğenmemiş; bunun hiçbir önemi yoktu
artık...
Telefonda konuşurken Leyla’nın bir ara “seni yere bakan yürek yakan”
deyişindeki serzenişin muhatabı olmaktan dolayı gerilmiş ve “bu da ne demek
oluyor” demek istemiş ama yutkunmak zorunda kalmıştı... Leyla’nın kendisini
mağdur hissetmesinin sorumlusu kendisi olamazdı ama uzatmanın da bir alemi
yoktu...
Metin Tezcanlı, Leyla’yı bir daha aramayı düşünmüyordu ama onunla
karşılaşacak olsa bile söyleyebileceği tek bir şey vardı: Aldatan da yok
aldatılan da...
bölüm başlıklarına git
Kral dairesi
“Arkadaşlar, Metin Tezcanlı dostumun birazdan başlayacak olan ilk kişisel
konserine hoş geldiniz... Sözü uzatacağımı sananlar yanılıyorlar... Ne sizlere
ne de kendisine böyle bir eziyet yapmaya hiç niyetim yoktur... Metin’e aramıza
hoş geldin diyor ve sahneye davet ediyorum.”
Kartal’daki Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi salonunu dolduran yaklaşık üç
yüz kişinin alkışlarıyla sahneye doğru yürüyen Metin Tezcanlı’nın üzerinde
siyah kot bir pantolon ve bej rengi spor bir gömlek vardı...
Sahne alma anonsu yapıldığında, söyleyeceği ilk türküyü çalmaya başlayan on
kişilik orkestranın önünden geçip mikrofona yaklaştığında, gözlerini kapamış
ve yıllardır düşünü kurduğu sahnedeki ayinine başlamıştı bile...
Konser kararını verdiğinde, Bahar şiddetle karşı çıkmış ama işe
yaramayacağını anladığında da “sen manyaksın” demişti. Arkasında ne bir
menajeri ne de bir sponsoru vardı. Cebinde değil büyük bir salonu kiralamak,
simit alacak parası bile yoktu. Sahnede türkü söyleme tutkusunun dışında hemen
hemen hiçbir şeyi yoktu...
Çevresindeki arkadaşlarına, konser verme fikrini açtığında herkesin
seferber olacağını anlamış ve kolları sıvamıştı. Konser iznini alabilmesi için
sekiz kişiden oluşan bir organizasyon komitesi kurması ve bu sekiz kişinin
temiz kağıtlarıyla birlikte Gayrettepe’deki ilgili birime başvurması
gerekiyordu.
Organizasyon komitesini oluşturması ve evraklarını tamamlaması bir haftayı
geçmedi. Başvuru için Gayrettepe’deki Birinci Şube’ye (Siyasi Şube)
vardığında, yıllar öncesini hatırladı: Onlarca polisin arasında gözleri bağlı,
elleri kelepçeli ite kaka sokulmuştu içeri... Tedirgindi: Kendisini nasıl
karşılayacaklarını ve nasıl muamele edeceklerini merak ediyordu...
Girişteki polislere niçin geldiğini anlatıp, hangi birime gitmesi
gerektiğini sordu. İlgili birimin ön kayıt kısmındaki görevliler kimlik
bilgilerini kaydettikten sonra koridorun sağındaki en son odaya gitmesini
söylediler. Yan binadaki sorgu odalarını anımsadı bir anda... Yaklaşık beş ay
kaldığı o sorgu odaları ve hücrelerde yaşananları aklına getirmemeye
çalışıyordu ama insan beynine söz anlatmak her zaman mümkün olmuyordu...
“Silahlar nerede lan? Adamlar nerede? Mehmet Beyi kim öldürdü? Orospu
çocuğu!”
Koridorun sağındaki en son odaya girip
bütün evraklarını görevli memura uzattı. Evraklara hiç bakmadan sabıka kaydı
olup olmadığını sordu memur. “Evet var” dedi Metin Tezcanlı. “Hangi nedenle?”
diye sordu bu kez. “Siyasi nedenlerle” yanıtını verdi. Masasındaki telefonun
ahizesini kaldıran memur, kısa bir numara çevirdikten sonra, “Metin
Tezcanlı’nın GBT’sini çıkarıp bana getirin” dedi ve evrakları incelemeye
başladı...
On dakika içinde yaklaşık on polis memuru Metin Tezcanlı’nın bulunduğu
odaya doluşmuş ve vereceği konserle ilgili sorular sormaya başlamışlardı.
Özgeçmişi ve referansları zaten ellerindeydi...
-Konseri kimin için veriyorsun?
-Tabii ki kendim için veriyorum.
-Yani bu işin arkasında senden başka kimse yok mu?
-Niye olsun ki, bu benim konserim.
-Ne bilelim, mesela konser parasını
herhangi bir derneğe ya da örgüte vermek gibi...
-Şüphelerinizi anlıyorum ama böyle bir şey yok...
Hepsi de dikkatli dikkatli Metin Tezcanlı’nın yüzüne bakıyorlardı. Kendi
meslektaşlarının tezgahlarından geçen Metin’in nasıl biri olduğunu merak
ediyor olmalıydılar.
-Konserde bir olay çıkar ya da slogan filan atılırsa peşini bırakmayız,
haberin olsun.
-Hiçbir şey olmayacak!.. Konserin bir tek sorumlusu var, o da benim. Her
şeyle bizzat kendim ilgileniyorum.
-Valla bir şey olursa iş DGM’ye kadar
gider, bizden uyarması...
-Her türlü sorumluluğu alıyorum.
Oniki Eylül’ün sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan ve eski bir idam
hükümlüsü olan Metin Tezcanlı’yı Devlet Güvenlik Mahkemeleriyle tehdit
etmeleri biraz hafif kaçmıştı ama, ellerinde başka bir kozları bulunmuyordu...
İzin için kendisine haber vereceklerini söyleyip, irtibat için bir telefon
numarası bırakmasını istediler. İzinin ne kadar zamanda çıkabileceğine dair
hiçbir bilgi vermediler...
Metin Tezcanlı, karartılmış olan salonda ve sahnede üzerine tutulmuş olan
projektör ışığıyla birlikte hayatının en muhteşem adımlarını atıyor ve en
mutlu insanın yüzünde yakalanabilecek ifadeler saçıyordu: Kendine güven ve
mutluluktan esrime... “Sahne benim krallığım!.. Kral dairesinde niye
heyecanlanayım ki...” Der ve çoğunlukla gülümserdi...
Sahnesi bir stadyum da olabilirdi; küçük bir tiyatro salonu da: Heyecanın
ya da tereddütün zerresi bile olmazdı. Beyninin içinde yüzlerce ve belki de
binlerce kez provasını yaptığı sahnelerin acemiliklerini çoktan üzerinden
atmış ve bir çok profesyonelin salon dolmaz korkusuyla gelmediği salonda,
yaklaşık iki saat sürecek olan krallığının tadını çıkartıyordu...
“Sevgili dostlar, bu gece beni yalnız bırakmadığınız için hepinize tek tek
teşekkür etmek istiyorum... Hepinize iyi eğlenceler... Hoş geldiniz!..”
Lafazanlıkla geçirecek bir saniyesi bile yoktu ve türkü söylemenin tam
zamanıydı...
Günler ve haftalar geçmesine rağmen konser izninden bir haber alamıyordu.
Konser orkestrasında görev alacak müzisyenlerle yaptığı görüşmelerin hepsi iyi
geçmiş ve hepsi de konservatuar öğrencisi olan çekirdek kadroyu kurmuştu. Bir
ressam arkadaşının atelyesinde provalara başlamışlar ve büyük bir keyifle
konser repertuarını icra ediyorlardı.
Lokal olarak tanınan bir isimdi, Metin
Tezcanlı. Üç kişiden oluşan bir grup kurmuş ve gruba da Türküler Denizi adını
vermişti. Hayatı dibine ve tepesine kadar yaşadığı, maddi olmasa bile manevi
olarak kendisini en zengin hissettiği ve hayattan en büyük zevkleri tattığı,
altın bir devir yaşamıştı...
Konser davetiyesi ve biletinin üstünde daha önceki konserlerinde çekilen
resimlerinden bazıları ve sol üst köşesinde de A.Arif’in “Dostuna yarasını
gösterir gibi” dizesi vardı...
Konser afişini ise ressam olan arkadaşı dizayn etmiş ve bağlama çalarken
çekilen bir resmini yeniden tasarlayarak o afişin üzerine kondurmuştu. Ne
biletlerin basıldığı matbaaya ne de konser afişi için beş kuruş ödememişti.
Sevenleri her işin bir ucundan tutmuş, Metin Tezcanlı’yı ilk kişisel konserine
hazırlıyorlardı...
“Konserin ikinci bölümüne başlamadan önce misafir sanatçı arkadaşımı
sahneye çağırmak istiyorum... Yüreğini parmaklarının arasına alıp, gönül
telinizi titretecek ... Ne demek istediğimi birazdan anlayacak ve bana hak
vereceksiniz...”
Konserin misafir sanatçısı olan genç adam, tezene kullanmadan bağlama çalma
yöntemi olan Şelpe tarzıyla öne çıkan birisiydi ve birkaç yıl içinde ünü bütün
yurt çapına yayılacak ve oldukça meşhur bir bağlama virtiözü olarak
anılacaktı. Metin Tezcanlı’nın ressam arkadaşı sayesinde tanışmışlar ve bir
keresinde de evlerine kahvaltıya gelip, kahvaltı sonrasında da yeteneklerini
ucundan ucundan sergilemeye başlamıştı.
Metin Tezcanlı ve bağlama virtiözü konser sonrasında tesadüfen birkaç yerde
karşılaşmışlar ama genç bağlama virtiözü Metin’i tanımamayı tercih etmişti...
Kendisini tanımayanı, Metin Tezcanlı hiç tanımaz ve defterden silerdi...
Şöhreti ve parayı yakalamış olan Bağlama Virtiözü, şöhret öncesi hayatının
ezikliğinden kurtulmaya başlamıştı anlaşılan. Eskiler boşuna, “akçe akıl, don
yürüyüş öğretir” dememişlerdi...
Konser izninin gelmediğini gören Metin Tezcanlı, bilet satışında görevli
arkadaşlarına, “tanıdıklarınız dışındakilere bilet satmayı durdurun” talimatı
verdiğinde, konser tarihine nerdeyse on beş günlük bir süre kalmıştı. Konsere
izin verilmediği taktirde yaşanacakları düşünmek bile istemiyordu.
Yüzlerce insana dert anlatmak bir yana, toplanan paraların iade edilmesi
bile ciddi bir sorun teşkil edecekti. Paraları iade edilse bile, o kadar
insanı hayal kırıklığına uğratmayı göze alamazdı. Bu onun ilk konseriydi ve
dinleyicilerine mahcup olmayı içine sindiremez ve altından kalkamazdı. “Sadece
tanıdıklara satabilirsiniz arkadaşlar. Telefon numarası olan ya da adreslerini
bildiklerinize...”
Ne yapacağını bilemiyordu: Ne iptal
edebiliyor ne de bilet satabiliyordu... Konser izninin dışında hiçbir problem
yaşamıyordu: Belirli bir ücret karşılığı anlaştığı müzisyenlerin dışında
gönüllü olarak orkestraya katılan ve hiçbir ücret talep etmeyen müzisyenler
bile vardı provalara katılan...
Salonun avansını ödemiş, kalanını da konser günü ödemeye söz vermişti.
Bilet satışından toplanan para salon kirasını karşılıyordu ama müzisyenlere
verecek para yoktu henüz. Hoş çocuklar da “Abi sen merak etme biz almasak da
olur. Sen bizi unut, diğer işlerle ilgilen. Hasta olmamaya bak, tempon çok
ağır ve gerilimin daha da artacak...” Demişlerdi ama uykuları da kaçmaya
başlamıştı zaten. Ses düzeni gerekiyordu... Video çekimi de iyi olurdu
aslında.
Konser tarihine tam bir gün kala konser
iznini verdiler... Vermemeleri de bir olasılıktı ama Metin Tezcanlı, her iki
olasılığa göre yapmıştı hazırlıklarını. Konser başlamadan kulise gelen bir
sivil polis memuru, hala “unutma bu iş DGM’ye kadar gider” diye tehdit
ediyordu...
“Olmuyor arkadaşlar, olmuyor ya... Ne akortlarınız tutuyor ne de
orkestradan çıkan sesle benim sesim arasında bir uyum var. Yahu sabahtan
beridir prova yapıyoruz ve böyle devam edecek olursak, ses mes kalmaz bende ve
rezil oluruz...”
Günlerin ve haftaların yorgunluğuna bir
de konser öncesinin son provası gerilimi eklenmişti. Mektepli değildi ama
müthiş bir kulağı vardı. Duyduğu seslerin tınısını beynine kaydeder ve asla
unutmazdı. Orkestradan da kendinden de istediği sesleri alamıyordu ve hafiften
paniklemeye başlamıştı...
“Abi bu iş böyle olmayacak... Sesini ne kadar yorduğunun farkında
değilsin... Bak şimdi bütün enstrümanları do’ya çekeceğim... Biz daha önceki
provaları doğal seslerle yaptık ama ses düzeni ve elektronik enstrümanlar işin
içine girince bazen böyle olur... Orkestranın kumandasını ben alıyorum abi...
Sen git bir çay iç ve biraz dinlen.”
Ne çay içebilirdi ne de dinlenebilirdi: Diken üstündeydi... Anadolu
yakasındaki en iyi ses düzencilerinden birini kiralamıştı ve daha önce
defalarca birlikte çalışmışlardı. Bir çok ünlüye ses düzeni kuran ve “bazen
beni bile kendimden geçirtiyorsun” diyen, Mahmut Usta’yı gidip boğmak
geliyordu içinden: Kendi yerine oğlunu göndermişti...
Salonun atmosferine hiç de yabancı değildi. Defalarca sahne almış ve
yüzlerce insandan oluşan kalabalıkları ayağa dikmişti. Bir keresinde A.Arif’in
Otuzüç Kurşun’unu okurken, o uzun şiir boyunca ayakta alkışlanmış ve
hayatındaki en büyük toplu ayinini yaptırmıştı...
-Ya kızlar siz beni delirtmek mi istiyorsunuz?.. Onca zamandır birlikte
söylüyoruz, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik ama bugün bir tuhafsınız ya!..
Vokalin görevi soliste eşlik etmektir, solistin önüne geçmek değil. Sizi
tanımıyor olsam şu dakika kovacağım ama ikiniz de benim canım ciğerimsiniz.
Kendiiniize geeeliiinn!..
-Abi sinirlenme her şey tamam... Akortlar da tutuyor, sesin de... Biz
sahnede detone olan ve bunun farkına bile varamayan nice ünlüyle de
çalıştık... Sen içgüdülerinle türkü söylüyorsun ve sahneye çok hakimsin, sana
bir şey olmaz sahnede. Ben seni defalarca izledim... Biraz yorduk seni ama
merak etme, her şey istediğin gibi olacak...
-Ulan Murat, sen de olmasan halim perişan olurdu, iyi ki varsın... Hayır
şunu anlamıyorum: Hadi ben yorgunum ve üstelik de gerginim. Ya bunlara ne
oluyor?.. Hepsinin de sahne deneyimi ve müzik eğitimi var. Dahası uzun
zamandır birlikte çalıp söylüyoruz....
-Abi kızma ama senin gerilimin hepimize geçmiş durumda. Çok titiz olmak
bazen başa bela oluyor işte... Bir de ortalık sivil polis kaynıyor... Gireni
çıkanı, hepimizi kameraya kaydediyorlar... Hiç birimiz alışkın değiliz böyle
bir şeye...
-Haklısın: Kimseye bir şey demeye hakkım yok aslında. Benimle sahneye
çıkmanız bile büyük cesaret... Neyse, kazasız belasız atlatalım, o bile başarı
sayılır... Salonun yarısı dolar diyor arkadaşlar... Hepinizin parası kuruşuna
kadar ödenecek... Bunca eziyetten sonra teselli ikramiyesi sayılır ama sizlere
mahcup olmayacağım, bu da bana yeter de artar bile...
-Abi şu anda kimsenin parayı pulu düşündüğü yok... Yüzün biraz gülsün, bu
bize doping etkisi yapar... Senin ihtiyaç duyduğun şeye bizim de ihtiyacımız
var: Gülümse ve biraz gaz ver çocuklara... Sonuca kendin de şaşıracaksın...
-Ulan büyük adamsın, başka ne diyeyim...
Oldukça ritmik, Kürtçe bir ezgiyle başlamıştı konserine... Gırtlak yapısı
ve telaffuzunda sorun yoktu. Kürtçe bilip bilmediğini soranlara: “Hayır
bilmiyorum. Bilmiyorum ama çocukluğumda epeyce Kürtçe türkü dinledim...
Asimile olmuş bir Kürdüm ben ” derdi...
Konserden birkaç gün sonra buluştuğu en yakın arkadaşlarından birisi olan
Nedim, Metin Tezcanlı’yı kıyasıya eleştirmeye başlamıştı, neredeyse kavgaya
tutuşmak üzereydiler.
-Yahu sanki konser esnasında başka bir yerde randevun varmış gibi iki de
bir saatine bakıp durdun. Dahası, konseri erken bitirdin. Millet tam havaya
girmiş zıp zıp zıplıyor, sen “burada bitirmek zorundayız” diyorsun...
-Nedim, konser repertuarını bitirmiştik... Çavbella’yı söylerken gençlerin
zafer işareti yapmaya başladıklarını gördüm. Zafer işaretinin ardından gaza
gelip slogan filan atmalarından da endişe ettim. Tatsızlık çıkmasını
istemiyordum. Salondaki dinleyicilerin çoğunluğunu aileler oluşturuyordu ve
çoğu da politik olmayan insanlar... Çıkabilecek herhangi bir tatsızlığın
onlara haksızlık olabileceğini de düşündüm... Benim siyasal kimliğime destek
vermek için değil, yorumcu kimliğime destek vermek için geldiklerinin
farkındaydım...
-Zaten politik olan dinleyicilerin de repertuarını pek beğenmediler dersem
abartmış olmam. Daha doğrusu, repertuardan ziyade, ne politik içerikli bir
konuşma yaptın ne de herhangi bir mesaj verdin...
İnsanların senden duymak istedikleri şeyler vardı ve sen onlardan hiç
bahsetmedin. Bir anlamda kendi potansiyel kitleni hayal kırıklığına
uğrattın... Aylarca işkence gören, yıllarca hapishanede yatan ve idam hükmü
alan sen değil misin kardeşim?.. Bunlar senin sermayen. Kendi sermayen
dururken...
-Ya bırak bu klişe lafları allahaşkına!.. Mesaj verenleri de, o manasız
konuşmaları yapanları da görüyoruz işte... Ucuz kahramanlık yaparak kaset
satış rakamlarını artırabilirler, o kadar... Ben sadece türkü söylemek
istiyorum kardeşim... Şiir okumak istiyorum... İçerikten, biçimden ve
estetikten yoksun siyasal bildirilere benzer konuşmalar yapmak istemiyorum ki
sahnede...
-O zaman kaset yapmayı da, sahnelere çıkmayı da, kitlelerle birlikte ayin
yapmayı da unut gitsin... Bu kafayla ve bu bakış açısıyla, bu işten ekmek
yiyemezsin... Git kendine başka bir iş bul...
-Ne mesajı verirsen ver kardeşim, insanlar almak istedikleri kadarını
alıyorlar ve onların almak istedikleri, bizim vermek istediklerimizin çok çok
altında... Bırak şimdi bunları... Yerel organizatörler, “sen bu işi nasıl
becerdin?” diye hayran hayran soruyorlar.
Hiçbir derneğe, partiye ya da örgüte dayanmadan yaptığımız işle övünmek
yerine, boş laflar etmenin bir manası yok... Ben, bütün engellere rağmen
sonuçtan gayet memnunum; devamının olup olmaması başka bir şey ve biraz da
beklentilerle alakalı...
Senin söylediklerinin tam tersini söyleyenlerde oldu... Yok yeni bir bilmem
kim doğuyor; yok geleceğin bilmem ne kadar büyük sanatçısı... Ben onları da
dikkate almıyorum... Kendi aralarından bir şöhret yaratıp, onunla gururlanmak
ve teselli bulmak istiyor olabilirler ama, yemezler!..
Farklı farklı tepkilerin ve beklentilerin olmasına şaşırmıyordu. Herkesi
memnun etmeye çalışmanın aptallık olduğunu öğreneli, hayli zaman olmuştu.
“Yıllarca kurduğum bir hayalimi gerçekleştirdim bu gece... O hayal ki
yıllarca yakıp kavurmuştu içimi... Ateşimi düşürdüğünüz ve içimi
ferahlattığınız için hepinize minnettarım... O kadar çok insanın emeği geçti
ki bu konserin gerçekleştirilmesinde, onlara olan gönül borcumu nasıl
ödeyeceğimi de bilemiyorum doğrusu...
Bir arkadaşımın oradan “türkü söyleyerek ödersin” dediğini duydum, bundan
daha muhteşem bir teklif olamaz... Arkamda bana eşlik eden değerli müzisyen
dostlarıma alkışlarınızı esirgemeyeceğinizi biliyorum... Sizleri kuru bir
teşekkürle göndermek istemiyorum... En iyisi hep birlikte Çavbella’yı
söyleyerek vedalaşalım...”
Metin Tezcanlı, sahneden tam ayrılacağı sırada, protokol koltuklarında
oturan arkadaşlarının ve tanıdıklarının kendisini kutlamaya geldiklerini fark
etti ve tek tek onlarla ilgilenmeye başladı...
Kendisini öperek tebrik eden son üç kişinin sivil polis olduğunu fark
ettiğindeyse, içten içe “şimdi boku yedik işte” diye hayıflanmaya
başlamıştı... ”Otuzüç Kurşun’u çok güzel okudun, tebrik ediyoruz” demiş ve
çekip gitmişlerdi ama arkalarında bıraktıkları manzaranın hangi tarafında
durduklarının ne kadar farkındaydılar acaba?..
Gözlerine ve kulaklarına inanamayan Metin Tezcanlı, “birileri bu adamların
beni öperek kutlamasını gördüyse ve bu heriflerin sivil polis olduğunu da
biliyorsa, bittiğimin resmidir...” Diye düşünüyor ama kimseye de bir şey
soramıyordu. Hoş kimsenin de gelip “bu adamlar sivil polisti, sen bunlara
elini ve yanağını nasıl uzatırsın?” diye sorduğu da yoktu ama, olsa bile ne
diyecekti ki?..
Bir boş bulunma durumu vardı ama kendisine elini ve yanağını uzatan, tebrik
eden insanlar sivil polis bile olsalar, Metin Tezcanlı’nın o anda onlara
kabalık yapması düşünülemezdi. Konser öncesinde hafif yollu bir gözdağı
vermişler ama, ne kendisine ne de dinleyenlerine herhangi bir kötü muamelede
bulunmamışlardı. Görevlerini yapmışlar ve yaparken de fevri davranışlarda
bulunmamışlar ve sorun çıkartmamışlardı. Bundan iyisi can sağlığıydı!..”
Kulise girdiğinde yorgunluktan bayılmak üzereydi ama gerçekleşen bir
hayalin yorgunluğu belki de hayattaki en hoş yorgunluk cinsiydi... Aceleyle
sigarasından birkaç nefes çektikten sonra kulisten fırlayacak ve hayalinin
gerçekleşmesine “yardım ve yataklık” edenleri uğurlamaya koşacaktı...
bölüm başlıklarına git
Belki bir gün dönerim
Metin Tezcanlı, korsan gösteri yapan bir grup öğrencinin tutuklandığını ve
koğuşlara dağıtıldığını duyduğunda yine heyecanlanmıştı. Gelenlerin
üniversiteli oluşunun bir çok anlamı vardı: Yeni kuşağı tanıma fırsatı buluyor
ve aralarındaki farkları gözlemleyebiliyordu...
Bir kolu alçıda ve kafası bandajla sarılı olan Hüseyin’i gördüğünde içinden
gülmek gelmişti. Gözaltına alınırken fena bir dayak yemiş ama görüntüsüne
inat gülümsüyordu. Kim bilir belki de kendi haline gülümsüyordu...
İlk günden kurdukları ilişkinin yıllar boyunca devam edeceğini
kestirmelerine imkan yoktu ama, Hüseyin’in verdiği bir sözü yerine getirmesi
Metin için ciddi bir göstergeydi...
Metin Tezcanlı, korsan gösteriden
tutuklanıp içeri atılan bir üniversiteli kıza vurulmuş ama kıza açılma fırsatı
bulamadan kız tahliye olmuştu.
Metin, tahliye olan kızın ardından bir mektup yazmış ve Hüseyin’den de
mektubu kıza iletmesini istemişti. Hüseyin, tahliye olurken “bizim okulda
değil ama hangi okulda olduğunu biliyorum... Merak etme mutlaka iletirim.”
Demiş ve tahliye olup gitmişti... Aradan on beş gün geçtikten sonra
Hüseyin’den gelen mektup, Metin Tezcanlı’nın beklediği iyi haberi getirmese
bile, Hüseyin sözünü tutmuş, Metin’in mektubunu üniversiteli kıza iletmiş ve
kızdan bir yanıt almayı da başarmıştı.
“Mektubunu istediğin arkadaşa ilettim... Bana, kendisine duyduğun ilgiye
çok sevindiğini ama bir erkek arkadaşının olduğunu söyledi... Yapacak bir şey
yok, sana başka birini bulacağız anlaşılan...”
Hüseyin’in verdiği sözü tutması, Metin Tezcanlı için altın değerindeydi...
Nice sözler verip bir daha da kendilerinden haber alınamayan onca insanın
yanında, Hüseyin farklı bir statüye sahipti artık...
Metin Tezcanlı, tahliye olduktan kısa bir süre sonra cezaevinden tanıdığı
bir arkadaşının düğününde tekrar karşılaştı Hüseyin ile...”Bu akşam benim
misafirimsin, itiraz istemiyorum...” Teklifine hayır demesi için bir nedeni
yoktu ama, olsa bile, Hüseyin’e hayır diyemezdi...
Gecenin bir vakti düğün salonundan çıkıp, Hüseyin’in baba evine doğru yola
çıktılar... Yol boyunca Hüseyin’in anlattıkları Metin’in kanını dondurmaya
başlamıştı. “Benim bir küçüğüm olan erkek kardeşim bir kaza geçirdi... Şu anda
Bakırköy’deki fizik tedavi merkezinde tedavi görüyor ama durumu pek iç açıcı
değil... Göğsünden aşağısı tutmuyor... Yaşı çok genç ve başına geleni
kabullenemiyor... Daha yirmi üç yaşında ve şimdiden tekerlekli sandalyeye ve
birinin refakatine muhtaç...
Şişli’de belediyeye ait bir inşaatın yanından geçerken inşaatın vinci
üzerine devriliyor... Yoğun bakımdaki doktorlar “birkaç saate kadar ölür,
kendinizi hazırlayın” dediler ama ölmedi... Bazen sinir krizleri geçiriyor ve
etrafında ne varsa kırıp döküyor... Tedavi görüyor ama ayağa kalkma şansı
yok... Ne yapacağımızı bilemiyoruz...
İnşaatı yapan taşeron müteahhitlik firması olayı ucuz yoldan kapatmaya
çalışıyor. Dava açıldı ama ne zaman biteceğini kestirmek mümkün değil...
Kardeşimin bütün hayatına karşılık teklif edilen paranın miktarını söylesem
inanmazsın...”
Metin Tezcanlı, Hüseyin’in kardeşinin başına gelen bu felaketi can
kulağıyla dinlemiş, ve “ yarından tezi yok kardeşini görmek istiyorum”
diyerek, Hüseyin’e destek olmak istemişti... Kendi yaşadığı felaketleri bir
anda unutan Metin Tezcanlı, tekerlekli sandalyeye ve bir bakıcıya muhtaç olan
genç adamı merak ediyor ve bir an önce onu görmek istiyordu.
Fizik tedavi merkezine vardıklarında Metin Tezcanlı’nın kanı çekilmeye ve
dili tutulmaya başlamıştı... Kelimelerle ifade edilemeyecek hayatlar geçiyordu
gözlerinin önünden... Genç, yaşlı ve çocuk hayatlar... Hissetmedikleri vücut
parçalarıyla yaşamaya mahkum hayatlar...
Hasan’ın bulunduğu odaya girdiklerinde, Metin Tezcanlı’nın söyleyebileceği
hemen hemen hiçbir şey yoktu. Yatakta yatan ve ayağa kalkma yeteneği olmayan
genç adama, ne diyebilirdi ki?
-Geçmiş olsun Hasan... Benim adım Metin... Abinin arkadaşıyım.
-Abim senden söz etmişti... Hoş geldin
diyeceğim ama insan böyle bir yere nasıl hoş gelir, onu bilemiyorum...
Hasan’ın söylediği sözlerin içindeki ince ironiyi fark eden Metin, zihnen
sağlıklı, bedenen engelli olmanın ne demek olduğunu gözleriyle görmenin şokunu
belli etmemeye çalışıyordu ama şaşkın ve çaresizdi... Kendini toparlamaya
çalışıyordu, fena dağılmıştı... Kendisine kolonya ikram eden Hasan’ın
annesinin yüzündeki ifadeyi yakalamakta gecikmemişti:Canlı cenaze!..
Hastanenin kafeteryasında çay içme teklifinde bulunan Hasan, annesinin ve
abisinin yardımıyla yatağından alınmış ve tekerlekli sandalyeye
oturtulmuştu...
Çaylarını içtikten sonra hastanenin bahçesinde ayaküstü yapılan sohbet
sırasında, “ daha seninle futbol oynayacağız... Umudunu yitirme, tıp bilimi
her geçen gün gelişiyor...” Diyen Metin’in söylediklerine, “ öyle olsun ama bu
halimle biraz zor” yanıtını verdikten sonra, gülümseyerek ayaklarına bakmıştı,
Hasan.
Hasan’a moral olsun diye söylediği sözlerin hiçbir anlamının olmadığını
fark ettiğinde, söylediklerine pişman olmuştu ama başka ne diyebilirdi ki?..
Geçmiş olsun demekle geçmeyen; hoş geldin demekle hoş gelinemeyen bir mekanda,
umut nasıl bir şey olabilirdi ki?..
İlk karşılaşmalarının üzerinden üç yıl gibi bir zaman geçmişti... Metin
Tezcanlı yurtdışına yeni bir hayat kurmaya gidiyordu ve geri dönmeyi de
düşünmüyordu. Gittiğinden bir tek kişinin haberi oldu ve bir tek o kişiyle
vedalaştı...
-Bizi sazından sözünden mahrum bırakıp nereye gidiyorsun be birader?..
-Gitmem lazım Hasan. Gitmezsem çatlarım, çatlamak üzereyim zaten... Bu
halinle kalkıp benim bedelli askerlik parası için başkasından borç para bulup
işimi hallettin... Büyük adamsın... Sapasağlam olan bir çok arkadaşımın ve akrabamın
yapmadığını yaptın... Senin yaptığının yanında benim sazımın sözümün lafı mı
olur...
-Öyle deme yahu, öyle deme... Seni çok özleyeceğiz... Belki de kendin için
en doğrusunu yapıyorsun ama yerini nasıl dolduracağız, ben onu düşünüyorum...
-Yerimi boş bırak Hasan’ım... Belki bir gün dönerim...
-Öyle olsun birader, öyle olsun...
bölüm başlıklarına git
Hala İstanbul’da mıyız?
Tam üç gün boyunca krallar gibi ağırlamışlardı, John ve Barbara’yı... Metin
Tezcanlı, yurtdışına yerleşme kararını verdiğinde, Bahar, İngiltere’deyken
tanıştığı John ve Barbara’yı arayarak, Metin’in İngiltere’ye girmesi için
gereken vize işlemlerinde ve oraya yerleşmesinde yardımcı olup
olamayacaklarını öğrenmek için telefon etmiş ve olumlu yanıtlar almıştı...
John ve Barbara’nın yardımcı olacakları sözünü vermeleri Metin Tezcanlı’yı
mest etmişti... İngiltere ile kurulan telefon köprüsünü yöneten Bahar, John ve
Barbara’nın İngiltere’deki en solcu ve en radikal örgütünün üyeleri olduğunu
ama son dönemde o örgütten ayrıldıklarını aktarmış ve Metin’e, “ beş para
etmez nice adamlara yardım ettiler ve hala da ediyorlar... Senin gibi birisi
için yapabileceklerinin azamisini yapacaklarından hiç kuşkum yok... Dil
sorununu çözdüğünde orada mutlu bile olabilirsin” demiş ve eklemişti:
-John ve Barbara buraya geliyorlar Metin.
-Sebep?
-Hem seninle tanışmak hem de vize işlemleri hakkında görüşmek
istiyorlarmış.
-Bunun için gelmelerine gerek yoktu... Mektuplaşarak ya da telefon ile
halledebilirdik bana kalırsa...
-Ben de senin söylediklerini söyledim onlara ama dinlemediler... Uygunsak,
Perşembe gecesi geleceklerini ve Pazar günü de döneceklerini söylediler. Onlar
için buraya gelmek, bizim Ankara’ya gidip gelmemizden daha kolay. Maddi
durumları hem iyi hem de vize filan isteyen de yok... Gün içerisinde bile
gelip gidebilirler...
-Ne iş yapıyor bu arkadaşlar?
-John elektronik mühendisi, Barbara da
İngilizce öğretmeni. Kendi şirketleri de var ama atıl durumda yanılmıyorsam...
Metin Tezcanlı, Yeşilköy Havaalanı’nın dış hatlar bölümünde John ve
Barbara’yı beklerken oldukça heyecanlıydı: Kırık dökük İngilizce’siyle iki
İngiliz’i karşılamak ve ağırlamak kolay olmayacaktı. Bahar, “benim canım
gitmek istemiyor. Sen tek başına da karşılayabilirsin” demiş ve misafirlerin
havaalanından eve getirilmesi işini Metin’e havale etmişti.
Elinde tuttuğu A-4 kağıdının üzerinde gelecek olan misafirlerinin adları
yazılıydı. Kendisine doğru yürüyen ve tipik bir İngiliz erkeğinin bütün
özelliklerini üzerinde taşıyan John’un arkasından gelen Barbara’ya ise İngiliz
demek için bin şahit gerekiyordu. Hiçbir tarafı İngilizlere benzemiyordu...
Garajdaki arabaya binene kadar birkaç cümlenin dışında pek bir şey
konuştukları söylenemezdi. Hoş beş ve hal hatır sorarak durumu idare etmişler
ve daha çok birbirlerini süzmekle meşguldüler...
Kızıltoprakta’ki eve vardıklarında saat neredeyse sabahın beşine geliyordu
ve yatıp uyumak en iyisiydi... Nasıl olsa üç gün boyunca birlikte olacaklardı.
Muhteşem bir sabah kahvaltısıyla güne başladıklarında, masada bir kuş sütü
eksikti... Sucuklu yumurtalar, reçeller, envai çeşit peynirler ve diğer
kahvaltılıklar... Neredeyse iki saat boyunca o kahvaltı masasında oturmuşlar
ve hoş bir sohbete koyulmuşlardı...
-Metin, neden İngiltere’ye yerleşmek istediğini soruyorlar.
-Sen biliyorsun gülüm, benim yerime anlat gitsin.
-Ayıp olur, sen anlat ben tercüme ederim.
-Bu ülke ile olan siyasi ve sosyal bağlarımın koptuğunu söyle. On yıl
cezaevinde kaldığımı biliyorlar zaten. Tıkandım ve kendime yeni kapılar açmak
istiyorum. İşsizlik ve yalnızlık da cabası... Dil öğrenmek ve mümkünse orada
bir iş bulup çalışmak istiyorum. Kısacası, yeni bir hayat kurmak istiyorum...
-Aileni ve yaşadıkları yeri görmek istiyorlarmış... Tabii sen istersen ve
izin verirsen...
-İzin vermek de ne demek; başım gözüm üstüne...
-Vize işini, gelmeden iyice araştırdıklarını, göçmen bürosunda çalışan bir
arkadaşlarıyla görüştüklerini ve işin bütün püf noktalarını öğrendiklerini
söylüyorlar...
Kendi şirketleri adına sana bir davetiye göndereceklerini ama burada da bir
şirkette üç dört ay çalışıyor gözükmen gerektiğini söylüyorlar...
Buraya gelmek istemelerinin asıl nedeni
de buymuş. Şirketlerinin faaliyet alanlarından birisi bilgisayar sektörüymüş.
Bir bilgisayar şirketi bulmamızın ve hemen oraya işe giriş yapmanın iyi
olacağını söylüyorlar...
-Ondan kolayı ne... Şimdi Turgay’a bir telefon edelim, yapsın işe
girişimi... Sigorta giderlerini biz karşılarız, olur biter...
-Böyle bir olanak varsa, hiç vakit kaybetmeyelim, hemen Turgay’ın şirketine
gidelim ve işlemleri başlatalım diyorlar. Şirket hakkında edinecekleri her
türlü bilginin ilerde bir sorun çıkması durumunda çok işe yarayacağını
söylüyorlar... Vize konusunda hiçbir açığımız olmamalıymış, aksi taktirde
ileride başımız belaya girebilirmiş... Senin anlayacağın hem sana yardım etmek
istiyorlar hem de korkuyorlar. Korkularını gidermek için gelmiş yoldaşlar...
-Tamam. Nasıl istiyorlarsa öyle yapalım. Her şey zaten yasal yollardan ve
yasal kayıtlarla yapılacak. Turgay’ın şirketini görür ve biraz da bilgi sahibi
olurlarsa mesele kalmayacak anlaşılan... Turgay’ın benim gibi bir adam
olduğunu söylememize gerek var mı?
-Söyleyelim, hoşlarına gider...
Turgay’ın şirketindeki görüşmeler ve bilgi alışverişi Metin Tezcanlı’yı
fazlasıyla germiş ve “artık kalkalım” demek zorunda kalmıştı. John, sanki vize
işlemlerini kolaylaştırmaya değil de Türkiye’ye yatırım yapmaya gelmiş bir
yabancı gibi, olur olmaz her konuda Turgay’a sorular sormaya başlamıştı...
Metin, cezaevinden tanıdığı arkadaşı olan Turgay’ın ters bir adam olduğunu
gayet iyi biliyordu. John’un vize ile ilgili sorularına ayrıntılı yanıtlar
vermekle birlikte, yavaş yavaş “kalkın gidin artık” der gibi bakmaya
başlamıştı etrafına...
-Turgay sen sigorta girişimi yap, ben primleri yatırırım... Sana teşekkür
borçlu olduğumu söylemek istiyorum arkadaşım. Çok sağol...
-Londra’ya geldiğimde otel parası filan vermem ona göre...
-Ne demek, sana her şey dahil bir tatil yaptırmak, boynumuzun borcu oldu
artık.
Turgay’ın şirketindeki görüşmeden sonra Üsküdar’daki Kanaat Lokantası’nda
akşam yemeği yendi ve Kızıltoprak’taki eve doğru yola çıktılar ama bir yaz
akşamının bütün pırıltılarını yansıtan Salacak’ta, bir cafede denize karşı
içilen çayların eşliğinde koyulaşan muhabbet, Metin Tezcanlı için başka başka
anlamlar da içeriyordu ...
Üç gün öncesinde, Haydarpaşa-Gebze treninde keman çalan adama “Ela gözlüm
ben bu elden gidersem/ Zülfü perişanım kal melul melul/Kerem et aklından
çıkarma beni/Ağla gözyaşını sil melul melul” türküsünü çalmasını istemiş ve
türkünün melodisini dinlerken, neredeyse kendini trenden aşağı atacak kadar
efkarlanmıştı Metin Tezcanlı... Gidiyordu işte ve kararından cayması da söz
konusu değildi... Daha gitmeden gurbet çökmüştü içine...
***
Kızıltoprak’taki evden çıkmak üzerelerken, John, Barbara’nın üzerine
giydiği tayta itiraz etmiş ve daha uygun bir şey giymesi için Barbara’yı
uyarma gereği duymuştu her nedense...
-Metin, adamlardaki inceliği görüyorsun değil mi? Senin ailenin nasıl bir
aile olduğunu tahmin ettiler bana kalırsa ve bu yüzden John, karısının tayt
giymesine izin vermedi.
-Çok şaşırdım ve her ikisini de çok
taktir ettim doğrusu. Gözlerimin önünde olmasa inanmazdım herhalde. Benim bile
fark etmedim Barbara’nın tayt giydiğini... Hoş bizimkiler de yadırgamazdı
ama...
Pendik’teki Aydos Dağı’nın eteklerindeki gecekonduların arasında, asfaltsız
ve toz toprak içindeki yollardan Metin Tezcanlı’nın ablasına gidiyorlardı.
Öğle yemeği yenecek ve ardından da annesinin babasının ve kardeşlerinin
yaşadığı eve gidilecekti...
Arabayı kullanan Metin, İngiliz konuklarının sorduğu soruyu anlamış ve
cevabı da kendisi vermişti.
-Hala İstanbul’da mıyız?
-Evet, hala İstanbul’dayız. Tam ortasında!..
Annesiyle kıyaslandığında, ablası hem daha şehirli ve hem de çok titiz
sayılırdı. Ablasının evinin derli toplu ve temiz olduğunu bilmek Metin’i
rahatlattığı için ziyaret önceliğini ona vermişti...
Köfteler John’a bakıyordu, John da köftelere...
-Metin, misafirin neden yemeğini yemiyor?
-Abla bu adamcağız vejetaryenmiş... Köfteleri yemesi mümkün değil... Sen
ona pilav ve salata takviyesi yap... Garip, bir şey de diyemedi, yazık...
-Gelmeden önce beni uyarsaydın, ona göre hazırlık yapardım a kardeşim...
-Abla dert etme, ben iyi bakıyorum onlara.
Ablasının evinin içi fena sayılmazdı ama sonuçta İstanbul’daki en yoksul
gecekondu semtinde oturuyordu ve evine gelen misafirlerin yol boyunca
yaşadıkları şoktan kurtuldukları da söylenemezdi...
Annesinin evine vardıklarında kalabalık bir topluluk tarafından
karşılandılar... Çaylar içilirken, Metin Tezcanlı’nın annesi bir ara yan
taraftaki odaya gitmiş ve bir bohça ile geri dönmüştü.
-Bahar, kızım söyle Barbara’ya hangisini beğenirse onu alsın... Bazılarını
kendim ördüm, bazılarını da komşularım... Almazsa darılırım bunu da söyle.
Hatıramız olsun...
-Anne, John “bana bir şey yok mu?” diye soruyor.
-Metin’e ördüğüm bir kazak vardı...
Beğenirse seve seve veririm... Metin fazla alacalı bulacalı olmuş diye
almamıştı...
John, kendisine uzatılan ve neredeyse gökkuşağındaki bütün renkleri
üzerinde taşıyan kazağı büyük bir sevinçle almış ve Metin Tezcanlı’nın
annesiyle sarmaş dolaş olmuşlardı. Misafirlerin de ev sahiplerinin de keyfine
diyecek yoktu. Her iki taraf da birbirlerini ilk ve son kez gördüklerinin
gayet farkındaydılar sanki...
John ve Barbara “hayatımızda geçirdiğimiz en güzel üç gün” diyerek veda
etmişlerdi havaalanında ama, Metin Tezcanlı’ya göre sivri sinekler fena
hırpalamıştı konuklarını... Koşuşturmacadan ve verilen ziyafetlerden dolayı
sivrsinek ilacı almayı akıllarına bile getirememişlerdi...
bölüm başlıklarına git
Bumerang
Metin Tezcanlı’nın Londra’ya varması hiçte zor olmadı: John ve Barbara’nın
kendi şirketleri adına gönderdikleri davetiye vize sorununu gidermeye yetmiş
ve İngiltere’ye girişte ciddi bir zorluk yaşamamıştı... Bütün evrakları
yasaldı ve yasal mercilerden alınmıştı. On yıl hapishanede yattıktan sonra
başını tekrar derde sokmak gibi bir niyeti olamazdı zaten...
Bahar, Metin’in Londra’ya ulaşmasından bir buçuk ay sonra Kızıltoprak’taki
evini bile boşaltamadan soluğu Metin’in yanında almıştı. Londra’yı ve
Londra’daki mültecileri tanıyan Bahar’ın varlığı Metin’in yalnızlığına ve
yabancılığına ilaç gibi gelmişti...
Günler, haftalar ve aylar geçtikçe, hem yeni insanlar tanıyorlar hem de
Bahar’ın eski tanıdıklarıyla buluşmaya başlıyorlardı. John ve Barbara’nın
evinde tanıştıkları ve ara sıra görüştükleri Naci ve Bayram kardeşlerin
hikayesi, diğerlerinden oldukça farklıydı... Bahar’ın çocukluğunu ve genç
kızlığını geçirdiği semtin çocuklarıydılar ve yolları Londra’da kesişmişti
işte...
-Hayat ne garip değil mi Metin?.. Kırk yıl düşünsem, onlarla burada
karşılaşacağım aklımın ucuna bile gelmezdi...
-Eh, dünya küçük dedikleri bu olsa gerek... Yeşilköy niree, Edmonton
nire... Benim anlayamadığım şey, bizimle karşılaştıklarına bu kadar çok şaşırmış ve şok olmuş olmaları...
Naci’nin burada cezaevine girme nedeni bana hiç de inandırıcı gelmedi...
John, kefalet parasını yatırıp Naci’nin serbest kalmasını sağlamış ama
başını nasıl bir belaya soktuğunun farkında değil bana kalırsa... Bence
uyuşturucu ticaretinin içindeler bu insanlar...
-Naci Abi bizim koruyucu meleğimizdi...
Mahallenin kabadayısı sayılırdı. “sizi rahatsız eden biri olursa haberim
olsun” der ve daima bize abilik yapmaya çalışırdı... Özünde çok iyi bir
insandı ama aradan nerdeyse yirmi yıl geçmiş... Benim solcu oluşuma ve senin
gibi bir adamla birlikte olmama da şaşırmış olabilirler... Bayram abiyi zaten
fazla tanımam...
-Naci çok samimi davranıyor ama Bayram, sanki bir şeyleri saklamak istiyor
gibi... John’un onlara dair fazla konuşmak istemeyişi de gözümden kaçmadı.
-John onları örgütlemek için bu işe bulaşmıştır... Belki durumu fark etti
ama iş işten geçmiş durumda... Yakında, karar duruşması var ve durum açıklığa
kavuşur herhalde...
-Umarım onların dediği gibi bir yanlışlık sonucu yargılanıyordur Naci...
Çok cana yakın ve bize iş kurmak gibi bir projesi bile var... Bayram, hiç
oralı olmuyor ama...
-Naci Abi’nin kişiliği bu... Başı darda olan herkese yardımcı olmaya
çalışır...
Metin Tezcanlı ve Bahar çiftine yardımcı olmaya çalışan Naci’nin “ bu sene
çok kötü bir sezon geçirdik ” deyişindeki üzüntüsünün ve hayıflanmasının
sebebini merak eden Metin Tezcanlı, Naci ve Bayram kardeşlerin herhangi bir
işyeri sahibi olmadıklarının ve görünürde hiçbir işle iştigal etmediklerinin
gayet farkındaydı.
Naci ve Bayram kardeşlere soru sormaktan imtina eden Metin Tezcanlı, içten
içe onların uyuşturucu işiyle uğraştıkları sonucuna varmıştı...
Tercümanlık yaparak geçinen ve zaman zaman Metin Tezcanlı ve Bahar çiftine
tercümanlık işleri pas eden Bahri de uyuşturucu işinin içindeydi ve görevi de
tercümanlık yapmaktı...
Naci’nin yakalandığı operasyonun içinde o da vardı ama sadece tercümanlık
yapmak için onlarla birlikte olduğunu söylüyordu. Uyuşturucu alışverişi
yapılacağından haberinin olmadığını iddia etmesine rağmen, Metin Tezcanlı ona
inanmamıştı: Para için her şeyi yapacak bir insan imajı vardı ve kendisini
kurtarmak için hem Naci’nin hem de diğerlerinin başını yaktığı söyleniyordu...
Naci ve diğer arkadaşlarına uyuşturucu kaçakçılığından on beşer yıl hapis
cezası verilmişti... Naci, son duruşmadan sonra yeniden tutuklanıp cezaevine
konduktan sonra, Bahri’ye mesajını iletmiş ve intikam yemini etmişti: “Sen
bizi yaktın, biz de seni yakacağız...”
Naci’nin yeniden cezaevine girmesinin ardından diğer iki kardeşi apar topar
Londra’ya gelmişler ve Naci’nin ziyaretine gitmişlerdi...
Naci’nin en büyük abisi Türkiye çapında büyük
üne sahip bir avukattı ve on sekiz
yaşındaki kızı da uyuşturucu bağımlısıydı. Kızını Yunanistan’daki bir
uyuşturucu tedavi merkezine yatırdıktan bir ay sonra kardeşinin uyuşturucu
ticareti nedeniyle mahkum olduğunu öğrenmiş ve kelimenin tam anlamıyla
yıkılmıştı...
Naci’nin avukat olan abisi, uyuşturucu bağımlısı olan kızı ve en küçük
kardeşi, Metin Tezcanlı ve Bahar çiftinin evine geldiklerinde, eski komşuluk
günlerini konuşmak yerine, uyuşturucu suçundan mahkum olan kardeşlerini ve
uyuşturucu bağımlısı olan Şule’yi konuşmak zorunda kalmışlardı...
Kızıla boyalı saçları ve yüzünün hemen her yerinde piercing olan Şule,
yaşının çok üzerinde ve bitmiş görünüyordu. Bir Türk kızından daha çok
sokakları mesken edinmiş yersiz yurtsuz İngiliz homeless’lardan (evsiz) birine
benziyordu...
Bir baba ve en büyük abi olarak içine düştüğü durumdan hem utanan hem de
kendini suçlayan ünlü avukat, “Naci, zengin çocuklarına uyuşturucu satarken
intikam aldığını düşünüyordu belki de ama o çocukların arasında kendi
yeğeninin de olabileceğini aklına getiremedi...
Beyoğlu’ndaki barlara takılan ve uyuşturucu kullanan erkek arkadaşının
kurbanı oldu benim kızım, ama bizim ihmalimiz de var. Doğru ya da yanlış,
eskiden gençler bir ideal uğruna yaşıyorlardı ve uyuşturucuya ihtiyaç
duymuyorlardı... Amaçsız ve idealsiz nasıl yaşanır ki?..
Salt parayla mutlu olunabilseydi, benim kızım uyuşturucuya ihtiyaç duymazdı
ki... İstanbul’un en iyi semtlerinin birinde, spor kompleksi ve yüzme havuzu
olan bir sitede oturuyoruz ve maddi açıdan çok ayrıcalıklı bir konumdayız...
İşten güçten başımı kaldırmayışım ve aileme yeterli zaman ayırmayışım tamamen
benim suçum...
Keşke gecekonduda otursaydım da kızımı bu halde görmeseydim... Ona baktıkça
kendimi öldüresim geliyor... Dayanamıyorum onun bu haline... Benim küçük
meleğim ne hale geldi... Allah kimsenin başına böyle bir ceza vermesin...”
derken gözyaşlarını tutmakta zorlanıyordu...
Metin Tezcanlı, Bahar, Naci’nin en küçük kardeşi ve Şule’nin babası
arasında geçen sohbet süresince, ağzını bir kere bile açmadan sessizce olup
bitenleri izlemiş ve dalıp dalıp gitmişti Şule...
Ünlü avukatın yanındaki en küçük kardeş de en büyük abisi gibi okuyup iyi
bir meslek sahibi olmuştu ama Naci ve Bayram, memleketi ve insanlığı
kurtaralım derken, Londra’da uyuşturucu satıcı olmuşlardı...
bölüm başlıklarına git
Bu sefer kurtulamayacaklar
Metin Tezcanlı, John ve Barbara’nın eski örgütünün lideri olan Richard ve
karısı Susan ile Türkiye’deyken tanışma fırsatı bulmuş ama onların onuruna
verilen davette, gece boyunca bağlama çalıp türkü söylemek dışında tek bir
kelime bile konuşamamıştı.
Davete katılanların çoğunluğunu yasal faaliyet gösteren sol bir partinin
üst düzey yöneticileri oluşturuyordu ve Metin Tezcanlı dışındaki bütün
erkekler ve bütün kadınlar, şakır şakır İngilizce konuşuyorlardı nerdeyse...
Richard, kendisini hayran hayran dinleyen erkeklere hiç susmadan bir şeyler
anlatırken, Susan ve davetteki diğer kadınlar, Metin Tezcanlı’nın etrafında
bir öbek oluşturmuşlar ve türkü dinlemeyi tercih etmişlerdi.
Metin Tezcanlı, Susan’ın ağıt dinlerken kocasını ya da oğlunu yitirmiş bir
Türk ya da Kürt kadını gibi vücudunu sağa sola sallayarak, vücut diliyle
ağıtlara eşlik etmesini hayretle izlemiş ve zaman zaman da gülmemek için mola
veriyorum bahanesiyle kendini dışarı zor atmıştı...
-Metin, ben bu Richard’ı yaklaşık on yıldır tanıyorum. Bizim partiyle
onların örgütü arasında iyi bir ilişki vardı ve bir çok konuda benzer
görüşlere sahiptik. Eski kocam Mesut ile birlikte bir yıl İngiltere’de
kaldığımızda, neredeyse onların bir üyesiymişiz gibi gönüllü olarak bütün
faaliyetlerine katılıyorduk...
İngiltere’nin ve dünyanın en önde gelen Marksist iktisatçılarından birisi
olduğu gibi, İngiltere’deki en radikal solcu örgütün de lideri aynı zamanda.
Radikal dediğime bakma, bizdeki herhangi bir gecekondu mahallesindeki en
gariban örgütün yarısı bile etmezler ama, “keçinin olmadığı yerde koyuna
Abdurrahman Çelebi derler” misali...
Katiyen yasadışı bir şey yapmazlar ve sıfır riskle çalışırlar... Zaten
Türkiye’de de bula bula yasal bir partiyi kendilerine partner buldular ne
hikmetse...
Karşısındaki onu dinliyor mu dinlemiyor mu diye bakmadan sürekli konuşur;
egosu fena gelişmiş birisidir. Ailesini de tanıyorum... Evinde hiçbir iş
yaptığını görmedim. Karısı da örgütünün üyesi ve yöneticisi ama evinde ev
hanımı gibidir...
Yıllardır, “bu sefer kurtulamayacaklar” diye diye ömrünü tüketen bir adam.
Ne zaman uluslararası bir kriz ya da bölgesel bir sorun çıksa, “bu sefer
kurtulamayacaklar” diyerek başlıyor nutuk atmaya... Sanırsın ki bütün
kapitalistler bir anda dize gelecek ve bizimkinden aman dileyecekler...
Bir keresinde onun evinde yemek yiyorduk. Konuşmasının bir yerinde yine “bu
sefer kurtulamayacaklar” deme gafletinde bulundu. İki tane çok zeki kızı var.
Kızların ikisi de aynı anda “baba yıllardır aynı şeyi söylüyorsun ama “
diyerek gülmeye başladılar. Susan, işaret parmağını ağzına götürerek, kızlara
susun işareti yapmak zorunda kaldı...
-Bahar, sen Londra’ya benim yanıma
gelmeden önce bu adam ve karısı beni evlerine davet ettiler. Yanıma,
İngilizce’si iyi olan birisini alıp gittim. Richard’ın lideri olduğu örgütün
bütün yöneticileri de oradaydı. Susan’ın hazırladığı yemekleri yedikten sonra
oturma odasına geçtik... Üç katlı ve bahçeli evlerine bayıldığımı söylemeden
edemeyeceğim...
Başta Richard olmak üzere herkes soru yağmuruna tutmaya başladı beni. Yok
İngiltere’deki mültecileri nasıl örgütleyebilirlermiş, yok PKK ‘yı devletle
anlaşmaya giden çizgisinden nasıl döndürebilirlermiş vs. vs. Sanırım o akşam
onların sorularına verdiğim yanıtlardan dolayı beni pek sevmediler...
Bir anda kendimin ne kadar önemsendiğini hissettiğimde havaya girmedim
desem yalan olur. Karşımdaki insanların bana bakışlarındaki merak duygusunu
izlemenin hoşluğu bir yana ama politik olarak nedense çok sığ göründüler
gözüme...
Richard, “PKK’nın uzlaşmacı bir çizgiye kaymasını nasıl engelleyebiliriz?”
Diye bir soru sordu, ben de ona “paranız, silahınız ve PKK saflarında
savaştırabileceğiniz adamlarınız var mı? Diye kontra birkaç soruyla karşılık
verdim... Richard, “hiç birisi yok” deyince dayanamadım ve “bunları söylemek
zorunda kaldığım için üzgünüm ama, bu üç unsur, para-silah ve savaşacak
adamlarınız olmadan sakın PKK’nın karşısına çıkmayın,
sizi fena ezerler...” Dedim.
Richard, “peki, mültecileri örgütleyebilir miyiz?” diye sorduğundaysa,
“Londra’ya geleli birkaç ay oluyor. Bu sürede gözlemleyebildiğim kadarıyla,
mülteciler kendi aralarında zaten örgütlenmiş durumdalar. Enerjinizi boşa
harcamamanızı tavsiye ederim. Onların çoğunun tek derdi para kazanmak, politik
mücadele vermek değil... Eğer mültecileri zenginleştirebileceğinize ikna
edebilirseniz, o zaman benim onlar hakkındaki görüşlerimi boşa
çıkartabilirsiniz...” Demek zorunda kaldım.
Hem onlara mı kalmış PKK’yı radikal çizgisinde tutmak?.. Londra’nın
göbeğindeki malikanelerinde krallar gibi yaşıyorlar ve kişisel geleceklerine
dair en küçük bir kaygıları da bulunmuyor. Sıkıysa gelip Türkiye’de
devrimciliklerini ve radikalliklerini birkaç ay test etsinler ve radikallik
neymiş bir görsünler...
Sorularına verdiğim yanıtlarla onları hayal kırıklığına uğrattığımı
hissettim ama boş işlerle uğraşmalarına yönelik tavsiyelerde bulunmuş
olsaydım, bu sefer de kendimle kavga etmeye başlardım. Kendi inanmadığım
şeyleri başkalarına nasıl tavsiye edebilirim ki?
***
Richard’ın karısı Susan, kendilerinin organize ettiği bir toplantıya Metin
Tezcanlı ve Bahar çiftini de davet etti. “Yol paramız yok, gelmemiz mümkün
değil” cevabını aldığındaysa,”örgütümüz yol parasını karşılıyor” yanıtını
verdi...
Metin Tezcanlı ve Bahar, toplantı bittikten sonra kendilerine yol
paralarını verecek olan Susan’ın, kuruş kuruş ve toplu taşıma araçlarını baz
alarak yaptığı hesaplamayı ömürleri boyunca unutamayacaklardı...
Yol parası olmayanın başka şeyler için de parası olmayacağını düşünemeyecek
ve anlayamayacak kadar cahil olmaları mümkün değildi. Türkiye’ye geldiklerinde
Bahar’ın ve eski kocası Mesut’un evinde haftalarca kalan ve tek kuruş
harcatılmayan Richard ve Susan, Bahar ve yeni sevgilisi Metin Tezcanlı’nın
toplantılarına katılabilmeleri için gereken yol parasını vermek dışında ne
aramışlar ne de sormuşlardı...
-Metin, yedirdiğim içirdiğim her şey haram olsun bu nankörlere... Günlerce
evimde ve dışarıda yemek yedirdim bunlara. Dahası, bizde kaldıkları on gün
boyunca ceplerinden tek kuruş para harcatmadık onlara... Rahat etsinler diye
kendi yatak odamızı bile onlara tahsis ettik...
Biz paramız yok diyoruz, o kalkmış yol paramızın ne kadar tutması
gerektiğini hesaplıyor... İşin ucunda Mesut’u terk edişim ve seninle birlikte
oluşum da var, bana kalırsa... Richard ve Susan, Mesut’u çok seviyorlardı...
Richard ve Susan’ın daveti ile Londra’da dil öğrenmeye giden Gülsüm, İkinci
haftanın sonunda Metin ve Bahar’ı arayarak, onların yanında bir ay kalıp
kalamayacağını sormak zorunda kalmıştı.
Metin Tezcanlı ve Bahar’dan olumlu yanıt alan Gülsüm, “şeytan görsün
bunların yüzünü. On beş gün cehennem hayatı yaşattılar bana” diyerek soluğu
İstanbul’dan tanıdığı eski yoldaşlarının yanında almıştı.
“O kadar resmi ve mesafeli davrandılar ki, su içerken bile tereddüt etmeye
başladım... Kitaplardaki enternasyonalizm masallarına hiç benzemiyordu
vallahi...”
bölüm başlıklarına git
Ne zaman
Üç yıl süren İngiltere macerasına nokta
koyup Türkiye’ye döndükten sonra uzun bir süre sessiz kalan ve ortalarda
gözükmeyen Metin Tezcanlı, eski günleri yad ettiği bir anda, telefona koşmuş
ve tıpkı giderken yaptığı gibi Hasan’ı aramıştı. Neredeyse bir saat boyunca
telefonda sohbet etmişler ve birbirlerine neler yaşadıklarının özetini
yapmışlardı...
Hasan’ın, Metin Tezcanlı’nın gözünde ayrıcalıklı bir statüye sahip
olmasının birkaç nedeni vardı: Birincisi, Metin’in bedelli askerlik işindeki
son pürüzleri onun halletmiş
olması; ikincisi de , tekerlekli sandalyeye mahkum oluşuydu...
Telefon konuşmasından bir hafta sonra Hasan’ın Kurtköy’de aldığı eve
ulaştığında, Metin Tezcanlı biraz şaşkın ve endişeli gözlerle etrafı süzmeye
başlamıştı: Görünürde hiç kimse olmadığı gibi, Hasan’ın oturduğunu söylediği
apartmanın önünde ve altındaki boş dükkanlarda hiçbir hayat belirtisi
göremiyordu.
Yaklaşık on kattan fazla görünen apartmanın girişindeki zillerin üzerinde
herhangi birilerinin isimleri de yazılı değildi. Issız ve insansız böyle bir
yerde ne yapıyor bu çocuk diye içinden geçirdiği sırada apartmanın yanındaki
kulübeden bir adam çıkageldi.
-Kimi aradın hemşerim?
-Hasan diye bir arkadaşımın ziyaretine gelmiştim ama...
-Dur sana kapıyı açayım o zaman. Beşinci katta
oturuyor.
-Teşekkür ederim.
Beşinci kata ulaştıktan sonra zile basmış ve beklemeye başlamıştı. Kapının
geç açılacağını tahmin ediyordu ama tahmininden daha kısa bir zamanda
açılmıştı kapı...
-Hoş geldin Metin, Ben Fatma. Hasan giyiniyor şimdi gelir.
-Merhaba Fatma. Ben daha İngiltere’ye
gitmeden önce seni gıyabında tanıyordum. Hesapta Hasan ile birlikte
kaçıracaktık seni ama buna gerek kalmamış anlaşılan...
-Gerek kalmadı çünkü ben Hasan’a kaçtım sayılır.
-Biraz bilgim var ama bu hikayeyi bizzat Hasan’dan dinlemek istiyorum.
-Ben bir çay yapayım o zaman. İstihbarat sağlam yerden. Çay olursa başka
bir şey istemezmişsin!
-Bravo, benden uzun yaşayacaksın...
Fatma’nın geçirdiği çocuk felci nedeniyle iki bacağının da zayıf ve güçsüz
olduğunu biliyordu, Metin. Ağır ağır ve biraz da ayaklarını sürüyerek yürüyor
olmasının yine de büyük bir nimet olduğunu düşünüyordu...
-Ooo hoş geldin birader!
-Hoş gördük Hasan’ım, keyifler nasıl?
-Nasıl olsun be birader, zabıtalarla cebelleşip duruyoruz.
-Senin zabıtalarla ne işin var, Hasan’ım?
-Sorma birader, sorma ya... Bir arkadaş parfüm satıyormuş, “evde boş boş
oturacağına git pazarlarda parfüm sat, iyi para kazanırsın” dedi. Önceleri
fena bir fikir gibi gelmedi ama zabıtalar tezgahın başına gelip, izin mizin
sorunca tepemin tası attı, başladık ağız dalaşına... Belediye başkanı,
kaymakam falan derken sinirlerim altüst oldu... Güya izin işini hallettik diye
düşünürken, üç gün sonra zabıtalar tekrar tezgahımın başına üşüştüler ve Fatma
ile beni neredeyse yaka paça çekiştire çekiştire uzaklaştırdılar... Direnmeye
çalıştık ama ne fayda... Bu ülkedeki bazı sağlamların en az bedensel engelliler kadar
zihinsel engelli olduğunu söylesek yeridir birader...
-Hasan’ım, sen bu halinle ekmek paranı çıkartmaya çalışıyorsun
ama adamlar sana izin soruyorlar öyle mi?
-Aynen öyle birader... Sağlam bir sürü pazarcı, hem izinsiz hem de tek
kuruş vergi bile vermeden çatır çatır para kazanıyor... Sıkıysa gidip onlarla
uğraşsınlar... Ya bıktım be Metin, yoruldum artık...
Fatma çay servisi yaparken Hasan’ı
uyarmış ve “Metin’i görür görmez mızımaya başladın. Sırası mı şimdi, sonra
anlatırsın bunları...” Deme gereği duymuştu ama Hasan, “ Metin hem yabancı
değil hem de tanıdığım en iyi dinleyicilerden biridir.” Diyerek gülmeye
başlamıştı. Keyfi yerinde olduğu zamanlarda göğüsden aşağısının tutmuyor
oluşunu dert etmiyormuş gibi yapar ve kendisiyle dalga geçmeye bile
kalkardı...
-Hasan’ım sen şu evlilik işini anlat hele... Dinlemek için can atıyorum...
-Anlatayım birader... Ama öncesinde bir anekdotumu aktarmak istiyorum: Bu
kaza olayı başıma geldikten ve ölmeyip sürünmeye başladıktan sonra o doktor
senin bu doktor benim geziyoruz... Sonunda ayağa kalkamayacağım kesinleşti ama
benim derdim başka. Derdimi doktora anlatmaya da utanıyorum, öte
yandan... Ulan ben bu adamlara dünya kadar para veriyorum, her şeyi sormaya
hakkım var dedim en sonunda ve en son gittiğim ünlü profesöre, “ hocam
bacaklar elden gitti de kuş ötecek mi siz onu söyleyin...” Dedim ve başladım
gülmeye... Profesör de başladı gülmeye... “Evladım hiç merak etme, hem öter
hem de uçar... İstersen çocuk bile yapabilirsin...” Dediğinde, içimden
“allahım sana şükürler olsun” demediysem namerdim...
Fatma ilk çay servisini yaptıktan sonra tekrar mutfağa gitmiş ve geri
dönmemişti. Bir şeyler hazırlıyordu anlaşılan.
-Evlilik meselesine gelince: Malumun olduğu üzere, ben Fatma ile
Bakırköy’deki Fizik Tedavi Merkezinde tanıştım... Biz birbirimize aşık olduk
ama Fatma’nın ailesi ilişkimizi bir türlü onaylamıyor... Hem Aleviliğimi öne
sürüyorlar hem de tekerlekli sandalyeye mahkum oluşumu... Onların yarattığı
gerilim nedeniyle bir ara ilişkimiz bitecek diye çok korktum...
Kızı ciddi ciddi tehdit etmeye filan başladıklarını öğrendiğimde, kaçırayım
seni dedim ama Fatma’nın hazır olmadığını anladım... Hatta bir süre
birbirimize küstük ve görüşmedik... Derken bir gece telefon çaldı ve Fatma
“gel beni al” dedi... Hemen Fuat’ı aradım ve gidip Fatma’yı aldık...
Ailesiyle kavga edip, evden ayrılmış meğerse... Neyse Fatma bize gelince
ailesi pes etmek zorunda kaldı ve iş nikahla noktalandı... Nikah salonunda
nikahın kıyılmasını bekliyoruz... Aman allahım bir kıyamet, bir gürültü
patırtı... Deprem oluyor birader... Bir de bakıyorum ki etrafımda kimse
kalmamış; herkes toz olmuş... Bizde moral sıfır tabii... Şu halimize bakmadan
bir de evlenmeye kalkışıyoruz gibisinden triplere girdik...
-Hasan’ım vallahi büyük adamsın...
-Gaz verip durma birader... Fatma olmasaydı halim perişandı benim: Çok iyi
bir insan ve çok da güzel anlaşıyoruz...
Fatma’dan söz ederken gözleri ışıl ışıl
parlıyordu Hasan’ın. Belli ki fena aşıktı ve Fatma’yı büyük bir nimet ve şans
olarak görüyordu...
-Hasan’ım, koca istanbul’da bula bula bu dağ başını mı buldunuz yaşamak
için?.. Bu binada sizden başkası oturmuyor galiba. Çünkü ben bekçiden başka
kimseyi göremedim...
-Sorma birader... Bu kooperatif binasını benim amca oğlu yapıyordu... Gel
sana da bir daire verelim ileride rahat edersin dedi... Bana tazminat olarak
verilen paradan iki buçuk milyon bir para kalmıştı; onu verip dahil olduk
kooperatife... Az bir borcum daha var ama sonunda ev sahibi olduğum için
kendimi şanslı sayıyorum...
İnsansızlık ve yalnızlık büyük bir dezavantaj ama hiç değilse Fatma ile baş
başayız ve hayatımızı kendimiz şekillendiriyoruz... Samanlık seyran olmasa da
gönlümüz hoş oluyor birader... Birkaç yere iş başvurusunda bulunduk ama ne
arayan var ne de soran... Babam ve annem hala maddi yardımda bulunuyorlar ama
onların da pek bir şeyleri kalmadı doğrusu... Benim malülen emekli maaşım var;
birde babamların kiraya verdikleri daireden alınan kiranın bir bölümü ile
geçinmeye çalışıyoruz işte... Evimizi beğendin mi birader?..
-Bina olarak da dairenin iç dekerasyonu olarak da gayet güzel ve kaliteli
malzeme kullanıldığı belli oluyor... Eh eşyalar da gıcır gıcır... Benim
söylemek istediğim şuydu Hasan’ım: Acil yardım alma olanaklarınız son derece
kısıtlı... Arabanız var ama gecenin bir vakti yolda filan kaldığınızda ya da
hasta filan olduğunuzda etrafta size yardımcı olabilecek kimse yok...
-Söyledik ya birader, gönlümüz hoş
işte... Baba evinde herkesin eşref saati birbirini tutmuyor ve haliyle basit
şeyler bile gerilimlere neden olabiliyor... Sen yine kurmaya ve kurduklarına
yönelik savunma mekanizmaları aramaya başladın... Hepsi bir arada olmuyor
işte... Kıçımız kırık diye gönlümüzü de kıracak değiliz ya... Kırılmışız zaten
kırılacağımız kadar...
-Ulan Hasan, sendeki hayata tutunma azminin ben de olmasını çok isterdim...
Seni gördükçe ve anlattıklarını dinledikçe kendimden utanmıyorum dersem yalan
olur...
-Gaz verme dedik ya birader!.. Her zaman böyle keyifli ve neşeli olmam
mümkün mü sence?.. Sinir krizleri geçirdiğim ve etrafımdaki her şeyi kırıp
döktüğüm anlara rastlamanı inan ki istemem... Şu boş apartmanın
merdivenlerinden gelen her adım sesini duyduğumda, suratıma bir tokat
indiriliyor sanki ve o noktada paramparça olduğumu hissediyorum...
Madem ki bir daha yürüyemeyeceğim diye düşünmeye başlayınca, gerisi fena
geliyor birader... Ve umut etmek, böylesi bir durumda en büyük işkenceye
dönüşüyor... Yaklaşık on üç senedir umut ederek yaşıyorum ve sık sık şu soruyu
kendime sormadan edemiyorum: Ne zaman?..
bölüm başlıklarına git
Kitabınızı yayınlamak isteriz
Cumhuriyet Gazetesinin hafta sonu ilavesi olan Cumhuriyet Dergi’de ilk
şiiri yayınlandığında, havalandırmadaki voltasını daha bir başka atıyordu,
Metin Tezcanlı...
Bir arkadaşı yanına gelmiş ve “bütün cezaevi seni konuşuyor” demişti...
Şiirlerinden bazıları nihayet firar etmeyi başarmışlardı... Açık Görüşlerde ya
da dışarıya yıkanması için annesine verdiği eşyaların gizli bölmelerinde
saklanarak uçup gitmişlerdi işte... Firar etmeyi bekleyen başka şiirleri de
vardı...
İlk şiirini yazıp, arkadaşlarına okuttuğunda, kimisi bıyık altından gülmüş,
kimisi de “sen bu işi bırak” demişti ama iki üç yıl sonra şiirleri ard arda
yayınlanmaya başladığında, kendisinden önce isim yapmaya başlayan ve şiir
kitabı çıkaran bazı tutsak şairler, şiirlerini ona getirip, fikrini sorar
olmuşlardı...
Bazı dergi ve kitaplarda yayınlanan şiirleri vardı ama o şiirlerinin bir
çoğu da devrimci misyonerlik ruhuyla yazılmıştı... O dönemde yazdığı
şiirlerinden pek azını saklamış ve pek azını sevmişti... Kendi hayal
kırıklıkları, acıları ve sevdaları yerine, kendisinden beklenenleri yazmak
zorunda hissediyordu. Dahası bireyci damgası yemek istemiyordu ama küçük
kaçamaklar yapmaktan da duramıyordu... Yayınlanan şiirleri, işte o küçük
kaçamakların meyveleri sayılırdı...
Cezaevinde yazdığı ve yok ettiği şiirlerinden en az iki şiir kitabı çıkardı
ortaya ama onları imha etmekten kaçınmamıştı...
Bahar ile birlikte olmaya başladıktan
sonra yazdığı kitabı yırtıp attığı için de kesinlikle üzülmemişti...
Hamlığını, naifliğini ve sığlığını atmanın en iyi yolu, yazdıklarına
bağlanmamak ve hayran olmamaktan geçiyordu...
Metin Tezcanlı, İstiklal Caddesinde tek başına yaptığı bir yürüyüş
sırasında, bir kitapçı dükkanından içeri girdi ve “en çok satan” kitaplara göz
atmaya başladı... İçlerinden bir tanesini alıp arka kapak yazısını okuduktan
sonra, sayfalarını gelişigüzel karıştırmaya ve bazı paragraflarını okumaya
başladı...
Kitapçı dükkanında, “en çok satan” kitaplardan bazılarını incelerken, kendi
kendine gülümsemiş ve “ben bunlardan daha iyisini yazarım” hissine kapılmıştı:
Yazacağı kitabın basılıp basılmaması ya da “en çok satanlar” listesine girip
girmemesi başka bir şey; bir insanın gülümseyerek kendine güvenmesi başka bir
şeydi ki Metin Tezcanlı, çok az konuda kendine güvenirdi...
Yazmaya başladığı ilk satırlardaki gerilimin tek bir nedeni vardı: Elinin
altında bir sürü insan hikayesi olmasına karşın, bu hikayeleri kime
anlattıracağına bir türlü karar veremiyordu. Kendi ağzından anlatmayı
denemesine karşın, başarılı olduğu söylenemezdi. Dahası, kendisi de bu açmazın
gayet farkındaydı...
Bencillik edip elinin altındaki hazinelerine kıymayı göze alamazdı. Madem
kendisi beceremiyor, o zaman, başka birisini bulacak ve hikayelerini onun
yazmasını isteyecekti. Yıllardır tek satır yazmayan ve bunun sıkıntısını
yaşayan içindeki İkinci Tekil Şahısı bulması hiçte zor olmadı...
O da sanki böyle bir an’ın ve fırsatın çıkmasını bekliyormuşcasına
şevklenmiş ve hikayeleri yazmak için delice bir çoşku duymaya ve
sabırsızlanmaya başlamıştı. Yazacağı insan hikayelerinin yabancısı ya da
yalancısı olmayacağı kesindi...
Sabah kahvaltısından sonra oturduğu çalışma masasının başında, neredeyse
soluk almadan saatler boyunca yazıyor ve dinlenmek için yatağına uzandığında,
kıvrana kıvrana neler yazacağını düşünüyordu.
Beynini ve yüreğini ortaya koymuş, bir anlamda hem çalıyor hem de
söylüyordu Metin Tezcanlı... Tanımlanması kolay olmayan gizli bir aşk
yaşıyordu sanki...
Kendi madenine ve madencisine ulaşmıştı en sonunda... Yıllardır beynini
kemiren ve yüreğini yaralayan ya da coşturan ne varsa, beyaz sayfaların
üzerine aktarıyor ve yaptığı işten olağanüstü bir haz alıyordu...
Bahar Tezcanlı, kocasının yazdığı ilk bölümleri okurken, bir ara gözlerini
kısmış ve Metin’e “çok güzel” dedikten sonra okumasına devam etmişti... İşten
geldikten sonra Metin’in yazdıklarını okumak için sabırsızlanan Bahar’ın
heyecanı, Metin Tezcanlı için iyi bir okur testi sayılırdı. Yazdıkları Bahar’ı
içine çekmeyi başardığına göre, fena gitmiyor demekti...
Metin’in Tezcanlı’nın yıllar önce yazdığı ve sonra da yırtıp attığı ilk
kitabını pek beğenmeyen Bahar, Metin’in ilk yazdıklarıyla son yazdıklarını
kıyaslarken “ o zamanlar çok naiftin...” demek zorunda kalmıştı.
Üç dil bilen ve iyi bir kitap okuru olan Bahar’ın heyecanını ve gizlemeye
çalıştığı kıskançlığını gören Metin, yazma serüveni için gereken “dış desteği”
de böylece bulmuş oluyordu... Dünya ile bütün irtibatını koparmış ve başka bir
boyuta geçmişti... Yarım kalan yazma macerasına yeniden başlıyordu...
Yaklaşık iki ay boyunca, günde ortalama beş saat yazarak ortaya çıkardığı
ana metni yakın arkadaşlarına dağıtıp, onlardan gelecek olan tepkileri
beklemeye başladı...
Ülke ortalamasının üzerinde bulunan arkadaşlarının söyleyecekleri, kendisi
için rehber olacak ve ne yapması gerektiğine karar verecekti... Yerinde
duramıyordu!..
2000 yılında İngilizce’den Türkçe’ye çevirdiği kitabı yayınevine teslim
ettikten bir hafta sonra karşılaştığı yayınevi sahibinin sözleri, Metin
Tezcanlı’nın katettiği mesafeyi anlatır nitelikteydi: “ Bunca yılldır bu işi
yapıyorum; ilk kez bu kadar temiz bir çeviri alıyorum. Bir kez okudum ve
kitabı basıma gönderdim, ellerine ve aklına sağlık!..”
Hiçbir akademik kariyeri ve ünvanı bulunmayan Metin Tezcanlı’nın, üzerine
tek bir kitap bile okumadığı Darwin’in Evrim Teorisi kuramıyla ilgili hem
akademik ve hem de hukuki boyutları olan bir kitabı İngilizce’den Türkçe’ye
çevirmesi, başlı başına bir devrim demekti...
Altı ay boyunca, saçını başını yola yola çevirmeye çalışmıştı, o kitabı...
Zaman zaman vazgeçmeyi düşünmüş olmasına karşın, Bahar’dan yüz bulamamış ve
çevirmeye devam etmek zorunda kalmıştı. “Bu çeviri işini yarım bırakırsan,
senin için kötü olur Metin. Senin başarısızlığa tahammülün yok, bunu sakın
unutma!..”
Çevirdiği kitapla girdiği kişilik mücadelesini kazandığında, “kitap değil,
sözlük çevirdim” dese de, gurur daha ağır basıyordu. Pulitzer Ödüllü bir
kitabın çevirmeniydi artık.
Bahar, “ ben bile çeviremezdim o kitabı “ derken, kesinlikle kocasına yağ
yakmıyordu... Birlikte olmayı seçtiği adamın, hödüğün teki olmadığını, isteyen
herkes görebilirdi artık...
Okumaları ve eleştirmeleri için arkadaşlarına dağıttığı romanının ana
metnine dair gelen ilk tepkiler, Metin Tezcanlı’nın ağzını kulaklarına
getirmişti...
Eleştiriler ve övgüler okuyanların keyfiyetine göre değişiyordu ama ortak
bir nokta vardı ve en önemlisi de oydu: Romanın ana metni, ortalama bir günde
ya da bir gecede kendini okutturuyordu. Ki metni arkadaşlarına verirken,
“sakın torpil geçmeyin, başkalarının sonradan yapacağını, siz şimdiden yapın
ve kesinlikle çubuk bükmeyin...” demeyi ihmal etmiyordu.
Bir arkadaş evinde yenilen akşam yemeğinden sonra başlayan çay muhabbetinin
konusu, Metin Tezcanlı’nın yazdığı roman ve onu okuyanların söyleyecekleriydi,
doğal olarak:
-Bu kitabı sen mi yazdın, Metin?
-Yok abi, parayla başkasına yazdırdım!..
Arkadaşlarından birisi, sorduğu sorudan dolayı pişman olmuş ve “çok akıcı
olmuş” diyerek, devirdiği çamı düzeltmeye çalışıyordu... Derken bir an’da
ortalık karışmış ve her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştı... Kimin ne
dediğini anlayabilmek için, bir kenara çekilmiş ve huşu içinde arkadaşlarını
dinlemeyi tercih etmişti, Metin Tezcanlı...
-Çok naif bir öykü bu... Çok içten yazılmış... Ellerine sağlık.
-Ya hocam cinsellik bölümleri biraz kaba geldi bana ama ne yalan
söyliyeyim, okuduktan sonra bende de roman yazma isteği uyandırdı...
-Şimdi, tabii güzel olmuş ama bunu okuyacak olan yirmi yaşındaki solcu
çocuklar anlayabilirler mi o konuda biraz şüpheye düştüm... İşyerinde bir
arkadaşa daha okuttum... Bazı bölümlerini anlayamadığını söyledi mesela....
-Metin abi, kim ne derse desin, bence sana ait
bir dil ve tarz var... Ama sanki bazı yerlerde kahramanını fazla övüyormuşsun
gibi geldi... Narsizim var ama hangimizde yok ki...
-Ben kocamın söylediklerine katılıyorum...
-Anlatım tekniği olarak zor olan bir biçim seçmişsin... Her ne kadar inşaat
sektöründe çalışıyorsam da edebiyat fakültesi mezunuyum, biraz anlarım bu
işlerden... Yazdıklarından dolayı seni içeri alabilirler...
-Uzun zamandır bir kitabı okurken, ilk defa bu kadar çok güldüm ve o
bölümün çok iyi yazıldığını düşündüm...
-Birinci bölümde aradığım duygu
yoğunluğunu bulamadım ama ikinci bölümü kendime çok yakın hissettim...
-Çok güzel olmuş, harika vallahi!..
-Piyasadaki bir çok kitaptan daha iyi bence...
-Ya iyi güzelde, romandaki kadınların kocaları ya da sevgilileri bunları
okuduğunda, ne olacak?
-Sana ne ya, bırak onlar düşünsünler...
-Ama hepsi takma adla yazılmışlar, öyle değil mi Metin?..
Amatör okuyucuların tepkileri üç aşağı beş yukarı böyleydi işte... Her
söyleneni can kulağıyla dinlemiş ve bilgisayar ortamına taşınan romanının
başına tekrar oturmuştu...
İşine yarayacak eleştirilerle, yaramayacak olanları ayıklamaya çalışırken,
kendi yazdığı romanın içinden çıkamama ve içinde kaybolma tehlikesi baş
gösterdi. Ama kendi kurgusunda ısrar etmeye ve o haliyle profesyonellerin
karşısına çıkmaya karar verdi... Yine de epeyce bir değişiklik olmuştu,
romanında...
Büyük bir yayınevinde genel müdür yardımcısı olarak çalıştığı söylenen
kişi, solcu kimliğini gizlemeden, yıllardır sektörde varolmayı başarmış ve
Metin Tezcanlı’nın arkadaşlarından birinin eski kocasıydı. Yazdığı romanı
bahsedilen kişiye okutma fikri kendisine ait değildi ama bir profesyonelin
romanına ilişkin söyleyeceklerini duymak için sabırsızlanıyordu:
“... Bana bırakılan dosya, kabaca dört bölümden oluşuyor:
1. Gençliğinde tanıştığı biri sayesinde devrimci olması ve hızla terör
ağırlıklı bir yapıya katılımı ve yaşadıkları.
2. Hapislik dönemi.
3. Yazışarak tanıştığı bir kadınla olan ilişkileri ve bu temelde cinsellik.
4. Evlilik ve bununla hemen kesişen göçmenlik dönemi.
Bu bölümlerden, yalnızca üçüncüsü “sorunlar” anlamında öne çıkıyor. Çünkü,
gençken, galiba 17-18’inde bir rastlantıyla tanıştığı biri tarafından , bir
gruba sokuluyor. Grup zaten şiddet yanlısı... Bu genci derhal silah eğitimine
alıyorlar ve eylemlere iteliyorlar. Ben haddimi aşarak da olsa, bu sürecin pek
de böyle gelişmediğini bilecek kadar o dönem yapılarını tanıyorum. Önce
öğrenci eylemlerine falan katıp, sonra bildiri vb. şeylerle “eğitip”
sonrasında bu tür yerlere sürerlerdi...
Ya bellek yanılsaması ya da önem
kaydırması. Şöyle bir sakıncası var: “ Küfür romanı”na dönüştürüyor ve
inandırıcılığı kalmıyor; “kahramanlık menkıbesi” oluyor, istemese de. ( Tabii
bu yazarın bunları yaşamış biri olarak bugün nerede durduğu ile ilgili bu. “
Küfür romanı”na dönüşme izlenimi vermek istemiyorsa, dikkate alabilir.)
Hapishane kısmında, işkence vd. çok arka plana düşmüş. Bu bir yanıyla
olumlu ama yine önceki paragraftaki sıkıntı beliriyor. Bu kez “direnmek“ falan
değil ama, ilk dönemi yargılamak adına, yaşananlar yine kayboluyor.
Bu tür yazılar, istenmese de “hesaplaşma”yı içerir, kaçınamazsın. Ancak
bellek atlamaları, vurgu kaymaları, kendince önemsizleştirmeler hesaplaşmayı
da inandırıcılıktan uzaklaştırır. Zaten kendisi de , belli bir yerden sonra,
“kaybolan gençlik” değerlendirmelerine ve sonra da cinselliğe geçiyor.
Politikayla (tabii ki sol) hesaplaşacaksan, politikayla hesaplaşırsın.
Denilenilir ki, yaşam bütündür ve cinsellik de içindedir. Değil, o dönem
cinselliğini yaşayamadan yaşamları tükenen gençler, politik nedenlerle bu hale
gelmediler. Politik yapılar bu gençlerle (köyden çıkıp bir türlü kente
gelemeyen kasabalı gençler) çöktü. (Bu da benim değerlendirmem.)
Metin yazarı ise, zaten kendinden emin, o cinselliğini yaşamış. O
yaşamayanların “kavgası” için kendisini okuyucuya açıyor. Ve yazışmaya
başladığı genç kadınla bir ilişkiye giriyor.
Yani, kurgu zayıf. Olay örgüsü karmaşık. Kişiler yeterince işlenmiyor, (bir
tek ilk kadın dışında) tarihler karışıyor. İngiltere’nin son dönemi de çok net
değil ve kitap pat diye bitiyor.
Metin yazarı kendisinden ikinci tekil şahısla söz ediyor. “Yapacaksın,
edeceksin,” gibi. Bu eğer metne şiirsel bir dil katmaksa olmuyor gibi, en
azından beni rahatsız etti.
Kısacası, kitabın bu haliyle basılmamasını öneriyorum. Basılsa bile yazar
açısından ileriye dönük olarak kötü bir başlangıç olur. Bir süre dinlendirmek
ve sonra alıp yeniden gözden geçirmek ve düşüne düşüne gerekli gördüğü
değişiklikleri yapmak. Benim önerim bu...”
Metin Tezcanlı’nın yazdığı romanı eski eşinden alırken, “yumuşak olmak
zorunda mıyım?” diye soran genel müdür yardımcısı, “hayır, ne düşünüyorsan onu
aktaralım. Metin’e yalan söylemeyelim; iyilik yapalım derken, kötülük
yapmayalım.” Yanıtını almış ve kendisinden isteneni yerine getirmişti...
Metin Tezcanlı, kızgındı: “Ya ben o arkadaşın değerlendirmesine kesinlikle
katılmıyorum... Benim politik olarak nasıl bir nokta da durduğumu kendince
keşfetmiş ve benim duruşuma karşı kendi duruşunu sergilemiş. Kitabımı doğru
dürüst okumamış bile...
Bir kitap hem “kahramanlık menkıbesi”ne hem de küfür romanına aynı anda
nasıl dönüşebiliyor, anlayamadım doğrusu...
İstersem benimle görüşebileceğini söylemiş ama karşı karşıya gelirsek,
kavga etme riski var... Ben yazdıklarımı ve yaşadıklarımı unutacak ya da
çarpıtacak kadar ne bunadım ne de oportonistim...
Sonuçta kendisinden isteneni yaptı ve dürüst davrandığı bile
söylenebilir... Teşekkür etmek dışında söyleyecek bir şey yok, yine de
sağolsun...” Diyor ve kendisine gelen eleştiri metnini, kitabını okuyan diğer
arkadaşlarına da vererek nabız yokluyordu ama kimsenin bir şey dediği yoktu...
Zehir zemberek eleştiriyi okuyan herkes, romanını okuyup da tek kelime
söylemeyenler kervanına katılmıştı her nedense...
Yükselişlere de düşüşlere de alışkın olan Metin Tezcanlı, çevirdiği kitabı
basan yayınevi sahibini arayarak, yazdığı romanı okumasını rica etti...
“Metin Bey, kitap dosyanızı okudum. Ne anlatmak istiyorsanız, hepsini bir
güzel anlatmışsınız. Hiçbir sorun yok... Çok akıcı ve çok kolay okunuyor...
Sanırım edebiyat yapma kaygısı da güdülmemiş... Bireysel bir dram ve 12 Eylül
dönemi olduğu için, bu kitabın satılmayacağı kanısı ben de ağır basıyor...
Basacak olan için ciddi bir risk taşıyor... Sosyolojik bir çalışma olsaydı, o
zaman daha kolay basılabilirdi...”
Risk algılamasının kişiye ve statüye göre değişeceğini düşünen Metin
Tezcanlı’nın pes etmeye hiç niyeti yoktu. Ama öte yandan da morali bozulmaya
ve romanını yeniden sorgulamaya başlıyordu...
Kitap piyasasının en büyüklerinden ve en itibarlılarından biri olan başka
bir yayınevini daha denemeye karar verdi. Dosyasını bırakmış ve beklemeye
başlamıştı. Aylar sonra e-mail ile gelen yanıt, Metin Tezcanlı’nın aklını
başına getirecek ve nerede yanlış yaptığını anlaması uzun sürmeyecekti.
“Sevgili Metin Tezcanlı, yayınevimize bıraktığınız kitap dosyası editörümüz
tarafından değerlendirilmiş ve bu değerlendirme sonucunda şu görüşlere yer
verilmiştir. “12
Eylül öncesinde terör eylemlerine karışan ve on yıl cezaevinde yatıp çıktıktan
sonra yurtdışına giden ve sonra da geri dönen bir gencin hikayesi...
Yaratıcılık yok; kabataslak ve bozuk bir dille yazılmış... Aslında malzeme çok
ama ortaya çıkan metin, malzemenin kalitesini ve içeriğini tam yansıtmıyor... ”
Sevgili Metin Tezcanlı, editörlerimizin mutlak otorite değil, tutkulu birer
kitap okuru olduklarını hatırlatır, çalışmalarınızda başarılar dilerim...”
Bu kadarı yeterdi artık... Her yıl basılan binlerce kitabın kaç tanesinin
yaratıcılık ve yenilik getirdiği tartışmalı bir konuydu ama, öncelikle dönüp
kendi yazdıklarına bakması daha hayırlı olacaktı...
Söz konusu olan bir beğeni ve estetik algılaması olduğuna göre, her
editörün subjektif ve göreceli sonuçlar çıkartmasının kaçınılmaz olduğunu
düşünse bile, kitap yazmak da basmak da o kadar kolay bir iş değildi... Beş on
kişi beğendi diye, kimse kitap basmıyordu... Risk vardı, risk!
Yayınevinin ünlü yöneticisinin ince ve incitmeyen üslubuna diyecek yoktu
ama Metin Tezcanlı’nın morali fena bozulmuştu: Yayınevine bıraktığı dosyasının
gramer taramasını yapmadığını ve gramer bilgisi güçlü olan bir arkadaşına
kontrol ettirmediğine yanmaya ve kendisine kızmaya başladı...
Kitap dosyasını beğenmeyenlere; basılmasını riskli bulanlara; küfür
romanına dönüşme tehlikesi var diyenlere ve profesyonel mercilerden
onaylanmasını bekleyen arkadaşlarına kızmaya ya da küsmeye hiç niyeti yoktu
Metin Tezcanlı’nın...
Beynini ve yüreğini koyduğu ve büyük bir tutkuyla yazıp ortaya çıkardığı
eserini sahipsiz bırakacak değildi. Belli ki eksik ya da yetersiz bir şeyler
vardı ama bu eserinin değersiz olduğu anlamına gelmiyordu... On binlerce sayfa
roman okumuş birisi olarak o kadar da yabancısı değildi, bu işlerin...
İki büyük bir de orta ölçekli yayınevinden olumsuz yanıtlar alan Metin
Tezcanlı, bilgisayarının başına yeniden oturup, romanına hem yeni bölümler
ilave edecek hem de eski bazı bölümleri yeniden yazmaya ya da genişletmeye
başlayacaktı.
Aylarca süren bu çalışmasının sonunda “Tamamdır. Bir daha kesinlikle elimi
dokundurmayacağım” diyerek son noktayı koyduğunda, romanının kurgusu ve
içeriği bir hayli değişime uğramıştı: Yeni kahramanları ve yeni temaları
vardı...
Bazı internet sitelerinde yayınlanan kitaplara ve sitelere dair bir
arkadaşının verdiği bilgilerden yola çıkarak yaptığı sörfün sonunda, özellikle
bir siteyle ilgilenmiş ve site yöneticilerine bir e-mail atarak, romanının
içeriği hakkında bilgi vermiş ve ilgilerini çekip çekmeyeceği sorusunu sorarak
, yanıt beklemeye başlamıştı...
Beklediği yanıt geldiğinde, dosyasını verilen adrese bırakması söyleniyordu
ama dosyasını alıp verilen adrese gittiğinde, bahsedilen yerin kapalı ve
içerde de kimsenin olmadığını fark etti. Arayabileceği herhangi bir telefon
numarası bulunmuyordu...
Yeni bir e-mail atarak, verilen adrese gittiğini ama kimseyi bulamadığı
anlattı.
“Metin Bey, size verilen adreste hangi vakitler insan bulundurabileceğimize
dair bir garanti veremiyoruz ama hata bizim ve bu hatadan dolayı sizden özür
diliyoruz. Kitap dosyanızı en iyisi e-mail aracılığıyla göndermeniz. Tekrar
özür diliyoruz...”
E-mail aracılığıyla gönderdiği romanına ilişkin ilk değerlendirme, iki gün
sonra bilgisayar ekranına düştüğünde, beklenen profesyonel onay da gelmiş
oluyordu.
“Sayın Metin Tezcanlı, ... adlı kitabınızı yayınlamak isteriz... Öncelikle
internet sitemiz konusunda bazı hatırlatmalarda bulunmak isteriz: Bilgi
sayfalarında açıkça anlatılmaya çalışıldığı üzere, bu kar amacı gütmeyen,
alternatif bir yayın mecrasıdır.
Bu yayınevini yürüten editörler, tasarımcı ve uygulayıcılar gönüllülük
usulüne uygun olarak çalışmaktadırlar. Okuyuculardan da hiçbir ücret talep
edilmemektedir ve hiçbir zaman da edilmeyecektir. Dolayısıyla, yazarlara da
telif ücreti verilememektedir. Ortaklaşmacı bir ruh hali içinde hareket
etmekteyiz...
İkinci önemli nokta da şu: Kitabınız (romanınız) bize göre İ....... ya da
M..... gibi bir yayınevinden basılabilir nitelikte. Hatta oldukça ses
getirmesi beklenen bir yapıt. Dilerseniz, bizim internet sitemizde
yayınlatmadan önce bu yayınevlerine başvurabilirsiniz. Onlar yayınlamasalar
bile bizim sitemizde yayınlanacaktır...
İnternet sitemizin fiziksel olmayışı ve telif ödemeyişi karşısında belli
üstünlükleri de var, anmadan geçmeyelim: Şu anda 19000 kayıtlı okuru var.
Kitabınız çıktığında bu okurlara mail ile duyurusu yapılacaktır. Ayrıca,
sitemiz dünyanın her yerinden erişilebilen tek Türkçe yayınevi olma özelliğini
de koruyor. Okurlarımız gerçekten de Japonya’dan Kanada’ya kadar tüm dünyaya
yayılmış durumda...
Şimdi: Kitabınızı yayınlamak istiyoruz.
Öncelikle öğrenmek istediğimiz: Kitabınızın yayına hazırlık aşamasında
editoryal çalışmaya açık mısınız? Bir başka deyişle, önerilerimizi tartışmaya
ve dinlemeye açık mısınız? Bunları elbette yapmak zorunda değilsiniz. Sadece
kitabınızı okuyan editörümüzün görüşlerini size iletmeden önce bu konuyu
netleştirmek istiyoruz. Saygılar...”
Romanı hakkında en sert eleştirileri bile dinlemiş olan Metin Tezcanlı’nın,
kitabını öven ve yayınlamak isteyen insanların görüş ve önerilerini zevkle
dinleyeceği kesindi...
Büyük ya da küçük herhangi bir
yayınevinin kapısını çalmak istemiyordu: Adı sanı duyulmamış ve ilk kitabını
yazmış bir yazar adayının nasıl ağırlandığı ve neler söylendiğini biliyordu
artık... Varsın telif ödenmesin ve kitap olarak basılmasındı...
Kitabını inceleyen editörün görüşlerini ve önerilerini okumaya
başladığında, yüzünde beliren gülümseme ve iç huzuru, yaklaşık iki yıl süren
yazma macerasındaki mutlu sonu ve belki de yepyeni bir başlangıcı
yansıtıyordu...
“... Romanı bitirdikten sonra şu izlenime kapıldım: Bu kitapta
anlatılanların hepsi gerçek, hiç biri kurmaca değil; romanının tamamı
heyecenla ve inanarak okunuyor. Kahramanın insan olarak karekter derinliği iyi
verildiği için, tüm yaşananları biz okur olarak belli bir soğukkanlılıkla
izleyebiliyoruz. Bizde bu koşullar altında böyle davranabilirdik hissi verdiği
için bence başarılı. Ayrıca bir döneme tanıklık ettiğini söylemek de mümkün...
Genel olarak: Kimi yerlerde tekrarlar olmasına rağmen genel olarak iyi
yazılmış bir roman. Anlatımı tutarlı ve belgesel havasını hiç yitirmiyor...
Bölümlerin uzunlukları iyi. Bir tür kronolojik anlatım var ortada ama yer yer
geliş gidişlerle olayların akışı bir hareket kazanıyor...
İkinci tekil şahıs anlatım zor olmasına rağmen çok iyi oturmuş... Cümle
yapıları, anlatım ve dilbilgisi her şey son derece sağlam... Bir döneme ve bir
insanın ruhuna ışık tutuyor. Karanlığa bakmaktan korkmayanlar için son derece
önemli bir kitap olduğunu düşünüyorum...
Önerilerime gelince: .................................................”
Kendisiyle yazışan yayın kurulu
temsilcisinin ve editörünün adlarını internetteki arama motorlarına girerek
haklarında bilgi edinmeye başladığında, ikisinin de Sait Faik Ödülü almış
birer yazar ve yayınlanmış bir çok kitapları olduğunu öğrendi...
-Metin kitabınla ilgili bu düşünceleri dosyana ekleyip birkaç yayınevine
bıraksak mı diye düşündüm ama bu sefer de para mı dürüstlük mü ikilemine
düştüm her zamanki gibi.
-Şu andan itibaren böyle bir ikilemin yok, Baharcığım. Çünkü, ben kitabımın
o internet sitesinde yayınlanması yönünde karar verdim ve bunu o arkadaşlara
da deklare etmiş bulunuyorum...
bölüm başlıklarına git
Altta kalanın canı çıksın
Hem solcu hem de aile dostları olan Baki Durmaz, kendi firmasını kurmuş ve
bayii sayısını artırmanın yollarını arıyordu... İnşaat sektöründe faaliyet
gösteren uluslararası bir firma’da uzun yıllar pazarlama müdürlüğünde çalışmış
ve oradan emekli olmuştu.
“Gel benim bayii’m ol şefim. Her konuda tam destek veririm sana. Dükkana
koyacağın ilk parti malları konsinye olarak veririm. Sattıkça ödersin. Kendi
şirketimde sahip olduğum eleman ve ekipmanlarım emrinde sayılır. Teknik destek
başta olmak üzere, satış ve uygulama da dahil, ne gerekiyorsa yapılacak...”
İşsizlikten ve Bahar’ın dırdırından kurtulmak isteyen Metin Tezcanlı, Baki
Durmaz’ın, kaymaklı ekmek kadayıfı gibi görünen teklifine hayır diyecek
durumda değildi ama daha önce Baki Durmaz ile kısa bir dönem çalışmış ve nasıl
bir insan olduğunu üç aşağı beş yukarı öğrenme fırsatı bulmuştu...
Ne zaman Metin Tezcanlı’yı görse boynuna sarılır ve başını göğsüne koyup,
muziplik yapmaktan çekinmezdi. Özel hayatında dost canlısı bir insan olarak
görünüyordu ama kendi sözlerinin takipçisi olmaması nedeniyle Metin
Tezcanlı’dan habire sıfır puanlar aldığından haberi yoktu...
Hırsına ve başarma azmine diyecek yoktu, Baki Durmaz’ın... Çalışkan, işinin
ehli ve insan ilişkilerinde gayet başarılıydı. Amelelik yaparak başladığı
mesleğinde gerçektende iyi bir kariyer yapmıştı. Çok yoksul bir ailenin dokuz
çocuğundan birisiydi. “Kendimi bildim bileli çalışıyorum” derdi. İki
Üniversite bitirmiş olması da ayrıca takdire şayan bir şeydi.
Sürekli yiyelim içelim ve keyfimizi bulalım modunda türkülere ve şiirlere
sığınmak isteyen bu adamın sevecen ve sıcakkanlı görüntüsünün altında tam bir
“Anadolu Aslanı” yatıyordu. Rakı içip türkü söylemeyi, türkü dinlemeyi ve şiir
okumayı gerçektende seviyordu ama, iş hayatında başka bir kimliğe büründüğü
Metin Tezcanlı’nın gözünden kaçmamıştı...
Baki Durmaz’ın teklifini kabul eden Metin Tezcanlı, şirket ofisi ve
mağazası olarak kullanılacak işyerini kiralamış ve şirket kuruluşunu da
tamamlamıştı. Eksiksiz ve her şeyin gıcır gıcır olduğu bir ofise sahip olmanın
ve yıllardır hayal ettiği kendi işinin patronu olma hayali nihayet
gerçekleşmişti... Mutluydu.
Günler, haftalar ve aylar su gibi akıp
gidiyordu ama ofise gelip giden tek bir müşteri bile görünmüyordu ortalıkta...
Baki Durmaz, yeni bayiisine bir kamyon mal göndermiş ve bayilik tabelasını
astırdıktan sonra çekip gitmişti...
Satacağı ürünlerin, ürün föylerini okumaya ve ofise gelebilecek
müşterilerin sorabilecekleri sorulara hazırlıklı olmaya çalışıyordu...
Hiç beklemediği bir anda ve hiç beklemediği kapasitede büyük bir proje işi
için kendisini arayan bir şirket yetkilisinin sorduğu sorulara, abuk subuk
cevaplar vermemek için çok meşgul olduğunu ve ilk fırsatta kendilerini
arayacağını söyleyerek ve özür dileyerek, telefonu kapatmak zorunda kaldı.
Baki Durmaz’ı aradı ve kendisini arayan potansiyel müşterisinin
anlattıklarını aktarmaya başladı ve iş görüşmesine birlikte gitme isteğinde
bulundu...
Metin Tezcanlı, Baki Durmaz’ın “mümkün değil şefim, hiç vaktim yok” diye
cevap vermesine fena içerlemiş ve fena bozulmuştu... Yüz milyarca liralık bir
iş söz konusuydu ve Baki Durmaz, “çok meşgulüm” diyordu. Benzer bir iş içinde
“ o işe bulaşmayın” demiş ve soğuk davranmıştı. Halbuki, oldukça karlı
görünüyordu ve tam da Baki Durmaz’ın mesleki tecrübesini konuşturması ve
desteğini esirgememesi gereken bir projeydi...
Bayilik teklifi ve şirketin kurulması aşamasında her türlü desteği ve
ekipmanı vereceğini söyleyen Baki Durmaz’ın hiç vaktinin olmadığını söyleyerek
kestirip atması manidardı. Metin Tezcanlı, “iki eli kanda bile olsa, bir saat
zaman ayırabilir ve bunun sembolik bir anlamı olurdu, hiç değilse... Demek ki
bütün dava bayilik tabelasını astırana kadarmış... Yazıklar olsun!.. ” diyor
ve başka bir şey demiyordu...
En iyisi Baki Durmaz’ı karşısına alıp konuşmak ve onun desteğine ihtiyacı
olduğunu açık açık söylemekti:
-Baki, senin bize destek sözün var. Senin desteğin olmadan, benim bu işten
para kazanmam ve şirketi ayakta tutmam çok zor... Ben iş buluyorum ve senden
teknik ve lojistik destek istiyorum; sen bana “ o işe bulaşma ya da hiç vaktim
yok” diyorsun... Şirketi kuralı aylar oldu ama hala cepten yiyoruz... Şirketin
kuruluş aşamasında bize verdiğin destek sözünü tutamayacaksan, biz de
başımızın çaresine bakalım demeye geldim kısacası...
-Şefim, sen destek istiyorsun ama benimde sıkıntılarım var. İki ay içinde
laboratuar kurmam gerekiyor, kimyager almam gerekiyor, araç almam gerekiyor...
Senin şirketin varsın orada dursun, nihai olarak ben seni kendi şirketimin
pazarlamasının başında görmek istiyorum...
Bu sözlerden sonra Metin Tezcanlı’nı önünde iki seçenek kalıyordu: Ya
şirketi hemen kapatacaklar ya da kendi başlarının çaresine bakacaklardı.
Baki Durmaz ile aralarındaki konuşmayı Bahar’a anlatan Metin Tezcanlı,
Bahar’ın inanmakta zorlandığını fark etmiş ve “benim için hiç sürpriz olmadı.
Vaad ettiklerini yapsaydı asıl sürpriz o zaman olurdu.” Demekten kendini
alamamıştı.
-Abi bu herif ne dediğinin farkında mı sence?
-Gayet farkında bence.
-Ya biz oraya o kadar para yatırdık ama.
-Doğru söylüyorsun, parayı biz yatırdık, o yatırmadı. Dolayısıyla, sırtında
yumurta küfesi olan o değil.
-Ne olacak şimdi?
-Bu adamdan bize hayır gelmeyeceği
kesin. Ya kapatacağız ya da yeni bir eleman alıp devam edeceğiz. Uygulamadan
anlayan bir eleman bulmalıyız. Para uygulama işinde...
-O kadar para yatırdık Metin. Bari deneyebileceğimiz her yöntemi deneyelim
ve kapatacaksak, ondan sonra kapatalım derim ben.
-Haklısın, haklı olmasına ama bana sorarsan...
-Bana sorarsan ne?
-Bu işler bize göre değil Bahar, çakal olmak gerekiyor, çakal...
-Olalım anasını satayım!
-Olalım demekle de olunmuyor ki be güzelim... Sigortasız adam çalıştırmak
gerekiyor... Ustaların parasını geç vermek gerekiyor... KDV’siz mal alıp
satmak gerekiyor...
-Tam sana göre Metin. Bu dediklerini yaparsan yırtarız şerefsizim!
-Ya da kodesi boylayıp, “kader kurbanı” oluruz.
***
Aynı işkolunda yıllardır faaliyet gösteren ve zaman zaman görüştükleri
Varol Bal’ın ofise hayırlı olsun demek için gelmesi Metin Tezcanlı’yı memmun
etmişti. O da eski bir solcuydu...
-Hayırlı uğurlu olsun kardeş.
-Sağol Varol abi.
-Aslında böyle bir yer açtığını duyduğumda üzüldüm desem yeridir.
-Hayrola abi bir yanlışlık mı yaptık farkında olmadan. Merak etme elinden
iş filan almayız. Aynı sektördeyiz ama farklı işler yapıyoruz sonuçta.
-Yok yahu o anlamda değil. Ben seninle ortak bir iş kurmayı düşünüyordum
ciddi ciddi.
-Arayı bu kadar açarsan olacağı budur işte.
-Sağlık olsun ama ben o projeden vazgeçmiş değilim.
-Düşünelim abi, olmaması için bir neden yok. Hem ben bu işten anlamıyorum
zaten... Sen uzun yıllardır bu sektördesin ve belirli bir müşteri portföyün
var. İkimizin imkanlarını ve farklı yeteneklerini bir araya getirebilirsek,
gayet güzel bir şeyler çıkabilir ortaya, neden olmasın?
-Düşünelim Metin Kardeş. Benim şirketim kötü bir semtte. Müşterilerimi çay
içmeye bile çağıramıyorum korkudan. Aslında iyi bir semtte bir ofis açabilsek
hiçte fena olmaz ama kiralar can yakıyor. Senin burası benim şirketin yeri ve
konumuna göre gayet iyi sayılır. Biraz ilaveler yapılarak şekli şemali
değiştirilebilir ve daha iyi bir görünüm sağlanabilir.
-Varol abi sen şimdi bana ortaklık mı teklif ediyorsun yani?
-Biraz gecikmelide olsa, evet ortaklık teklif ediyorum.
-Abi benim canıma minnet. Aylardır tek bir satış bile yapamadım zaten ama
peşinen söyleyeyim, eğer ortaklık kurarsak senin katkın benden fazla olur. Ben
sermayemizi ve kişisel emeğimi koyabilirim sadece. Bu durumu kaldırabilir
misin? Çünkü senin elinde hazır iş ve hazır müşteriler var. Bende öyle bir
olanak yoktur şu anda haberin olsun...
-Varsın olmasın be Metin’im. Yoruldum ben artık. Sabahın köründe koca
İstanbul’da toplu taşıma araçlarıyla iş kovalamaktan, ustalarla cebelleşmekten
ve ciddi bir atılım yapamamaktan dolayı yoruldum. Altında araba var, çıkar sen
dolaşırsın benim yerime...
-Dolaşmak hiç sorun değil Varol abi. Büro’da oturmaktan ve insan yüzüne
hasret kalmaktan dolayı, benimde sinirlerim bozulmaya başlamıştı zaten... Abi
ikimizde hanımlarla bir istişarede bulunalım ve sonra tekrar konuşalım o
zaman...
-İsabet buyurdun kardeş.
Varol Bal’ın ortaklık teklifi ofiste boş boş oturan ve can sıkıntısında
patlamak üzere olan Metin Tezcanlı için hoş bir sürpriz olmuştu doğrusu.
-Bahar, ben Varol abiyi çok iyi tanıdığımı söyleyemem ama ne zaman
karşılaşsak, mutlaka boynuma sarılır ve çok iyi davranır bana. Sanırım sizin
tanışıklığınız daha eski ve aranızda aynı partide çalışmış olmak gibi bir
avantajın var, ne diyorsun?
-Biraz köylü kurnazlığı vardır ama iyi bir insandır. Kimseye bir zararı
olmadığı gibi yanında çalışanların çoğuda partideki eski arkadaşlarımızdan...
Denenebilir... Birbirinizi incitebileceğinize ihtimal vermiyorum. Nazik,
sevecen ve düşünceli bir adamdır Varol abi ama yinede iş hayatı ve ortaklık
parti işlerine benzemiyor. Para kazanma odaklı bir iş ve ortaklık
yapacaksınız. Kolay bir şey değil bu ve çok esnek olmak gerekiyor. Sen
kalemini kırdığın zaman karşındaki ağzıyla kuş tutsa yaranamaz sana, bu da
var...
-İş konusunda tecrübeli ve hazır müşterilerinin olması çok cazip geliyor
bana. Aylardır sinek avlamak canıma tak ettirdi... Valla kaybedecek çok fazla
bir şey yok ortada. En fazla birbirimize küser ve yollarımızı ayırmak zorunda
kalırız. Kanlı bıçaklı olunacak bir adam değil sonuçta.
-Deneyelim, görelim. Bakalım yoldaşlık mı daha zor, iş ortaklığı mı?
Metin Tezcanlı, ortaklık teklifini yaptıktan sonra ortalarda görünmeyen ve
telefonlara cevap vermeyen Varol Bal’ın, birden bire işi ağırdan almasına bir
anlam verememiş ve “galiba vazgeçti” diye düşünmeye başlamıştı...
-Abi nerelerdesin seni arıyorum kaç gündür... Ben, Bahar ile konuştum ve
ortaklık teklifini kabul ettik. Şu işi bir karara bağlayalım, eğer olmayacaksa
ben eleman alacağım. Senin kararını bekliyorum kısacası...
-Metin’im haklısın. Arayamadığım için kusura bakma ama çok yoğundum.
Ortaklık meselesine gelince, teklifim bakidir ama şu elimdeki işleri bitireyim
ondan sonra ortaklığa gidelim derim ben. İki tarafta pürüzsüz olursa daha
kolay olur gibime geliyor...
-Sen bilirsin Varol abi, benim açımdan problem yoktur. Elindeki işler ne
zaman biter abi?
-Ben diyeyim bir, sen de iki ay.
-Anlaştık abi.
-Tamam kardeş.
Varol Bal’ın ortaklık teklifini geçici olarak dondurması, Metin
Tezcanlı’nın dikkatinden kaçmamıştı. İlk görüşmede elindeki işlerden bahsetmiş
ve hepsinide yeni kurulacak ortak şirkete devredeceğini bile söylemiş olmasına
karşın, bu fikrinden geri adım atmasının nedeni ne olabilirdi ki?
-Bahar, sence normal bir davranış mı Varol abinin yaptığı?
-Hem de hiç değil. Valla benim için de sürpriz oldu.
-Ben sana bir şey söyleyeyim mi Bahar?
-Söyle gülüm.
-Ortaklık işini duyan birisi Varol abiye gitti ve benim ne kadar zor bir
adam olduğumu filan söyledi. Ve o birisi dediğim şahıs bizim çok uzağımızda
olmamalı diye düşünüyorum...
-Sakın bana, bu birisinin, benim...
-Tam üzerine bastın güzelim!..
-Bazen ne kadar kötü oluyorsun, Metin.
Hayret ediyorum sana doğrusu...
-Kıçıma yeni bir kazık daha girdiğini hissettim, hepsi bu...
Metin Tezcanlı, Varol Bal’ın en fazla iki ay içinde biteceğini söylediği
işlerin bitmiş olabileceğini varsayarak müstakbel ortağını yeniden aramaya karar verdi.
-Abi nasıl gidiyor toparlayabildin mi?
-Metin’im bana biraz daha zaman ver. Vazgeçmiş değilim, yanlış anlama...
-Yanlış anlayacak bir şey yok abi ama beni boşuna oyalayıp, zaman
kaybetmeme neden oluyorsun... Ben eleman alıp, yola tek başıma devam edeceğim.
-Yahu vallahi kötü bir niyetim yoktu ama...
-Abi boşver, sağlık olsun. Biz ne sana ne de başka birisine güvenerek
çıkmadık bu yola... İyi günler Varol abi.
Metin Tezcanlı, Varol Bal’ın ortaklıktan vazgeçtiği halde bunu kendisinden
saklamasına bir anlam verememiş ve başının çaresine bakmaya karar vermişti.
Ama aklının bir kenarına not ettiği başka şeylerde vardı: Metin Tezcanlı’dan
satın alabileceği malzemeler olmasına rağmen bir çivi bile satın almamıştı...
***
Metin Tezcanlı, sonunda şirkette eksik olan ayağı bulmuş ve neden kimsenin
gelip gitmediğini anlamaya başlamıştı. Birincisi vitrin yapacak, ikincisi de
aktif pazarlamaya çıkacak bir eleman alınacaktı. Herkesin tanıdığı mallar
vitrine konacak ve aktif pazarlama yapılacaktı. Baki Durmaz’ın şirketini de
ürettiği malları da kimse tanımıyordu...
Gazete’ye ilan verip beklemeye başladı. İlgili ilgisiz, ipini koparan
onlarca insan, iş başvurusu yapmak için şirkete akın etmeye başlamışlardı.
Borç aldıkları yol paralarıyla iş görüşmesine gelen garibanları gördükçe,
Metin Tezcanlı’nın yüreği cız etmeye ve için için yanmaya başlıyordu. Müdür
koltuğunda oturmakla, misafir koltuğunda oturmak arasında dağlar kadar fark
vardı...
İşsiz zamanlarında yaptığı iş görüşmelerini kare kare ve harfi harfine
hatırlayan bir adamdı, Metin Tezcanlı. Şirketine gelen herkesi can kulağıyla
dinliyor ve kendi elleriyle çay servisi yapıyordu. Gelen herkesi kapıda
karşılıyor ve kapıya kadar uğurluyordu. Topu topu işe alacağı bir elamandı ama
başvuru sayısının çokluğu Metin Tezcanlı’yı şok etmişti neredeyse.
Gelenlerin arasından en oturaklı ve ağzı iyi laf yapan birisini beğenmiş ve
işe almıştı. Bir pazarlamacıda olması gereken bütün iyi ve kötü nitelikleri
bir arada taşıyan Serhat bey, kırkını geçmesine rağmen bir baltaya sap
olamayanlardan ya da tutunamayanlardan birisiydi.
İşe aldığı adamı yakın takibe alan ve piyasadan onun hakkında istihbarat
toplayan Metin Tezcanlı, “hırsızın ve yalancının teki” denilen Serhat beyi
birinci ay’ın sonunda kapının ağzına koymaya karar vermişti ama “eniştemin
evine icra geldi ve üstüne üstelik adam şu an’da yatalak vaziyette. Kısmi felç
olmuş durumda. Bize taşındılar. Kız kardeşim, eniştem ve dünya tatlısı olan
kızları...Karımda onlara soğuk davranıyor... İki arada bir derede kaldım”
diyen adamı o koşullarda işsiz bırakmayı içine sindiremezdi.
Ne zamanki Serhat bey, “işler yoluna giriyor galiba, bizimkiler evlerine
döndüler, enişte de çok şükür ayağa kalktı” dedi, işte o an’da Metin Tezcanlı
derin bir oh çekti ve Serhat bey o gün kapının önüne konuldu. Metin
Tezcanlı’nın kafasında biçtiği zamana da tam denk gelmişti doğrusu!..
Ortalama ay’da bir iş değiştiren Serhat bey’in sonu kötü görünüyordu. Anne
ve babasını Gölcük depreminde yitirdiğini söyler ve enkazın altından nasıl
çıkardıklarını anlatırken, o dehşeti yeniden yaşardı.
Serhat Bey’i işten çıkarırken, Metin Tezcanlı’nın en küçük bir tereddütü ve
vicdan azabı olmadı: Harcırah hesaplarındaki küçük küçük açıklar ve iade
edilmeyen para üstleri Serhat bey’in neden bir baltaya sap olamadığını
açıklıyordu zaten. Elalem milyarları ve trilyonlarları kaldırmakla meşgulken,
o kuruşlarla uğraşıyordu...
Yine tek başına kalmıştı şirkette ve yine yapacak hiçbir işi yoktu.
Kurdukları şirketin her aşamasında büyük bir emek veren ve bütün stresi tek
başına göğüsleyen Metin Tezcanlı, şirketi kapatma yerine iş değişikliğine
gitmeyi düşünüyordu ama ne iş yapalım sorusuna bir yanıt bulamıyordu. Devam
etmeye karar verdiler...
-İyi günler efendim ben gazetedeki ilanınız için rahatsız etmiştim.
-Estağfurullah, buyrun.
-Görüşmeye gelmek isterdim.
-Buyrun gelin ama bu işi daha önce yaptınız mı ve ne kadar süreyle
yaptınız?
-Yaklaşık on yıldır bu sektörde çalışıyorum efendim.
-Tamam bekliyorum o zaman.
-Adresinizi alabilir miyim?
-Hay hay...
Telefon görüşmesinden iki saat sonra Metin Tezcanlı’nın karşısında oturan
ve sigara içmek için izin isteyen genç adamın tavırlarında efendilik ve güven
telkin eden bir şeyler vardı...
Evli ve bir çocuk sahibi Ercan’ın yüzündeki ifadelerden iyi bir elektrik
alan Metin Tezcanlı, sunduğu olanakları kabul eden ama düşünmek ve karar
vermek için birkaç gün zaman isteyen Ercan’a “ sen de düşün, ben de biraz
düşüneyim, umarım her iki taraf içinde hayırlı olur...” demiş ve saatlerce
sürecek bir sohpete başlamışlardı...
Ercan’ın daha önce çalıştığını söylediği firmayı arayan Metin Tezcanlı,
firma sahibiyle görüşmek istediğini söyledi.
-İyi günler Salim bey, adım Metin Tezcanlı. Daha önce sizin firmada
çalıştığını söyleyen Ercan isminde bir arkadaş bize iş başvurusunda bulundu.
Sizi sıkıntıya sokmayacaksa kendisi hakkında biraz bilgi almak isterim. Bilgi
vermek zorunda olmadığınızı söylemek isterim yine de...
-Rica ederim Metin bey... Kendisi bizde
sanırım bir ya da birbuçuk yıl kadar çalıştı ve çok efendi bir arkadaştır.
Herhangi bir yanlışını da görmedik ve zaten kendi isteğiyle ayrıldı. Yoksa
aramızda bir tatsızlık filan da yaşanmış değil. Bunun dışında söyleyebileceğim
bir şey de yok aslında.
-Çok teşekkür ederim. Bu kadarı bile benim için kafidir. Tekrar teşekkür
ederim.
-Rica ederim Metin bey, hayırlı işler...
Eski işverenin Ercan hakkında söyledikleri Metin Tezcanlı’nın çok hoşuna
gitmişti. Serhat beyi işe alırken yaptığı yanlışı tekrar etmek istemeyen Metin
Tezcanlı’nın kanı Ercan’a iyiden ısınmaya başlamıştı...
İlk görüşmeden iki gün sonra ofise gelen Ercan, Metin Tezcanlı’nın
teklifini kabul ettiğini söyledi. Temiz yüzlü, oldukça efendi ve işinin ehli
görünen Ercan’ı işe almaması için hiçbir nedeni bulunmayan Metin Tezcanlı, tam
aradığı adamı bulduğunu düşünerek için için sevinmeye ve bu sevincini de
Ercan’a yansıtmaya başlamıştı. Sevincini de üzüntüsünü de gizlemeyi
başaramazdı...
Ercan’ın bir kenar mahalle delikanlısı olduğunu fark eden Metin Tezcanlı,
patronluk yapmak yerine abilik yapmanın daha iyi olacağını düşünüyordu: Kendi
geçmişinden ve delikanlılık dönemlerinden aklında kalanlar, öyle davranması
gerektiğini söylüyordu...
Kantarın topuzunu kaçırmakta usta olan Metin Tezcanlı, Ercan’a bir çalışanı
değil de ortağıymış gibi davranmaya başlamıştı. Kendine çay alırken Ercan’a da
çay servisi yapmayı ihmal etmediği gibi, ofisi temizleme işini de kendisi
yapmaya devam ediyordu.
Kendi mütevazılığına karşılık bekleyen Metin Tezcanlı, sabahları ofise
geldiğinde müdür koltuğunda oturan ve kalkması için bir vince ihtiyaç duyan
Ercan’ın kalkmasını bazen bekleyemez ve gider misafir koltuğuna oturuverirdi.
Metin Tezcanlı, Ercan’a bozulmaya başladığını gizliyor ve karşısındaki genç
adamın kendine gelmesini bekliyordu ama Ercan, maaşlı bir elemandan çok bir
ortak havasına çoktan kendini kaptırıvermişti. Değil çalıştığı ofisi paspas
yapmak, oturduğu masanın tozunu almayı bile akıl edemiyordu ya da nasıl olsa
yapan biri var diye düşünerek, hiçbir angarya işe elini sürmüyordu.
İşe başladıktan onbeş gün sonra oldukça iyi bir proje işini alan Ercan’ı
yanaklarından öperek kutlayan Metin Tezcanlı, Ercan’ın işe başlamasıyla
birlikte yedi ay’dır tek kuruş girmeyen şirketindeki iş hareketliliğinden ve
para girdisinden dolayı mutlu ama Ercan’ın bir anda ne oldum delisi olmasından
ve yüz metrelik bir yere bile arabayla gitmesinden dolayı bunalıma girmeye
başlamıştı.
-Bahar, ben bu patronluk işini beceremiyorum gülüm ya. Bu çocuk beni
dinlemiyor ve kafasına estiği gibi davranıyor. Dahası benim iyi niyetimi ve
yumuşak yüzlülüğümü suistimal ediyor. Bazen dövmemek için dişlerimi
sıkıyorum...
-Daha önce hiç patronluk yapmadın ki, Metin. Hem zaten o kadar kolay bir iş
olsa herkes patronluk yapar. Al karşına bir güzel azarla ve
memmuniyetsizliğini göster. Gör bak nasıl panikleyecek ve karşında ezilecek...
Benim uyguladığım bir yöntemdir bu... Bazen böyle yapmak gerekiyor...
-Onu da yaparım ama küsüp gitmesinden korkuyorum. İyi kötü sabit
giderlerimizi onun sayesinde çıkartıyoruz... Mesleğe nalburluktan başladığı
için işin kurdu olmuş ve işle ilgili bilmediği bir şey yok hemen hemen... Yeni
birisini bulmak hem zaman kaybı hem de para kaybı olur ama ben bu dangalağı
parçalamaktan korkuyorum...
-Müdür sensin ağam, kararı sen ver gayrı.
Yaptığı iş görüşmelerini detaylı anlatmak yerine birkaç kelimeyle
geçiştiren Ercan, Metin Tezcanlı’nın işi bilmemesini de kendisi için bir fırsat olarak algılamaya ve
patronluğu ele geçirmeye başlamıştı. Fiyat tekliflerinden, iş görüşmelrinden,
taşeron seçimlerine kadar her iş ile ilgileniyor ve neredeyse son sözü o
söylemeye çalışıyordu.
Metin Tezcanlı, Ercan’ı büyük bir dikkatle izliyor ve olası risklere karşı
onu uyarmakla yetinmenin dışında bir şey yapamıyordu. İşi bilmediği gibi
piyasayı ve müşterileri de tanımıyordu. “Çıraklığını yapmadığın işin
patronluğunu yapma” sözünü hatırlayan Metin Tezcanlı, kendi şirketinde bir
anda fırtına gibi esmeye başlayan Ercan’ı durdurmak yerine, havasını alma
yoluna gidecekti.
-Nasıl gidiyor Ercan, sence her şey yolunda mı burada?
-Sadece ben dışarı gittiğimde burada bir boşluk oluyor doğal olarak. Bunun
dışında bence bir sorun yoktur abi.
-Sence olmayabilir Ercan ama bence burada ciddi sorunlar var: Ben sana
“istersen ortak olduğunu da söyleyebilirsin” derken eski müşterilerini buraya
çekmeni kastettim. Ama sen bu sözümü yanlış anladın sanırım ve önüne gelene bu
şirketin ortağı olduğunu söylemeye ve daha vahimi kendini buna inandırmaya
başladığın gibi bana da ortakmışız gibi davranmaya başladın.
Geldiğinden beri bir kez bile paspas yapmadın. Paspas yapmak benim işim
değil diyebilirsin ama ben bir yapıyorsam, iki kez de senin yapmanı
beklerdim... Kendi kirlettiğin masayı patronun temizliyor, birader!
Ne oluyoruz Ercan? Sana iyi davranmak ve
patronluk yapmamakla hata mı ediyorum yoksa? Patronluktan kolayı ne koçum, ben
emir verdiğimde ya yapacaksın onu ya da kovulacaksın. Bunu yapmamı ister misin
Ercan? Sana mahkum olduğumu düşünüyorsan yanılıyorsun, Aslanım. Herkesin yeri
doldurulur ve hiçbir işte yarım kalmaz...
Metin Tezcanlı’nın ses tonundaki öfke, kızgınlık ve meydan okuma karşısında
Ercan’ın süngüsü fena düşmüş ve patronunun yüzüne bakamaz hale gelmişti.
Patronuna bir şey söylemek yerine başını öne eğmiş ve neredeyse şoka girmişti...
-Bundan sonra herhangi birisi senin bana ortak olup olmadığını sorsun
istemiyorum Ercan. Kafamın tası attığında senin ortağım değil, elemanım
olduğunu söylemem hoş olmaz sanırım.
Sana yaptığın her iş görüşmesini yazılı rapor halinde bana sunmanı ve
kendine haftalık iş programı yapıp bunu bana vermeni söylemiştim ama görünen o
ki böyle bir çalışma tarzına alışkın değilsin. Alışmaya başlasan iyi olur
Ercan!..
Onbeş günde Ercan’ın nasıl bir adam olduğunu çözen Metin Tezcanlı, normal
koşullarda bir gün bile yanında tutmayacağı bu adama tam sekiz ay boyunca ve
sadece ofisin masraflarını çıkartıyor diye katlanmak zorunda kalacaktı.
Birkaç tane şirket batıran Ercan, hırslı ve işini bilen bir adamdı ama
organizasyon yapma anlamında beceriksizin ve akılsızın tekiydi. Bir seferde
yapacağı işi birkaç seferde yapıyor ve önceden önlem almak yerine sorun
çıkmasını bekleyen ve “bir şey olmaz abi” diyenlerdendi.
Metin Tezcanlı’nın hayatta tahammül edemeyeceği bir tipolojinin temsilcisi
olan Ercan, birkaç iş batırmış, sıfırı tüketmiş ve maaş artı prime talim eden
bir adam olmayı içine sindirememenin sıkıntısını yaşıyor ve bu sıkıntıyı da
Metin Tezcanlı’ya yaşatıyordu...
Hemen hemen getirdiği bütün işlerde ve takip ettiği bütün şantiyelerde
sürekli problemler çıkartmış, Metin Tezcanlı’nın kendisine verdiği yetkiyi hak
edecek bir performans gösterememişti.
Ercan, “abi sen pırıl pırıl, tertemiz bir insansın” derken, patronunun saf
ve kirlenmemiş olduğunu sanıyordu ama yanılıyordu: Ta işin başından itibaren
ticarette neleri yapmaması gerektiğini bal gibi biliyordu, Metin Tezcanlı.
Yakın bir arkadaşının söylediği “bu adam para kazanamayabilir ama hayatta
batmaz...” sözü, boşuna söylenmiş bir söz değildi.
Şirketinin dışa dönük yüzünü temsil eden Ercan’ın ayağındaki eski
ayakkabılarla iş görüşmelerine gitmesi Metin Tezcanlı’nın kanına dokunmuş ve
Ercan’a “git kendine yeni bir çift ayakkabı al. İkiyüzelli milyarlık iş
görüşmesine bu ayakkabılarla gitmeni istemiyorum. Sonuçta sen benim şirketimi
temsil ediyorsun” demek zorunda kalmış ve ayakkabı parasını da kendi cebinden
ödemişti...
***
-Bahar, bu Cafer şerefsizi bütün alacaklarını dış cephe boyasını ve
İzolasyonunu yaptığımız apartman yönetiminden tahsil etmiş ama bize daha
almadım diyor… Evet, apartman yönetimiyle iş bağlantısını o yaptı, biz Cafer’e
taşeronluk yaptık… Biraz evvel açtım ağzımı yumdum gözümü. Ulan yüzümüz
yumuşak diye herkes bize efeleniyor yahu. Ya iyi ki silahım filan yok, yoksa
gider iki dizini de patlatırdım ben bu ibnenin.
-Dur hayatım, sakin ol biraz. Birde hastahane ve doktor parası vermeyelim
üstüne. Sesin çok kötü geliyor, Metin... Vallahi korktum sesinden...
-Ya hadi meblağ küçük, ya büyük bir tutar olsaydı alacağımız? Villa işinde
yaptığımız işin anaparasını zor kurtardık. Adamlar iyi niyetli ama ne yazar?..
İş biteli dört ay oluyor. Eh bi dört ay daha bekleriz en azından...
Zaten düşük bir kar marjıyla çalışıyoruz. İşin karı zaten şimdiden piç oldu
sayılır. Banka faizi ya da fon getirisini hesapladığın zaman o paranın, ortada
kar filan kalmıyor anasını satayım. Ee ne anladım ben bu işten? Çektiğimiz
stres ve sıkıntıda cabası...
-Ya tamam haklısın yavaş yavaş bu ülkede ticaret yapılmaz noktasına
geliyoruz ama bunu da kabullenmek istemiyorum. Ben işimi kaybetmek üzereyim.
Ev’i geçindirmek için birkaç milyar gerekiyor. Benim tek düşündüğüm bu...
-Bırak o parayı buradan çıkartmayı, hala cepten harcayarak burayı ayakta
tutuyoruz. Büyük bir işte bir anda herşeyimizi kaybedebiliriz. Büyük iş
almadan da para kazanılmıyor. Kar marjı büyüdükçe, risk marjı da büyüyor.
Bizim büyük risk alacak bir pozisyonumuz yok ki..
-Bilemiyorum Metin, bilemiyorum... Herkese dua ediyoruz; herkesin iyiliğini
istiyoruz ve herkese yardımcı olmaya çalışıyoruz ama buna karşın hiçbir işimiz
rayında gitmiyor...
Gitmiyordu sahidende:
-Kızım ben sana boşuna islamcılar birbirlerini iyi destekledikleri için bu
hale geldiler demiyorum. Ha birde ticareti ve ticari hayatı bizden daha iyi
biliyorlar. Kendi aralarında dönen sermaye ile bütün devlet bürokrasini bile
satın alabilirler... Solcular birbirlerinin kuyusunu kazadursunlar... Bir
solcu olarak, çoğundan nefret etmeye başladım ben bu adamların...
-Boşuna dellenme, deli oğlan. Hepimiz kirlendik ve mesele bundan ibaret ama
bazılarımızın bok çukurunda olduğu da su götürmez bir gerçeklik ne yazık ki...
Varol abiye kızma sakın. Kendisinin de kolay bir adam olmadığını biliyordur o
ve aramızda tatsızlık yaşanmasın korkusuyla da vazgeçmiş olabilir ortaklık
işinden.
-Ortaklık işi için inan ki kızmıyorum
Bahar. Çok zor bir iş ve kendim için bile bir garanti veremem karşımdakine ama
bizim şirketten tek bir çivi bile almamış olmasına bozulduğumu söylemeden
edemeyeceğim... Hadi senin ihtiyacın olmadı diyelim ki olmaması mümkün değil;
etrafında dünya kadar tanıdığın esnaf var ve bir çoğu da bizim sattığımız
malzemeleri ya satıyor ya da tüketiyor. İnsan kardeş diye hitap ettiği
birisine yönlendiremez mi bu potansiyel müşterileri?..
-Canımız sağolsun gülüm. Ortada bir ayıp var ve ne iyi ki o ayıp bize ait
değil. Varsın onlar düşünsün!..
-Baki Durmaz ile Varol Bal bizim ofiste tanıştıklarında ikisinin birbirini
bir tartışı ve süzüşü vardı ki, “insan insanın kurdudur” lafını hatırlamadan
edemiyor. Birisinin hayreti, şaşkınlığı ve kıskançlığı; diğerinin tepeden
bakan mütevazılığı...
İkisinin de yıllarını sola ve sol örgütlere adadığını hatırladıkça, acı acı
gülümsemek geliyor içimden... Ne eski solculuğu be!.. Altta kalanın canı
çıksın hikayesi... İktidara ve onun sağladığı nimetlere sahip olma ve kendi
tekelinde tutma güdüsünden başka bir ideoloji tanımıyorum ben...
Herkes kendisini iktidar tapınağına atmak; tapılmak ve en az bir kez,
heykel olmayan çağdaş Afrodit’leri öpmek istiyor... Bunun için yakıyorlar,
yıkıyorlar ve zerre kadar acımıyorlar birbirlerine... Bunlara ulaşırlarsa,
başlarının göğe değeceğini sanan, salakların istilası altında bu gezegen...
***
-Sekiz katlı bir binaya iskele kurup orada yirmi santim enindeki bir
kalasın üzerinde iş yapmaya çalışan çocukları gördükçe aklım gidiyor, Bahar.
Daha geçen gün bir tanesi iskeleyi sökerken ölüyordu az kalsın. Allahtan
birinci kattayken düşmüş ve iki yüz milyonluk hastahane masrafıyla
kurtulabildik...
İskeleden düşen çocuğun ilaçlarını eczaneden alıp kaldıkları eve gittiğimde
gördüğüm manzara şuydu güzelim: On beş yirmi kişi kadar vardılar. Ben içeri
girdiğimde hepsi birden ayağa fırladılar ve neredeyse hepsi önümde hazırola
geçtiler.
İki küçük odalı bir evdi ve hepside o evde yatıp kalkıyorlardı. Beli
incinen çocuğun yattığı odaya aldılar beni ve hemen bir yer sofrası kurdular
önüme. Tavuk haşlama ve pilavdan oluşan karavana yemeğini yemezsem alınırlar
diyerek, tok olduğum halde kaşık salladım. Aslında yemek işini birazda ben
kaşıdım ve onların karavanasından yemek yersem hoşlarına gideceğini düşündüm.
Popülizm yaptım senin anlayacağın...
Geçen gün iş yaptığımız şantiyeye gittim ve ne gördüm biliyor musun? Bizim
çocuklar iş yaptığımız apartmanın eskiden garaj olarak kullanılan bodrum
katında yatıp kalkıyorlarmış. İçimden gidip bir bakmak geldi ve ne göreyim...
Hani köpek bağlasan durmaz denir ya, tam öyle bir yer. Yerler ıslak, içinde
inşaat malzemeleri ve daha bir sürü işe yaramayan eşyalar... Her taraf pislik
içindeydi ve acıdım orada yatıp kalkan çocuklara.
Hepsi Kürt ve Doğu’dan gelmişler. Geceleri çok üşüdüklerini söylediler
bana. Kendimden utanmadım desem yalan olur... Yataklarının başındaki Yılmaz
Güney posterini gördüğümde, hepsinin boynuna sarılmak ve kucaklamak geldi
içimden ama yapamadım...
İskelede çalışırlarken birine bir şey olacak diye ödüm kopuyor, uykularım
kaçıyordu. Ne maddi ne de manevi olarak böyle bir yükün altından
kalkamayacağımı düşünüp, büsbütün yaptığım işten soğudum zaten.
Bir keresinde kendimi test etmek için iskeleye çıkayım dedim, ikinci kattan
sonra ödüm bokuma karıştı ve vazgeçtim. Zaten çocuklarda “abi sen kilolusun ne
yapıyorsun?” diyerek beni uyarmak zorunda hissettiler
kendilerini...
Ne emniyet kemeri takıyorlar ne de başka bir güvenlik önlemi alıyorlar:
Onlar için emniyet kemeri aldım ama “rahat çalışamıyoruz” diyerek kemer
takmayı red ettiler. Maymunlar gibi hoplaya zıplaya inip çıkıyorlar...
Bu koşullar altında çalışan adamın parasını nasıl geciktirebilirsin? Ben
daha iş bitmeden neredeyse alacaklarının tamamını ödemiş oluyorum. Elimde
değil ne yapayım...
Benden patron matron olmaz, Bahar. Benim bir yanım hala o çocukların
arasında... Vakit varken git kendine başka bir koca bul...”
***
Patronunun her iyi davranışını kendisinin vazgeçilemez bir eleman oluşuna
yoran Ercan, çiğliğinin ve küçük adamlığının cezasını kış ortasında işsiz
kalarak ödeyecekti...
Metin Tezcanlı, şirketin faaliyetlerini askıya alıyor; ofisini kapatıyor ve
Ercan’a da ihtiyacı kalmıyordu artık. Saçını başını yolma sırası Ercan’a
gelmişti ama Metin Tezcanlı herşeye rağmen Ercan’ı mağdur etmemeye çalışacak
ve bir aylık maaş tutarını Ercan’ın cebine koyduktan sonra helalleşmeyi de
ihmal etmeyecekti...
Ticaret, başka birşeydi ve Metin Tezcanlı, ticarete yatkın olmadığı gibi
ticaretin kurallarına uymakta da zorlanıyordu. Dahası, sermayeleri zayıf,
dayanma kapasiteleri sınırlıydı. Eldekini kaybetmeme korkusu elini kolunu
bağlıyordu Metin’in. Çünkü o para Bahar’ın alınteriyle biriktirilmişti...
Her hamle yapacağı sırada aklına gelen bu fikir sayesinde duraklayacak ve
geri çekilecekti. Kendi kazandığı parayı - ki böyle bir parası yoktu - riske
atabilirdi ama karısının parasını asla! Yüzde yüz emin olması gerekirdi ama
ticarette hayatın ta kendisiydi ve hiçbir şeyden yüzde yüz emin olunamazdı.
Zor kullanarak devrim yapmaya kalkmanın nelere mal olduğunu bilen ve bu
işten büyük bedeller ödeyerek çıkan Metin Tezcanlı, bastığı yeri görmeden
kolay kolay adım atamaz hale geldiğinin farkındaydı...
bölüm başlıklarına git
Yoksa bazılarımız rol mü kesiyoruz
Gün içinde keyifleri yerinde olduğu zamanlarda Bahar ile Metin cep
telefonları vasıtasıyla mesajlaşırlar ve eğlenmeye çalışırlardı. Metin’in
belden aşağı ve muzur mesajlarına karşılık, Bahar genellikle romantizme vurgu
yapar ve Metin’den de aynı vurguyu beklerdi. Muzurluk bu sefer Bahar’dan
gelmişti. “Sana bir e-mail attım eğleneceğini düşünüyorum bir göz atıver”
yazıyordu son mesajında.
İnternete bağlanıp Bahar’dan gelen e-maili açan Metin Tezcanlı, Popoları
açık vaziyette bir köprünün korkuluklarına yaslanan beş altı tane çıtır’ın
hemen yanında yer alan ve yaşları ortalama yetmiş olan bir grup nineninde aynı
pozu verdiğini gören Metin kahkahayı basmış ve Bahar’ın e-maile düştüğü
“yıllar sonra görüşmek üzere” notuna mesajla cevap yazmaya başlamıştı ki
vazgeçip, telefon etmeye karar verdi. Metin Tezcanlı e-mail’deki manzarayı ve
mesajı boşa harcayacak adam değildi…
-Nasılsın gülüm?
-Şoktayım.
-Hayırdır?
-Selim Beyi üstüme koordinatör
atadılar... Hiç beklemiyordum... Çok onur kırıcı... Bu bana git demek anlamına
geliyor... Gruptaki yedinci, bu şirketteki dördüncü senem... Migrenim tuttu...
-Bahar, kendini boşuna üzme... İkimizde
iş hayatını ve kurallarını gayet iyi biliyoruz... Hem sen çok yoruldun, biraz
dinlenir kendine gelirsin... Allah daha büyük dert vermesin gülüm... Hem kendi
şirketimizin koordinatörlük makamı boş duruyordu zaten...
-Zevzeklik etme Metin, hiç halim yok
vallahi... Eşekten düşmüş gibiyim. Biliyorsun iki yıldır zam vermiyorlardı.
Yılbaşında artık zam yaparlar diye beklerken...
-Aşkım seni anlayabiliyorum... Orada çok emeğin var ama eğer seni
göndermeye yada istifaya zorlamaya niyetleri varsa yapacak bir şey yok.
Bildiğim kadarıyla Selim Bey ile aranız iyi... Söyle ona tazminatını verip atsın seni... Şu anda en iyi
çözüm bu sanki...
-Bence de... Konuşmayı ve kendimi tazminatlı olarak attırmayı
becerebilirsem, üzülmek bir yana göbek atarak çıkar giderim buradan...
Soğumuştum zaten... Şirket değil cadı kazanı mübarek.
-Sen şimdi sakin ol ve dert etmemeye bak... Beş altı ay sonra zaten emekli
oluyorsun yanlış bilmiyorsam.
-Emekli olduğumda şu an ki yaşam standartlarımızın çok ama çok altına inmiş
olacağız maddi olarak... Emekliliği unutalım gitsin şimdilik.
Hayat böyleydi işte: Kahkahalarla gülmeye hazırlanırken patlatıyordu
Osmanlı Tokatını…
Bahar aldığı iyi eğitimin hayrına bulduğu işte kısa zamanda yükselmiş ve
üst düzey yöneticiler arasındaki yerini almıştı. Büyük bir holdinge bağlı
küçük bir şirkette başladığı özel sektör deneyimine, holding’e bağlı daha
büyük bir şirkette finans direktörü olarak devam ediyor ve “aslında olmak
istemiyorum” dese de finans koordinatörü koltuğuna oturması için kendisine
yapılacak olan teklifi bekliyordu…
Her sabah yedi’ye çeyrek kala uykusundan uyanır ve altmış kilometrelik yol
katederdi. Ortalama üç saati İstanbul trafiğinde geçer ve pestili çıkmış
olarak ev’ine dönerdi. Akşam yemeği ve ardından izlenilen birkaç televizyon
dizisinden sonra ister istemez yatıp uyumak gerekirdi.
Bahar’ın bu yoğun ve yıpratıcı temposunu çekilir kılan yeğane unsur,
ortalamanın üzerinde aldığı maaşı ve o maaşa olan ihtayaçlarıydı. İyi
kazanıyor ve kazancının yarısınıda kötü günler için bir kenara atıyorlardı … Kendi şirketlerini kurup, hiç bilmedikleri bir sektörde ticaret hayatına
atılmamış olmasalardı, hafta sonu yapacakları maddi durum değerlendirmesine
gerek kalmamış olacaktı...
Bahar’dan önce eve gelen Metin, Bahar’ın
gergin olduğunu düşünerek bir küçük rakı almış ve güzel bir çilingir safrası
hazırlamıştı. O akşam Bahar’ın rahatlaması için gereken iki şey vardı: iyi bir
dinleyici olmak ve Ozan’ı rüşvet vererek erken yatmaya ikna etmekti...
-Ya Metin seninde bir mesleğin ve işin
olsaydı biz çoktan kendi evimizi filan almış ve ben şu anda çoktan ev hanımı
olmuştum. İş hayatı çok zor ve çok boğucu. Ben hiç sevmedim çalışmayı... En
kötüsü ciğeri beş para etmez bir orospuya ya da pezevenge hassiktir çekememek.
Aslında herkes aynı dertten muzdarip ve herkes birbirine hassiktir çekmek
istiyor ama, aması var işte...
Patronlar ve ortakların çoğunluğu aylardır ortada yok abiciğim. Çoğu
aranıyor... Şirket mali polis kaynıyor ve herkes göt altına giderim diye
hiçbir evrak’a imza atmıyor. Bankalarına el; bütün mal varlıklarına ve banka
hesaplarına da ihtiyati tedbir kondu. Maaşları ödemek için bile savcılıktan
izin alıyoruz. Şu an’a kadar neredeyse bin beş yüz kişiyi işten çıkardılar ama
bunun daha devamı gelecek gibi görünüyor.
Benim bölümden isim istendiğinde genellikle bekar ve tembel olanların
isimlerini veriyorum ama herkeste bekar ve tembel değil ki anasını satayım.
Her atılan elamanımla vedalaşırken ecel terleri döküyor ve salya sümük
ağlıyorum. İnsan sıra bana ne zaman gelecek diye düşünmeden edemiyor...
Ortalık işsiz kaynıyor, Metin. Aldığımız maaşların yarısına, üçte birine
çalışacak , jaws gibi bekleyen dünya kadar insan bekliyor kapının önünde.
Hepside yüksek eğitimli ve kalifiye insanlar. Bankacılık krizi ortalığı
mahvetti ve tozu duman da henüz dağılmış değil...
Bu evin bana ve benim getirdiğim paraya bağımlı olmasından kaynaklanan
sorumlulukları ve yükleri taşımakta zorlanıyorum desem, ayıp etmiş olur
muyum?..
-Farkında olmadığımı sanıyorsan, yanılıyorsun Bahar. Sen yorulmuş
olabilirsin ama bu durum asıl beni perişan ediyor. İşsiz bir koca ve işsiz bir
baba olmak, bu dünyada isteyebileceğim en son şey olsa gerek... Ya hayata bir
kere kötü başladın mı ve de büyük hatalar yaptın mı kolay kolay belini
düzeltemiyor insan... Kırkından sonra gelen aklın da sülalesini s....yim: Bir
boka yaramıyor nasıl olsa...
-Kendine haksızlık etme deli oğlan. Senin yaklaşık yirmi yılın başkalarının
kurtuluşuna ve mutluluğuna adanmış. Bunun on yılı da hapishanede geçmiş.
Kafayı yemediğine ve sakat kalmadığına dua et. Kendi namı hesabına yaşasaydın
ve mücadele etseydin, durumun bu kadar vahim olmazdı. Nice dangalaklar ve
angutlar ticaret yapıyor ve bok gibi para kazanıyorlar.
Niye biliyor musun?.. Siyaset ve feodal ilişkileri sayesinde. Senin
siyasetle ve feodal ilişkilerle aran sıfır düzeyde. Birde şu var be gülüm: Bak
islamcılara nasıl birbirlerini kolluyor ve gözetiyorlar. Mobilya sektöründen
plastik sektörüne kadar bu adamların elinde ve kolay kolay başkalarıyla da
çalışmıyorlar. Herkese mal satıyorlar ama herkesten mal almıyorlar.Ticaret,
sonuçta çevreye ve insan ilişkilerine dayanıyor. Sen istediğin kadar temiz,
dürüst ve profesyonel ol...
Bizim solcular ne yapıyorlar peki?.. Ne zaman aralarından biri yırtacak ya
da bir adım öne çıkacak olsa ya içlerinden beddua ediyorlardır ya da öne
çıkanın ayağını kaydırmaya çalışıyorlardır. Ortak bir kültürün taşıyıcıları ve
mirasçıları olarak kendilerinden birilerine karşı gösterdikleri düşmanca
dayanışmayı, eminim sağcılara ya da şeriatçılara göstermiyorlardır. Daha ötesi
yok bunun...
İş nutuk atmaya ve memleketi kurtarmaya gelince senden benden daha radikal
oluyorlar şekerim. Ve sanırsın ki yarın dağa çıkacaklar ama biz engelliyoruz.
İş ellerinde tuttukları pastayı paylaşmaya gelince de ortada ne pasta
görünüyor ne de kendileri. Bunları ima etmeye kalktığın zamanda da senden
kötüsü olmuyor...
Ya hepimiz böyle miyiz Metin? Yoksa bazılarımız rol mü kesiyoruz diye
düşünmekten kendimi alamıyorum. Yanlış yapan onlar mı yoksa biz miyiz?..
Ben artık insanların küçük bencilliklerine ve lükslerine laf söylemeyi
bıraktığım gibi yapanları da yadırgamıyorum. Çekilen bunca kahırdan ve
eziyetten sonra olsun o kadarcık lükslerimiz. Ama iş her şeye sahip olmaya ve
bu vesileyle herkese hükmetmeye gelince orda dur değil mi ama?..
Abi İnsanların ömrü fırtınadan kaçıp doluya tutulmakla mı geçecek
allahaşkına ya?..
-Bahar, iyi ki fazla içmedin ha... Bir iki kadeh daha içersen beni de bu
adamlardan biri sanacak ve üzerime atlayacaksın diye ürkmeye başladım. Valla
ne desem boş gülüm, ne desem hikaye... Hayat bizi takmıyor artık ve buna
alışmak lazım belki de. Bu kafayla ne kimseye yaranırız ne de kimse bizi içine
alır...
-Metin, sahiden çok mu içtim ben, o kadar kötü durumda mıyım yani?
-Yok yok gayet iyi durumdasın ama baban
senin böyle içki içtiğini duyar ya da görürse, benim, kızına söz geçiren sert
damat imajım yerle bir olur ve rezil olurum. Ozan büyüdü artık, tembihlesen
iyi olur. Bir yerde ağzından filan kaçırır ya da babanın kulağına giderse,
senin açından da hoş olmaz.
-Abi kırkımı geçtim ben ya. Duysunlar artık benimde kötü bir kız olduğumu
ve hattızatında bir zamanlar kötü yola düştüğümü. Seviyorum aabii elimde değil
ya.
-Tamam güzelim tamam, çok muhabbet tez ayrılık getirirmiş. Hadi şimdi
yatağa, şöyle mışıl mışıl bir uyku iyi gelir sana. Sabah sana sucuklu yumurta
yaparım kahvaltıda. Gider taze kaymak bile alırım. Önce güzel bir uyku sonrada
güzel bir sabah kahvaltısı. Hadi naş naş Bahar hanım. Bizde lakırdı bitmez ama
idareli kullanmakta fayda var.
-Olur paşam anan güzel mi senin?
-Anama laf yok biliyorsun.
-“Anan orospu olsaydı işsiz kalırdı espirim” nasıldı ama? Hem orospu hem de
çirkin olmak çok kötü be Metin’im, değil mi ama?
-Bahar’ım, çiçeğim, böceğim... Elimden bir kaza çıkmadan yatıp uyusan
diyorum artık...
-Tamam tamam gidiyorum ama bazen sarhoş oldum numarası yapmakta fena değil
be Metin’im. Vallahi iyi geliyor. Sana da tavsiye ederim koçumm...Hadi bana
eyvallah...Off yorulmuşum ama rahatlamışım da be... Gözlerin sanki bir ormaan
/ gözlerin nasıl bulanıık / saklı korkulardan sanık / gözlerin kaçarken
vuruluur...Dudakların nasıl ürkeeek / ne kadar uzakta sesiiin/ sen gece gelen
konuğuum / hiç kimmseninde herkesinn...
bölüm başlıklarına git
Ben ben de değilim
Birbirlerine belli etmemeye çalışsalar da ikisi de neredeyse burunlarından
soluyor ve kara kara ne yapabileceklerine dair fikir yürütmeye
çalışıyorlardı...
-Metin, senin eniştenin yaptığı işi biz de yapamayız mı?
-Aslında bugün benim de aklıma gelmedi değil. Dur bir enişteyi arayıp,
sorayım...
Yaklaşık yirmi beş yıldır kamyon şöförlüğü yapan Metin Tezcanlı’nın
eniştesi, son beş yıldır da bir gıda firmasının taşımacılık işini yapıyordu.
Patronunun kefil olmasıyla aldığı frigofirik kasalı kamyonunun taksitleri
biter bitmez de, son model bir Mercedes kamyon almış ve paraya para
demiyordu...
-Enişte nasılsın?
-Sağol Metin sen nasılsın?
-Şu sıralar pek iyi değiliz enişte, Bahar da ben de işsiz sayılırız
artık... Ya enişte senin yaptığın işi biz de yapamayız mı?
-Tabii yaparsınız; yapılamayacak bir iş değil ki... İstersen yarın bize
uğrayın daha detaylı konuşalım.
-Tamam uğrarız, sağol enişte.
Eniştesiyle Metin Tezcanlı arasında geçen konuşmanın olumlu havası Bahar
ile Metin arasındaki gerilimin azalmasını sağlamış ve birbirlerine suçlayıp,
saldırmalarına engel olmuştu.
Metin Tezcanlı ve Bahar çifti, Aydost Dağının eteklerindeki gecekondu
mahallelerinin sefaletine hiçte yabancı değillerdi...
Bahar ve Metin birlikte olmaya başladıktan sonra o gecekondu mahallelerinin
birinde oturan Metin’in ablasının üzerine kayıtlı evin en alt katında, altı ay
süreyle ikamet etmişler ve oldukça fırtınalı günler yaşamışlardı...
-Metin, ablanın en küçük oğlu kahvaltı masasındaki kaşar peynirine elini
uzatırken, babasının “yeter” diyerek eline vurmasını hatırladıkça, içim
eziliyor... Bir baba için bunu yapabilmek hiçte kolay olmasa gerek ama
yapılabildiğini gördüm; görmemeyi tercih ederdim...
-Bahar, sen de biliyorsun, o zamanlar ekmek alacak paraları bile yoktu. O
kaşar peynirini de kendileri için değil, büyük olasılıkla bizim için
almışlardır...
Ablamın karnında yaklaşık birkaç kiloluk bir ur tespit edildiğinde, ablam
ve ortanca oğlunun bir oda da baş başa nasıl ağladıkları geliyor aklıma... Ben
odaya girdiğimde, ablam “ öleceğim kardeşim” dedi ve hüngür hüngür ağlamaya
başladı...
Ablama, üzülmemesini çünkü tanıdık doktor arkadaşlarımın olduğunu
söyleyerek yatıştırmaya çalıştım. Allahtan karnındaki ur temizdi yoksa çoktan
yolcu olmuştu... Yeşil Kart çıkarttık ve devlet hastahanesinde ameliyat
ettirdik. Doktor Serdar’ın büyük yardımını gördük. O olmasaydı işimiz
gerçekten çok zordu... Ablamların ne parası vardı ne de bir sağlık
güvencesi...
-Nereden nereye Metin’im. Bir zamanlar biz onlara iş-güç ve para-pul
konularında yardım ederken, şimdi onlar bize yardım edebilecek konuma
geldiler... Ablan estetik ameliyat bile yaptırabiliyor...
-Borsacıların tabiriyle söyleyeyim: Herkes dip ve zirve yapabilir. Çünkü
bir biçimde herkes kumar oynuyor, bu ülke de...
Metin Tezcanlı’nın ablasının kırık dökük üç katlı apartmanı tepeden tırnağa
yenilenmiş ve yaklaşık yetmişbeş milyar para harcanmıştı, içine ve dışına.
-Enişte ne diyorsun, yapabilir miyiz, olur mu sahiden?
-Şimdi şöyle söyleyeyim: Önümüzdeki Mart ay’ında fabrikanın kapasitesi iki
katına çıkartılacak. Yeni tesislerin yapımı devam ediyor. Bu tesisler
bittiğinde -ki yakında bitecek- ister istemez yeni kamyonlara ihtiyaç olacak.
O durumda da patron beni çağıracak ve bana kamyon bul diyecek... Sen
hazırlıklarını yapmaya başla...
-Biz bu işten para kazanabilir miyiz peki?
-Al sana küçük kamyonun aylık cirosu , yetmez mi?
-Otuz günde yirmi beş bin kilometre... Kilometre başına beş yüz bin artı
KDV’den...
-Bunun ne kadarı kar’dır enişte?
-En az yarısı...
-Bu işin püf noktası nedir sence?
-Fabrikaya problem çıkartmamak; iki
şehir arasındaki mesafeyi kısaltan yolları bilmek ve en önemlisi, aklı başında
gidip gelmek... Sabırlı olacaksın: sağından solundan vızır vızır geçen ve
birkaç dakika içinde önünden kaybolan binek arabaların hızını unutacaksın...
Yorulduğun zaman birkaç saatte olsa
dinleneceksin; temiz hava alacaksın ve uyuşan vücudunu diriltmek için hareket
edeceksin... Dağları tepeleri aşarken yalnızlığa alışacaksın ama başına bir iş
geldiğinde bil ki seni gören ilk kamyoncu yardımına koşacaktır...
Metin Tezcanlı’nın ablası kocasının anlattıklarını dinlerken, birdenbire
kardeşine dönmüş ve “ sen bu işi nasıl yapacaksın hey kardeşim... Uykusuzluğa
ve yorgunluğa nasıl alışacaksın?.. Sana göre bir iş değil bu...” Demekten
kendini alamamıştı.
-Kolay iş yok abla... Her iş zor... Para
kazanabilecek ve evimin nafakasını çıkartabileceksem, uykusuzluğa da alışırım
yorgunluğa da... Evde malak gibi yatan adamı ne koca yerine koyarlar, ne de
baba... Bundan daha zorunu tanımıyorum ben...
Metin’in söylediği son sözleri Bahar’ın gerilmesine ve Metin’e dik dik
bakmasına neden olmuştu ama üzerine basa basa söylediği sözlerin ne anlama
geldiğini gayet iyi biliyordu Metin...
Hapishaneden çıktıktan sonra yıllarca işsizlikle boğuşmuş ama bir türlü
dikiş tutturamamıştı: Zor bir insan olduğunun her zaman farkındaydı ve
otoriteden, emir komuta zincirine girmekten nefret ederdi...
Yeteri kadar emir komuta zinciri altında çalışmış ve en sonunda da isyan
bayrağını çekmişti. Her anlamda kendisinden daha zeki ve akıllı olmayan
insanların emrinde çalışamayacak kadar akıllandığını düşünüyor ve kendi
başının çaresine bakmaya çalışıyordu...
-Metin, eniştenle konuştuktan sonra ben paniklemeye başladım: Sen uykuya
çok düşkünsün bir; ikincisi, bu yaştan sonra kamyon kullanmak hiçte kolay
olmayacak senin için. Bu taşımacılık işiyle ilgili gelişmenin ilk gecesinde, “
ben bu adamı nasıl göndereceğim “ diyerek ağladım yatakta. Sen ne kadar
farkındasın ama ben çok korkuyorum bu işten... Allah göstermesin başına bir iş
geldiğinde, ben sensiz ne yaparım?..
Ozan ile geçen gün birlikte uyuyacaktık, biraz yeni işten bahsedeyim de
yavaş yavaş alışsın diye düşündüm ama senden uzun sürelerle ayrı kalacağını
fark eder etmez, ağlamaklı oldu ve “ babam eski işine devam etsin, ben bu işi
istemiyorum “ dedi bana. Bu çocuk doğduğundan beri seninle yan yana büyüdü.
Sen, uzun seferlere çıktığında, başımın etini yiyeceğinden adım gibi eminim...
-Yahu, hep benim ne kadar pimpirikli, çekingen ve her işin en olumsuz
yanlarını öne çıkardığımı söyleyerek, girişimci olmadığımı ve risk almadığımı
söyleyen sen değil miydin?... Al sana girişimcilik, ataklık, cesaret ve
kararlılık... Benim önümde on, bilemedin on beş sene kaldı... Ne yapacaksam bu
süre zarfında yapmak durumundayım...
Ben gözümü kararttım, Bahar!.. Boktan bir trafik kazasında ölmek de dahil,
her türlü riski ve belayı göze alıyorum işte... Ne olacaksa olsun artık!..
Ünlü Matador El Cordobes, ilk gösterisine çıkarken annesine ya da ablasına “
bugün size ya bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksınız “ diyerek çıkıyor
soyunma odasından... Aynı ruh halindeyim ve ben de sana aynı şeyi
söylüyorum... Başka çıkış yok işte!..
-Şöför alsak da sen sadece refakat etsen?
-Bütün servetimizi yatıracağımız hatta biraz da borçlanacağımız ekmek
teknesini nasıl bir şöföre emanet edebilirim ki?.. Borçları bitirene ve üç beş
kuruş bir kenara atana kadar böyle bir şey yapamam, Bahar. Ancak kamyon
kendini amorti ettiğinde, ben direksiyon sallamaktan vazgeçebilirim...
-Otobüs firmaları gıcır gıcır son model otobüsleri maaşlı çalışan
şöförlerinin altına veriyorlar ama...
-Adı üstünde Bahar. Onlar otobüs firmaları. Bizim on tane kamyonumuz
olmayacak ki...
-Geçen gün bir hesap kitap yaptım. 2006 yılının Şubat’ında, iyi bir ev ya
da yeni bir kamyon alabilecek duruma gelebiliriz, tabii
bir aksilik olmazsa...
-Dönüş yok Bahar. Ya tam batacağım ya da tam çıkacağım. İkisinin arasında
kalmaktan hem yoruldum hem de çok bunaldım... Senin o büyük holding’deki
işinden daha zor olacağını düşünmüyorum kamyonculuğun. Sonuçta kendi
kendimizin patronu olacağız her halükarda... Hayata karışamamaktan ve hep aynı
kısır döngülerin içinde cebelleşmekten şikayet ediyordum... İşte fırsat, işte
meydan okuma!..
-Eh kamyonun arkasına “Boğaziçilim” yazarsın artık.
-“Kolej güzeli” de olabilir ama “ben ben
de değilim” yazmak geliyor içimden... “Sen Daha Çocuktun” da olabilir!..
Metin Tezcanlı’nın taşımacılık işine soyunmasına kimsenin bir itirazı yoktu
ama uzun yollarda kamyon kullanacağını duyan arkadaşları, onun saçmaladığını
ve kamyonu bizzat kullanma sevdasından vazgeçmesini söylüyorlardı:
-Yahu ben, çocukken uzun yol şöförü olmayı hayal ediyordum zaten. Kısmet
bugüneymiş kardeşim. Kırk iki yaşımda çocukluk hayalimi gerçekleştirme
fırsatını tepecek kadar da nankör değilim. Siz varın dalga geçin benimle.
Hem para kazanacağım hem de en az bir kitaplık malzeme çıkaracağım ben bu
işten. İkinci kitabım bitiyor. Üçüncüsünün malzemesi de hazır ama dördüncü
kitabın konusu ve kahramanları yoktu. İşte şimdi o da hazır hale geliyor...
-Şansını fazla zorlamasan iyi olur Metin. Senin belirli standartların ve
iyi kötü aydın bir çevren var. Kamyon şöförlerinin inşaat sektöründe çalışan
amelelerden daha iyi olduğunu düşünmüyorsundur umarım. Al iki tane şöför
çalıştır, senin ne işin var onların arasında?..
-Maden var kardeşim, maden!.. Gecelerin
ve gündüzlerin, yazların ve kışların, hem tanığı hem de yazıcısı olacağım...
Hayata karışıyorum efendiler, hayata!..
Bahar Tezcanlı’nın finans direktörlüğünden, kamyoncunun karısı pozisyonuna
düşmesi hiç kuşkusuz kolay kolay içe sindirilecek bir şey değildi ama daha iyi
bir seçenekleri de bulunmuyordu.
İnşaat sektöründeki işlerini bırakmış ve kamyonculuğa soyunmuşlardı. Bahar
Tezcanlı’nın bu durumu ailesine anlatması ve onların rızalarını alması kolay
değildi. Zaten dili bir türlü yeni işlerini anlatmaya gitmiyordu. Ailesinin bu
işi küçümseyeceğini ve hatta hor göreceğini düşünüyordu:
-Gülüm bunda utanacak, sıkılacak bir şey yok ki... Namusumuzla,
alınterimizle ekmeğimizi kazanacağız, kısmet olursa... Hem bu işi yapmazsak,
onlar mı bizim karnımızı doyuracak, onlara ne?..
-Orası öyle ama , “
Muhsin Göçmen’in kızı bir kamyoncunun karısıymış aslında”
diye bir laf duyarsa bizimkiler, kesin beni çizerler... Onlar senin solcu ve alevi olduğunu tahmin
ediyorlar ama ipten kazıktan kurtulmuş bir adam olduğunu hala bilmiyorlar...
Üstüne bir de kamyonculuk eklersek manzara tamamlanıyor anasını satayım... Ah
eşek kafam ah!.. Anamın sözünü dinleseydim,
şimdi son model cipin içinde aylak
aylak fink atıyor olacaktım.
-Boşuna uğraşma, sen bir fabrikatör ya da çok zengin bir işadamıyla
evlenseydin bile, yine benim gibi bir adama kaçardın...
-Demek ben de o potansiyeli görüyorsun?
-Olmasa benim yanımda ne işin var kızım? Bugün bile istediğin gibi zengin
bir koca bulabilirsin...
-Metin, mutlaka senin de aklından geçmiştir, söyleyeyim sen de rahatla:
Annem Florya’daki evi bilmem kaç bin dolara sattı ama kadının aklına bize
yardım etmek gibi bir fikir gelmiyor nedense...
Geçen gün beni çağırdı, alışverişe gidecekmiş... Bir mağazaya girdik. Annem
yaşına başına aldırmadan boncuklu bluzların birini giyiyor birini çıkartıyor.
Neymiş efendim, onun boncuğu az bunun bilmem nesi fazla... Tezgahtar kızın
yanında rezil oldum; yerin dibine girdim... Gülmemek için dudaklarımı
ısırdım...
Çocuklarının içinde bir tek benim evim yok. Babamın parası olsa, annemin
yaptığını kesinlikle yapmazdı. Çocuklarının arasındaki eşitsizliklere katiyen
izin vermemeye çalışır ve herkesin aynı şeylere sahip olmasına büyük önem
verir babam...
-Babanın o özelliği benim de dikkatimi çekti sahiden. Adil olmaya çok
dikkat ediyor. Annen, babanın kendisine aldığı evi satıp, kimseye zırnık
koklatmıyor ama baban olsaydı en azından şu Florya’da satılan evin parasının
yarısını getiririr sana verir ve “üstünü de siz tamamlayıp, kendinize bir ev
alın” derdi. Bundan hiç şüphem yok... Hem o evi ona alan baban değil mi?
Utanmıyor mu adamın parasını tek başına sahiplenmekten?.. Ya annen senden
intikam alıyor işte...
-Kesinlikle... Onun istediği tipte bir evlilik yapsaydım, böyle
davranmazdı... Hala kan davası güdüyor benimle...
-Sana bir şey söyleyeyim mi Bahar? Bir tek kadınlar bu kadar katı ve
intikamcı olmayı başarabiliyorlar. Erkekler kesinlikle onlar kadar kin
tutamuyorlar. Benim annemde hala senin annen gibi davranıyor ablama karşı. Bu
ne gaddarlık, bu ne menem bir kindir ki yıllar geçse de bir türlü bitmiyor?.
-Bir kadın olarak sana hak veriyorum, Metin. En azından annem için geçerli
bu... Ben de onu affetmeyeyim diyorum ama şunun şurasında daha ne kadar
yaşayabilir ki?.. Ha bugün ha yarın ölecek diye, benim uykularımın kaçtığından
haberi bile yok annemin...
Cavidan Hanım özel kolejlerde okutarak yatırım yaptığı Bahar’ın ne ilk
kocasını ne de ikincisini hiçbir zaman içine sindirememişti: Birinci damadın
solculuğu ve koministliği biliniyordu ama ikinci damadı “ CHP’liyim” diye
kıvırıyor ve gerçek kimliğini gizliyordu…
Saraylara, malikhanelere ve tripleks villalara layık olarak yetiştirdiği
kızından beklediği verimi alamamanın intikamını fena alıyordu, Cavidan Hanım.
Hem de bir ayağı çukurda olmasına rağmen...
Adını koymadığı ve dışarıya yansıtmadığı savaşını, gayri nizami harp
usullerine göre yürütüyor ve Bahar’ı içten içe hırpalamak için psikolojik
harekat taktiklerine ağırlık veriyordu: Bahar’ın bir ev almasına yardım
edebilir ya da tek başına bir ev alabilirdi ama yapmıyordu işte...
“Annem, büyük gelinin ve senin önünde “ bankadaki dolarları bozdurup, bir
ev alıp, sonra da kiraya mı versem, yoksa, hazine bonosu mu alsam?..” diye
sorduğunda, ‘ kendini bu kadar yormana gerek yok, anne. Bana bir ev
alabilirsin...’ demek geldi içimden ama boşver, kendini aşağılamış olursun
diyerek söylemekten vazgeçtim, Metin. Ne kadar ağrıma gittiğini tahmin
edemezsin...
O dolarlar, hisse senetleri ve gayri menkullerin hepsi üç
kardeşe kalacak sonuçta ama bunları düşünmek bile yaralıyor insanı...
İstiyorum ki öldüğünde aramızda kırgınlık olmasın, ölüm acısının üstüne birde
kırgınlık acısı eklenmesin ama tek taraflı olmuyor işte...” Bahar Tezcanlı’nın yanaklarından aşağı
sicim gibi gözyaşları akıyordu...
bölüm başlıklarına git
Zayıf Halkalar
-Alo Metin, bütün malvarlığımıza ve banka hesaplarımıza tedbir konuyor.
-Hayatım sakin ol, ne tedbiri?
-Ya hani bizim şirketin ve bazı üst düzey yöneticilerinin banka hesaplarına
tedbir konmuştu ya... İki yüz elli iki kişinin hesaplarına daha tedbir konması
için Cumhuriyet Savcılığına yazı gitmiş. Yeni listenin içinde benim adım da
var...
-Sıkma canını gülüm, bi bok çıkmaz nasıl olsa.
-Öyle ama maaşlarımızı bile alamayacağız, o durumda. Dahası, tedbir kararı
birinci derecedeki akrabaları da kapsıyor: Anne, baba, eş, abi, kardeş ne
varsa hapı yutuyor...
-Hassiktiiir!.. Nereden duydunuz, resmi bir tebligat
yapıldı mı?
-Arkadaşlar, talep yazısını getirdiler az önce. Mahkeme kararının çıkması
için iki üç gün geçer diyorlar... Sinirlerim alt üst oldu ya... Allah
kahretsin böyle şirketi de... Bu bankaların, şirketlerin içi boşaltılırken
neredeydi bu adamlar?.. Potansiyel olarak hepimizi suçlu
görüyorlar, Metin...
-Dert etme güzelim... Bu günlerde geçer ama biz yine de tedbirlerimizi
alalım...
-Neyse, akşam eve gelince konuşuruz... Sanırım bütün telefonlar dinleniyor.
-Varsın dinlesinler. Bizim korkacak bir şeyimiz yok nasıl olsa.
-Hoşça kal aşkım...
Bir şirketin ya da şahısın mal varlıklarına ve banka hesaplarına tedbir
konulması demek, mal varlıklarını satamaması ve parası olsa bile , o parayı
kullanamaması demekti...
Bütün şirketlerine el konulan büyük holdingin ve ona bağlı grup
şirketlerinin aktif - pasif bütün mal varlıklarına, banka hesaplarına el
konulmuş ve şirketlerin başına, beşer kişilik yönetim kurulları atanmıştı.
Patronlar ve bazı üst düzey yöneticiler kaçak pozisyonuna düşmüşler ve
dünyanın her yerinde kırmızı bültenle aranıyorlardı...
Aylardır, kedinin fareyle oynadığı gibi oynanan ve neredeyse onurları
ayaklar altına alınan çalışanların içine düşürüldüğü durum, gerçektende içler
acısıydı. Şirket kasasında gerekenin çok üzerinde paraları olmasına rağmen
şirket hesaplarına konan tedbirden dolayı aylardır maaşlarını alamıyorlardı.
Hesaplarına tedbir konacakların listesinde Bahar’ın da adının olması, Metin
Tezcanlı’nın ensesinin sertleşmesine neden olmuş ve felaket senaryoları
yazmaya başlamıştı. Bir an için, sabaha karşı evlerinin basıldığını ve
Bahar’ın kendi yanında hakaretlere maruz kaldığını; Uykusundan korkuyla uyanan
Ozan’ın ağlamaya başladığını getirdi aklına. Bahar ve Metin Tezcanlı, bir
polis arabasının arka koltuğunda, Organize Suçlar Müdürlüğünün yolunu
tutmuşlardı bile...
Metin Tezcanlı, faaliyetlerini askıya
aldıkları kendi şirketlerinin banka ve şahıs hesabında bulunan paralara el
konulursa ne yaparız diye karar kara düşünmeye başladı... En iyisi parayı
bankadan çekmek ve bir arkadaşlarına emanet etmek olabilirdi ama Bahar’ın eve
gelmesini beklemek ve ondan sonra karar vermek, en doğrusuydu...
Yorgun, bitkin ve morali sıfır olmuştu Bahar’ın. Metin’in hazırladığı
yemeği yedikten sonra televizyonun karşısına geçmiş, Ozan’ın yatırılmasını
bekliyordu ama normal olarak kendi yatış saatleri de gelmiş sayılırdı...
-E gülüm, anlat bakayım, getti mi gaymeler?
-Yeni yönetim kurulundaki adamlar, yeni listeyi ve tedbir konması istemini
zamansız ve yanlış bulduklarını; bu kararı geri çektirmeye çalışacaklarını
söylediler bize.
-Tedbir konması kararını veren devlet; kararın geri alınmasını isteyen de
devletin atadığı yönetim kurulu üyeleri, öyle mi?
-Aynen öyle.
-Bu adamlar ya ne yaptıklarını bilmiyorlar ya da çok ince bir taktik var bu
işin içinde...
-Ne gibi?
-Mal varlıklarına ve banka hesaplarına tedbir konması istenen insanların
gözlerini korkutup, işbirliğine zorlamak istiyor olabilirler. Sizin şirket
onların gözünde bir muamma ve çalışanların rızası olmadan ne o şirkete hakim
olabilirler ve ne de o şirketi yönetebilirler. Sizler olmadan tek bir adım
bile atamazlar. İsteseler bile kendi adamlarını getiremezler; büyük bir zaman
kaybını göze alamazlar, Bahar. Yüzlerine ve gözlerine bulaştırırlar ve o
haliyle de kimseye satamazlar bu şirketi...
Ellerinin sizlere mahkum olduğunun gayet farkındalar ve bu dezavantajı
ortadan kaldırmak için, mal varlıklarını ve banka hesaplarınızdaki paraları
kullanarak, bir biçimde sizleri tehdit ediyorlar bence... Bir şey çıkmaz ama
sıkıntılı günler ve aylar yaşayabiliriz... Şimdi de sen dökül bakayım...
-Tedbir konması için yazılan talep yazısını aldıktan sonra devletin bizim
şirkete atadığı hukuk müşavirliğinde görevli iki adamla görüştük. Birisi
hukukçu olduğunu söyledi ama bana kalırsa hukukçu filan değil. Daha ziyade...
-Ya mali polistendir ya da derin devletin bürokratıdır.
-Bence de... Zaten kendisi ben hukukçuyum demedi, ben ona “galiba
hukukçusunuz” diye bir zarf attım, o da biraz durakladıktan sonra, gülerek,
“evet hukukçuyum” dedi... Şirket hem sivil hem de mali polis kaynıyor... Bu
ortamda çalışmak insanı fena geriyor ve fena yıpratıyor. Herkes birbirinden
şüpheleniyor ve kimin kimi sattığı ya da satabileceği lafları dolaşmaya
başladı ortalıkta...
O anlı şanlı ve burnundan kıl aldırmayan icra kurulu üyeleri, genel
müdürler, koordinatörler ve direktörler, devletin adamları karşısında nasıl
köpekleşiyor ve kuyruk sallamaya başlıyorlar bir görsen...
Salya sümük ağlayanlar mı dersin; hem suçlu hem de güçlü ruh haliyle
edepsizlik edenler mi dersin... Her şey tam bir Türk filmi gibi: Karşısında
devletin bürokratını gören, yerinden fırlıyor ve hazır ol’a geçiyor...
Neyse, görüştüğümüz adamlar, eğer onlara güveniyorsak, birer dilekçe
yazarak, durumlarımızı ve şirkete dair bildiklerimizi içeren bilgileri
yazmamızı ve kendilerine vermemizi istediler... Bu dilekçelere göre hareket
edeceklerini söylediler...
Patronlardan alamadıkları bilgileri bizlerden almaya çalışıyorlar... Sanki
bizler şirketten kaçırıldığı iddia edilen paraların nereye aktarıldığını
biliyormuşuz gibi... Bu işleri kimlerin yaptıklarını bal gibi biliyorlar ama
ellerinde delil olmadığı için bizi sıkıştırıyor ve bizi tehdit ediyorlar...
Bir anlamda birilerinin aleyhinde konuşturmaya zorluyorlar... Allah bilir
masalarımızın altına filan dinleme cihazları bile koymuşlardır...
-Gülüm, işi paranoya noktasına kadar götürmeye gerek yok bence... Senin
gizlediğin ya da gizlemeye çalıştığın bir şey yok ki. Bırak o haltları
karıştıranlar düşünsünler...
-Aslında doğru söylüyorsun. Benim imza yetkim bile yok ve sadece
talimatları yerine getirdim. Benim korkacağım bir şey yok çok şükür...
-Kız yoksa gaymeleri benden gizli mi götürdün?
-Zevzeklik etme Metin. Hala ensem sert ve çok gerginim... Bazı çalışanlar
metazori yöntemlerle ve hiç tanımadıkları şirketlere ortak gösterilmişler ve
onların durumu daha da beter...
Neymiş efendim, el koydukları bizim gruba ait bankanın içi boşaltılmış ve
kaçırılan o paraları tahsil etmeye gelmişler. Bankanın içi boşaltılırken
neredeydiniz diye soramıyoruz tabii... Senin o bankada Yeminli Murakıbın
vardı, niye onun yazdığı raporları zamanında denetlemedin de diyemiyoruz ...
Velhasıl kelam, patronları ellerinden kaçırdılar ya da birileri kaçmalarına
göz yumdular... Güçleri bize yetiyor ancak...
-Bahar, bu adamların kullandığı
yöntemler polis sorgusundaki yöntemlerin hemen hemen aynısı. Senin üzerine bir
suç ithamında bulunup, o suçu işlemediğini kanıtlamanı istiyorlar. Halbuki
suçu kimin işlediğini ispatlamak onların görevi... Hem takır takır vergini öde
hem de senin vergilerinle maaş alan adamların elinde oyuncak ol... Olacak iş
değil ama tam bizim bürokrasiye göre...
Toplantı yaptığımız adamlardan birisi patronların kaldığı kata çıkmış ve
onların tuvaletlerini filan incelemiş ve fotoğraflarını çekmiş... Efendim,
klozet filan demek mümkün değilmiş... Muazzam bir koltuk şeklinde dizayn
edilmiş ve elini suya sabuna dokundurmadan taharet giderebiliyormuşsun.
Bir düğmeye basınca istediğin ısı derecesinde su; başka düğmelere basınca
da yıkama, yağlama, durulama ve kurutma işlemleri... Elini hiçbir şeye
dokundurmuyorsun ve herşey düğmeler aracılığıyla yapılıyor... Böyle
boktan bir muhabbet yapmak zorunda da kaldık adamlarla... Neyse yatalım Metin.
Bizi zor günler bekliyor anlaşılan...
-Bozma moralini. Ucunda ölüm yok ya, sen ona bak...
-İyi geceler.
-Sana da hayatım.
Bahar ve Metin ayrı odalarda yatmış olmalarına karşın ikisi de gecenin bir
vaktinde mutfakta buluşmuşlar ve bir şeyler atıştırdıktan sonra tekrar uyumaya
gitmişlerdi ama belli ki ikisinin de uykuları kaçmaya ve başlarına gelebilecek
olası kötülükleri düşünmeye ve kurmaya başlamışlardı.
Bahar her zamanki gibi Metin’den ve Ozan’dan önce kalkmış ve işe
gitmişti... Metin de Ozan’ı okula bıraktıktan sonra bitirmek üzere olduğu
ikinci kitabını yazmaya devam etmek için bilgisayarın başına oturduktan birkaç
saat sonra telefonu çalmaya başladı. Arayan Bahar’dı.
-Metin, moralim çok bozuk, bildiğin gibi değil.
-Hayrola Bahar, mahkemeden tedbir kararı mı çıktı yoksa?
-Bence daha da kötüsü Metin... Hani
tedbir taleplerine karşı dilekçe yazacaktık ya, yazdım ve dün görüştüğümüz ve
kendisi için hukukçuyum diyen adama verdim ama ne dese iyi... “Bir finans
direktörü olarak burada yazdıklarınızdan daha fazlasını biliyor olmalısınız; o
tahsilat kaçaklarıyla ilgili bir şeyler yok mu yani?” demesin mi... Resmen
bana zanlı muamelesi yaptı, ağlamamak için kendimi zor tuttum ama şu anda bile
ağlamak üzereyim...
-Sakin ol hayatım... Aranızdaki en zayıf halkayı ya da halkaları bulmaya
çalışıyor adamlar... Hem kimseyi tanımıyorlar hem de doğal olarak herkes
potansiyel suçlu onların gözünde. Sen koca şirketin finans direktörüsün,
senden şüphelenmeleri son derece doğal...
Onlar size suçlu muamelesi yaparak, kendiliğinizden gidip birilerini ihbar
etmenizi ya da sizin bilip de onların bilmediği bilgileri kendilerine
vermenizi bekliyorlar... Kendi pozisyonunu daha detaylı yaz ve verilen
talimatları yapmak dışında başka bir şey yapmadığını anlat.
Bahar akşam eve gelir gelmez, Metin’e, “her ihtimale karşı senin, benim ve
şirketin hesaplarındaki paraları çekelim ve Namık’lara verelim. Onlar kendi
adlarına bir banka hesabı açtırsınlar ve bir ATM kartı alsınlar. Böylece
parasız pulsuz kalmaktan ve ondan bundan borç istemekten kurtulmuş oluruz”
dedikten sonra, akşam yemeği için sofraya oturdu...
Ozan kucağa alınmayı ve okşanmayı bekleyen bir kedi gibi annesinin
etrafında pervane oluyordu ama aynı şeye annesinin daha çok ihtiyacı olduğunu
düşünemeyecek kadar da küçük sayılırdı...
-Oğlum bir izin ver de iki lokma bir şeyler atıştırayım ya. Açlıktan ve
yorgunluktan düşüp bayılmak üzereyim zaten.
-Anne hani kola getirecektin eve gelirken. Küstüm işte...
-Metin, allahaşkına ne istiyorsa git al, yoksa elimden bir kaza çıkacak!
-Kola mola yok efendim. Miden delinecek haberin yok hıyarağası...
-Sensin o... Sana da küstüm işte...
-Küsersen küs kakoş efendi. Her istediğinin anında yapılması gibi bir kural
yoktur ve olmayacak da.
-Siz canınız her istediğinde fosur fosur sigara içiyorsunuz ama. Siz de
sigara içmeyin o zaman.
-Senden izin mi alacağız lan!.. Sigara
bağımlısıyız işte...
-Kötü baba ve kötü anne... Sizi sevmiyorum artık. Çünkü, çok bencilsiniz...
-Bir kutu kolaya sattın biz adi herif!
-Annem de söz vermeseydi baba.
Kendisine verilen sözleri katiyen unutmayan bir çocuktu,
Ozan. Günler, haftalar öncesinden verilen sözleri günü ve saati geldiğinde
hatırlatır ve söz vereni pişman ederdi...
***
Bahar Tezcanlı, son aylarda kendisine kan kusturan nakit akış koordinatörü
Fatma Kara’nın, şirkete sokulması yasak olanlar listesinin içinde yer aldığını
ve akıbetinin meçhul olduğunu söylerken “ etme bulma dünyası işte “ demekten
kendini alamıyordu...
O koca şirketin parasal operasyonlarının arkasında olan Fatma Kara,
doğrudan patrona bağlı olarak çalışıyor ve şirket kasasının gerçek yöneticisi
olarak anılıyordu. İki üç ay önce gözaltına alınmış ve birkaç gün sonra da
şirkete geri dönmüştü.
Çalışma arkadaşlarının gözlemlerine bakılacak olursa, kafayı yemişti ama
yaptığı on günlük izin içinde doktorların ve aldığı antidepresanların
etkisiyle, zor bela eski haline dönebilmişti.
Bahar Tezcanlı, Fatma Kara için: “ Asla kendi hatalarını sahiplenmez ve
altında çalışan birilerine yıkmaya çalışır. Ağzından kesinlikle laf kaçırmaz
ve asla zayıf davranmaz. Doğrudan patronla çalışıyor olmasından dolayı da
kimse gıkını çıkaramaz...
Gözaltından sonra şirkete geldiğinde sayıklar gibi bir hali vardı. ‘Bunlar
nasıl olabilir, biz ne yaptık ki?’ diye sorular soruyor ve başına gelenlere
inanamıyordu. Onu gözaltına aldıklarında, patron çoktan kayıplara karışmış ve
aranıyordu...
On günlük izinden sonra eski performansına kavuştu ama antidepresanları
olmasa ne yapardı, bilemiyorum... O hale düştükten sonra hala kuyruğu dik
tutmaya çalışmasına şaşırmıyor değilim ama kimbilir ne vaadler almıştır, bizim
patrondan...
İnsanoğlu garip bir muamma be Metin. Fatma Kara’nın yerinde olmadığım için
kendimi şanslı sayıyorum. Kaç para alırsan al, değmez ki o eziyete... Evine en
erken gece saat on bir on iki de ancak gidebiliyormuş...” derken, aslında can
düşmanından sözediyordu.
Fatma Kara’nın tam zıddı bir karektere sahip olan Bahar Tezcanlı, Hem kendi
hatalarını kabullenir hem de altında çalışan elamanlarının yaptığı hataları
üstlenmekten kaçınmazdı.
“Biz bir ekibiz arkadaşlar. Artılar da
eksiler de hepimizin. Bunun kıymetini bilmeniz benim için yeterlidir” demek
zorunda kaldığı gün, en az iki kişinin işten çıkarılmasını önlemiş ve bunu
yaparken de ecel terleri dökmüştü. Gözden kaçan ya da geciken bir ödemeden
dolayı, tam üç yüz elli milyarlık bir ceza kesilmişti şirkete ve bu hatayı
yapan ya da yapanların isimlerinin bildirilmesi isteniyordu. “Başta
koordinatörümüz ve ben, hatanın bölüm olarak bizden kaynaklandığı için
sorumluluğu kendi üzerimize aldık. Bunu yapmasaydık, şu anda iki üç kişinin
kellesi uçurulmuş olacaktı...”
Emrinde çalışan hemen hemen herkesin sevgisini ve saygısını kazanmış bir
yönetici olarak, elemanlarını ezdirmemeye ve üstlerine karşı korumaya
çalışırdı, Bahar Tezcanlı. Överken de eleştirirken de ölçülü olmaya çalışır ve
aralarındaki mesafenin ne fazla kısalmasına ne de gereğinden fazla uzamamasına
özel bir önem verirdi...
Koordinatörlük beklentisi gerçekleşmeyen Bahar Tezcanlı, yöneticiler
arasındaki en düşük zam oranı ile cezalandırılmış ve bir biçimde istifa edip
gitmesi bekleniyordu ama tazminatını almadan hiçbir yere gitmeyecek ve
kendisini sevmeyen Fatma Kara’nın çalımlarına katlanmak zorunda kalacaktı...
“Ben bu kaltağın yalanlarını yüzüne vurduğum için beni kara listeye aldı.
Göz göre göre herkesin ortasında yalan söyledi, ben de onun yalanını herkesin
içinde yüzüne söyledim. Önce benim koordinatörümün başını yedi şimdi de
benimle uğraşıyor...
Bir de beni Yakup Beyin adamı
sanıyorlar. Beni işe alıp, yükselmemi sağlayan Yakup bey, istifa edip
gittikten sonra onun ekibini ya da ekibinden olduğu düşünülen insanları
tasfiye etmeye çalışıyorlar...
Ha bir de netameli gördüğüm hiçbir işin altına imza atmadım ve
attıramadılar. Bunların hesabını görmeye çalışıyorlardı ama şimdi şirketten
içeri bile sokulmuyorlar...
Valizler içine konarak şirketten para kaçırıldığını biliyorum ama nereye
kaçırıldığını bilmem mümkün değil ve zaten umrumda da değil. Fatma Kara, ‘Biz
ne yaptık ki başımıza bunlar geldi’ derken kendinde olmadığı kesindi: Patronla
yaptığı işbirliği ya da suç ortaklığından kazandığı paraların bedelini ödüyor,
ister istemez. Üzüldüğümü söyleyemem...”
***
Gazete sayfalarında sürmanşet haber yapılan Aynur Gülmez, Bahar
Tezcanlı’nın bölümünde çalışan sıradan bir elemandı ve kırk yıl düşünse,
gazete manşetlerine taşınacağını hayal bile edemezdi.
Organize Suçlar Müdürlüğünde birkaç gün gözaltında tutulmuş ve serbest
bırakılmıştı ama hakkında dava açılmaktan kurtulamamıştı. Gazete haberlerine
göre bayilerden gelen şirket çeklerini tahsil ediyor ve tahsil ettiği
paraları, doğrudan kaçak olan patronlarına iletiyordu ama kazın ayağı hiç de
öyle değildi...
Bahar Tezcanlı, Aynur Gülmez’in başına gelen felaketten dolayı kendisini
suçluyor ve neredeyse sinir krizleri geçiriyordu:
-Yahu bu kız, benim altımda ve bana bağlı olarak çalışan sıradan bir eleman
ama gazetedeki ve televizyonlardaki haberlere inanacak olursan, bir suçludan
başkası değil. Yaptığı işte hiçbir hukuksuzluk olmadığı gibi, yaptığı işin
talimatını veren de benim...
-Bahar, eninde sonunda gerçek ortaya çıkar ama kızın ve ailesinin çektiği
sıkıntı yanına kar kalır...
-Bende en çok ona yanıyorum zaten... Gazetelerde ve televizyonlarda Aynur’u
gören ailesi ve akrabaları kızın başının etini yemeye başladılar bile... Ona
buna dert anlatmaktan dolayı çalışmaya fırsat bulamadığı gibi, moral olarak da
çökmüş durumda kızcağız. Onun bu hallerini görünce, asıl ben kendimi suçlu
hissediyorum ve kahroluyorum.
-Sizin çalıştığınız grubun ticari rakiplerinin gazete ve televizyonlarına
kulak verecek olursak, aradıkları açıklardan birisini bulmuş gibi
yükleniyorlar sizin gruba. Malum, hem sizin şirkete hem de gruba ait diğer
şirketlere el konulmasının gerekçelerinden biri de tahsilat kaçaklarıydı...
-Bayilerimizin, özellikle de
Anadolu’daki bayilerimizin kargo ile bize gönderdiği çekler, bizim şirketin
muhaberatına geliyordu doğrudan. Muhaberat da ilgili kişiye teslim ediyordu.
Çek işleriyle Aynur ilgilenmeye başladıktan sonra bana geldi ve “Bahar Hanım,
çek raporlarını ben hazırladığıma göre, çekler artık benim adıma gönderilsin,
zaman kaybını önlemiş oluruz” dedi. Bende olur dedim ve muhaberata gerekli
talimatı vermiş oldum.
-Peki bu kızın çek tahsil etmeye yetkisi var mı, Bahar? Dahası, çekler
hamiline mi yoksa şirket adına mı kesiliyordu?
-Ya benim bile böyle bir yetkim yok, elemanımın nasıl olabilir ki?.. Çekler
zaten şirketin adına kesiliyor. İmza yetkisi olmayan birisi, şirket adına
kesilmiş bir çeki istese de tahsil edemez ki...
-Son durum nedir, şimdi?
- Durum şu abi: Devletin atadığı hukuk
müşavirliğinde görevli olan ve Hukukçu
olduğunu söyleyen adama gittim ve Aynur’un gerçek pozisyonunu anlattım ve
kızın üzerindeki malvarlıkları ve banka hesapları için konan tedbirin
kaldırılmasını rica ettim.
İlk görüşmemizde, “katiyen olmaz, bu iş yargıya intikal etmiş durumda, daha
ilk günden sizin dediğinizi yaparsam, bizi buraya gönderenler, ‘siz oraya bu
işler için mi gittiniz?’ diye hesap sormaya başlarlar. Bu işi unutun...” dedi
ve hiç yüz vermedi... Birkaç gün sonra tekrar denedim ama yine oralı olmadı...
En son dün beni ve Aynur’u yanına çağırttı ve “Bahar Hanım, yaklaşık bir
haftadır Aynur kızımızın durumunu inceledim ve onun masum olduğu kanaatı hasıl
oldu ben de. Bir yanlışlık yapılmış ama artık bu olayı unutalım ve işimize
dört elle sarılalım...
Savcıyla görüşüp, takipsizlik kararı vermesini isteyeceğim... Aslında
mahkemeye çıkıp beraat etmesi en iyisi ama açılacak toplu dava ile
birleştirirlerse, kurunun yanında yaşın yanma tehlikesi ortaya çıkar ve beraat
etse bile, davanın yıllarca sürmesi gibi bir handikap oluşur...” dedi. Bu
sözleri duyduğumda üzerimden tonlarca yük kalkmış gibi hafiflediğimi hissettim
ama hemen arkasından sorduğu sorularla yeniden sersemlemeye başladım:
-Bahar Hanım, bizimle işbirliği yapar mısınız?
-Ben ve ekibim adına şunu söyleyebilirim: elimizden gelen her türlü yardımı
yapmaya ve bildiğimiz her şeyi sizinle paylaşmaya hazırız...
-Peki bu şirkete el konulmasını doğru buluyor musunuz ya da el koyma
kararının haksız olduğunu düşünüyor musunuz?
-Ülke gündemini ve kendi şirketinin durumunu takip eden bir kişi olarak bir
şeyler olacağını tahmin ediyorduk ve aylardır da bir beklenti içindeydik. O
beklentimiz gerçekleşmiş oldu. Bir sürpriz ya da şok yaşadığımız söylenemez...
-Biz size güvendik Bahar Hanım ama
muhasebeden hiç kimseyi tanımıyoruz ve orada kime güvenebileceğimize karar
veremiyoruz. Kime güvenmeliyiz, sizce?
-Muhasebe direktörü çok yeni olduğu için istese de size yardımcı olamaz ama
Yasemin Hanıma güvenebilirsiniz, yıllardır o bölümde çalışıyor...
-Peki, şirket çeklerini ciro etme yetkisi kimdeydi?
-Nakit akış koordinatörlüğünün sorumluluğundadır.
-Nasıl bir prosedür vardı?
-Herhangi bir alacaklı şirkete çek verileceği zaman, nakit akış
koordinatörü çekin içeriğini e-mail aracılığıyla bize bildirir ve bizde oradan
gelen talimat doğrultusunda çeki hazırlar ve onlara iletirdik.
-O e-mailleri görmem mümkün mü?..
El altından şirkete el konulacağının haberi duyulduğunda, bütün e-maillerin
silinmesi talimatı verilmişti ama ben birer tane çıktısını alıp eve
getirmiştim, her ihtimale karşı...
Ben cevap vermeye hazırlanırken, Aynur, “ Kibar Hanımın bilgisayarında
hepsi var, ben gidip getirebilirim” dedi ama ya Kibar da silmiş olsaydı ve
bende çıktı almasaydım, ne cevap verecektim ki?.. Nasıl iyi cevaplar vermiş
miyim, Metin?
-Aferin kız, daha iyisi olamazdı... Bence senin durumunda olanlar çabuk
yırtar... Üzerinizdeki şaibe dağılmaya başlıyor ... Ama kalıbımı basarım ki bu
Hukukçuyum diyen adam hukukçu filan değil. Daha doğrusu hukukçu olabilir ama bence derin devletin
hukukçusudur...
-Ay sorma kardeş, derin devletin eline düştüm vallahi... Herkes başka bir
isimle hitap ediyor adama. “İsminiz, Faruk mu yoksa Galip mi?” diye sordum,
“Faruk da diyorlar, Galip de...” O kadar rahat ve
umursamaz bir edayla cevap veriyor ki...
-Peki Bahar, bu adamların senden ne isteyebileceğini ve sana neler
sorabileceklerini biliyor musun?
-Bilmiyorum vallahi... Daha doğrusu dumura uğramış durumdayım... Sen
biliyor musun peki?
-Bak güzelim, patronların ve üst düzey
yöneticilerin aleyhinde kullanabilecekleri delil ve bilgi peşinde bu
adamlar... Delil ya da bilgi isteyebilecekleri ilk kişilerden biri de sensin,
buna hazırlıklı ol... Yeni patronların bu adamlar olduğuna ve sen de orada
çalışacağına göre, tabikii onlara yardımcı olacaksınız ama kendine bir sınır
çek ve o sınırın ötesine geçme...
-Nasıl bir sınır?
-Başkalarının yani eski patronlarının ve üst düzey yöneticilerinin aleyhine
kullanılabilecek bir ifade isterlerse, önlerine istifa dilekçesini koy ve çık
odadan... Senin vazifen zehir hafiyelik yapmak değil, kendileri bulsunlar...
-Ya ben zaten bir şey bilmiyorum... Biraz da bu günleri düşünerek, kimseye
bir şey sormadım ve bilmek de istemedim... Bildiğin bir şeyi gizlemeye
çalışmak başka, gerçekten bir şey bilmiyor olmak başka...
-Bu adamlar, karşısındakinin doğru söyleyip söylemediğini beş dakika içinde
anlarlar ama yine de kimseye güvenmezler... Meslekleri paranoyaklık
gerektiriyor... Aynur Gülmez konusundaki zaafını anladılar ve dikkat edersen
kısa bir sürede de müdahil oldular...
-Farkındayım Metin ama bu kızın mahkemelerde sürünmesini ve hiç alakası
yokken, boş yere suçlanmasını önlediğim için kendimle gurur duyuyorum...
Kız zaten poliste ve savcılıkta benim talimatımla yaptığını söylemiş ve
benim adımı vermiş ama buna rağmen kimse bana bir şey sormadı ve sormuyor...
Fena tosladılar ve baltayı taşa vurdular bu sefer...
Bu H ukukçuyum diyen adamın şivesi filan
düzgün aslında ama bazı anlarda acayip külhanbeyi ağzı yapıyor ve yüzünde
korkunç bir ifade beliriyor... Bir gün iyi bir gün kötü polisi oynuyor
bizimle... Ne gülüyorsun be?
-Sen bu adamı ve olup bitenleri anlatırken, eskilere gidiyorum, ister
istemez... Size çok nazik ve anlayışlı davranıyorlar aslında...
-Ay bu derin
devlet ne fena bir şeymiş
be Metin... Bizim Hukukçu birisini aradığında ya da birisi tarafından
arandığında öyle sözler söylüyor ki, bir anda hazır ol’a geçesin geliyor: “
... Şu an’a kadar ki gelişmeleri önce Devlet Bakanı Kemal Bey’e, daha sonra da
sayın başbakana arz edeceğim... Hayır, bizzat yüz yüze görüşeceğim... Evet, o
arkadaş zaten Çeçenistan’da savaşmış ama mert bir arkadaş; fazla bir bilgi
vermedi... İşten atmadık ama daha tali bir bölüme aktardık...” Sanırım eski
patronun koruma ekibinde görevli birisinden söz
ediyordu...
Ya bu herif, muhtemelen hukuk fakültesi mezunu filan ama bana kalırsa,
hukukun öte yanına geçmiş... Hukuk müşavirliğinde çalışanların odaları ve
çalışma masaları var ama bu herifin henüz yok. Daha da garibi, hukuk
müşavirliğinde çalışanların şu an’a kadar kimseye bir şey sorduğu filan da
yok...
-Bahar, sizin şirketin çok büyük bir stratejik önemi var: Milli İstihbarat
olsun; Genel Kurmay olsun, bu işe seyirci kalamaz... Ülkeyi ve devleti
ilgilendiren bir durum var ortada. Dolayısıyla, siz tanımasanız bile, devletin
adamları cirit atıyordur sizin şirkette...
-Hay ağzına sağlık!... Yeni atanan yönetim kurulunda sürekli panik halde
dolaşan bir adam var ve ne dese beğenirsin: “Derin olanı da, derin olmayanı
da, herkesin gözü, kulağı ve eli burada... Allah yardımcımız olsun...” Bunu
söyleyen adam, aynı zaman da çok sevimli ve çok nazik bir adam...
-Bir kaç gazeteci ve köşe yazarı hakkında şirket çalışanları olarak
açtığınız, toplu bir hakaret davası vardı sizin , şimdi ne aşamada?
-Davayı çalışanların açtığı tam bir yalan: Bir gün önümüze bir dilekçe
uzattılar ve herkesin kendi bölümünde çalışanlara imzalatmasını söylediler.
“İmzalamayacak olanlar, bunun sonuçlarına katlanırlar “ anlamına gelecek
sözlerle bir tehdit savurmayı da ihmal etmediler tabii... Hepimiz imzaladık
haliyle...
Dava açılmış, kapanmış ve kaybetmişiz ama bizim bundan yeni haberimiz oldu.
Mahkemede, kaybeden taraf, kazanan tarafın vekalet ücretini ödemeye mecbur
edildiğini biliyorsun, sanırım... Üç kuruş maaşa çalışan ve aylardır da o
maaşları alamayan insanların, bir de bu tazminatı ödemesi mümkün mü Metin?..
Birkaç yönetici arkadaşla birlikte, bizim Hukukçu’ya gittik ve durumu
anlatarak, yardımcı olmasını rica ettik... Bizi dinledikten sonra: “Böyle şey
olur mu canım... Bu insanlar zaten kendi rızalarıyla açmamışlar ki o davayı...
Çözeriz merak etmeyin...” Dedikten sonra bizim yanımızda birisine telefon açtı
ve “ Tarık’cığım nasılsın?.. Senin Akif ile aran nasıldır?.. İyi değil mi?..
Hay allah!.. Tarık’çığım Akif ile arası iyi olan birisini devreye sok ve benim
selamımı ilet... Burada çalışanlarla arasında bir tazminat davası varmış...
Evet, avukatıyla konuşsun ve tazminat talebini geri çektirsin... Bu saferlik
de almasınlar canım... Olmazsa Akif ile bizzat bende konuşurum... Öptüm
güzelim...” Dedi ve olay bir hafta içinde çözüldü sahiden de...
***
Bahar Tezcanlı, çalıştığı şirkette yaşadıklarını gün be gün kocasına
anlatıyor ve gelişmeleri birlikte değerlendiriyorlardı. Metin Tezcanlı, istese
de istemese de Bahar’ın en yakın ve en güvendiği iş arkadaşı olmuştu. Neticede
eve giren bir maaş vardı ve o maaşın kesilmemesi gerekiyordu...
Oscar almış nice filmlere taş çıkartacak türden senaryolar yazılıyor ve
yürek hoplatan sahneler çekiliyordu... Gerek başrol oyuncuları ve gerekse
figüranlar, hayatlarının rolünü oynuyorlardı...
-Metin, eski patronlarımıza gayri resmi olarak vekalet eden ve asıl
patronun birinci dereceden akrabası olan adam, içlerinde benim de olduğum
yaklaşık otuz kişiye, noter aracılığıyla bir ihtarname göndererek,
şirketlerine el konulmasının hukuksuz bir işlem olduğunu ve yeni yönetimle
işbirliği yaparak şirketin zarara uğratıldığını ve bu zararların günü
geldiğinde işbirliği yapanlardan tazmin edileceğini bildirdiler... Bunun meali
şu: Günü geldiğinde hesabını sorarız; ayağınızı denk alın!..
Bu ihtarnameden hemen sonra şirketteki hukuk müşavirliği bölümüne
çağrıldık. Bizim Hukukçu, hepimizin gözlerinin içine baka baka şunları
şöyledi: “ Arkadaşlar, size ihtarname çeken adamın bu şirketin hissedarı bile
olmadığını söylemek isterim. Asıl amaçları sizleri korkutmak ve bizimle
çalışmanızı engellemek diyebilirim. Eğer bu ihtarnameden korkar ve bize zorluk
çıkarırsanız devletle başınızın gerçekten belaya gireceğini bilmenizi isterim.
Bu ihtarnamede adı geçen herkes, bir dilekçe yazsın ve dilekçesinde de
sadece böyle bir ihtarname aldığını belirtsin, o bize yeter. Gereken hukuki
girişimlerde bulunacaktır...
Size bu ihtarnameyi çeken şahsın yetkisi olmadığı için bu ihtarname bir
tehdit mektubu sayılır... Korkarım bu ihtarnameye aracılık eden noterinde başı
ağrıyacak. Çünkü, şirket ile hiçbir hukuki bağı olmayan yetkisiz bir kişiye
yardım etmiş bulunuyor...”
Buyur burdan yak abiciğim; şamaroğlanına döndük
vallahi...
-Bahar, senin eski patronların bittiklerinin farkında değiller ya da bizim
bilmediğimiz bir şeylere güveniyorlar hala... Bu yedikleri operasyonla en az
on beş yirmi sene bellerini doğrultamazlar, bana kalırsa...
-Öyle deme Metin, burası Türkiye. Üç beş
sene sonra bir bakarsın geri almışlar şirketlerini... Ondan sonra sırayla
hepimizi topuklarından vurdurturlar alimallah...
-Senin dediklerinde olabilir pekala ama, kısa vade de böyle bir şey
olabileceğine imkan ve ihtimal vermiyorum... Bütün iş dünyasının ve siyaset
aleminin bedduasını aldıkları için işleri çok zor...
-Metin, birkaç gündür kafama bir şey takılıyor ve sana sormadan
edemeyeceğim: Bizim şirketin eski üst düzey yöneticilerini neden hala
gözaltına alıp sorgulamadıklarını merak ediyorum...
-Onların hepsi şu anda sorgudalar gülüm!
-Pardon!
- Birincisi: Bekleterek dirençlerini
kırmayı ve gözaltına aldıklarında bülbül gibi ötmelerini sağlamayı
planlıyorlar. İkincisi: Gözaltına alacakları kişiler hakkında bilgi ve belge
topluyorlar...
Sizin üst düzey yöneticilerin hepsi de gözaltına alınacaklarını ve bir
güzel sorgulanacaklarının farkındadırlar ve sabah akşam bir an önce gözaltına
alınmaları için dua ediyorlardır. Başlarına ne geleceğini biliyorlar ama ne
zaman geleceğini bilemiyorlar...
Bu psikolojik işkenceye dayanamayan ve kendiliğinden polise gidenler bile
çıkmış olabilir aralarından... Çok yıkıcı bir süreçtir bu. Hele de beklenen,
poliste sorgulanmaksa, daha da yakıcı ve yok edicidir, beklemek. Zaten adım
adım takip ediliyorlardır ve telefonları da dinleniyordur...
“Hepsi şu anda sorgudalar” derken, bunları kastettim... Kedinin acelesi yok
ve nereden sıkıştıracağının planlarını yapıyor; Ama farenin durumu pek parlak
görünmüyor... İyi ki onlardan birisi olmadın Bahar; iyi ki olmadın...
-Beni istifa etmeye zorlamalarının nedenini şimdi daha iyi anlıyorsun değil
mi?
-Canımsın kız!..
-Aynur Gülmez meselesi güya çözülmüştü, Metin. Ama, gazetelere yeniden
manşet yapıldı kızcağız: “Mahkeme yolu göründü...” Diye. Aslında bu haberi
yapanlara ve yayınlayanlara mahkeme yolunun görünmesi gerekirdi ama burası
Türkiye işte...
-Yazık, hem de çok yazık!..
-Şimdi sıkı dur; yeni bir bomba daha patlatıyorum...
-Hayırdır, inşallah!
-Efendim, devletimizin atadığı yönetim kurulu üyeleri şu anda bir otelde
kalıyorlar. Otel faturaları geldi ama küçük bir ayrıntı var: Yönetim kurulu
başkanı beni aradı ve bizim Hukukçu’nun adının otel faturalarından
çıkartılmasını ve hiçbir biçimde adının geçmemesini rica etti; onlar rica
ettiler ama biz bu isteği emir telakki ediyoruz haliyle...
Oteli aradım ve Hukukçu’nun adının faturalardan çıkartılmasını ve onun
masraflarının diğerlerinin faturalarına aktarılmasını ve hiçbir faturada
isminin geçmemesini rica ettim, onlar da kabul ettiler... Adamın gerçek ismini
ve mesleğini öğrendim nihayet!..
-Neymiş?
-Söyleyemem, devlet sırrı!..
bölüm başlıklarına git
Deli oğlan ölecek
Taşımacılığını yapacağı gıda şirket ile anlaşmasını yapmış ve eniştesiyle
birlikte kamyon bayilerini dolaştıktan sonra, yataklı ve diğerlerinde
bulunmayan standartlara haiz ithal bir kamyon almaya karar verdiler...
Ehliyetini B’den E’ye çevirtmiş ve ilk seferine çıkacağı günü iple
çekiyordu...
Korkmuyor değildi ama korkunun ecele faydası yoktu işte... Gaza
dokunduğunda asfaltı tırmalayarak istediği hıza ulaşmasını sağlayan full
aksesuar ithal arabasından sonra kamyon kullanmanın cazip bir yanının
olmayacağını kestirebiliyordu ama gezmek için değil, nafaka parası kazanmak
için kalkışıyordu bu işe...
Kararlıydı: Günlük nafaka problemini çözmeden, yaşlılığa yatırım yapmak
imkansızdı. Evin geçimini sağlar ve biraz da birikim yaparlarsa, hem
kendilerine daha fazla vakit ayırabilirler hem de hayal ettikleri mütevazı
hayatı yaşayabilirlerdi...
Metin Tezcanlı, ikinci kitabının finalini yazmaya oturmadan önce cep
telefonundan Bahar’a bir mesaj attı: “Eski idam hükümlüsü, şair, türkü
yorumcusu, yazar, ve kamyon şöförü olan kahramanımı, bir kamyon kazasında
yolcu etmeye karar verdim... Deli oğlan ölecek!... Ellerim ve dizlerim
titremeye başladı ama yakışır kardeşime... Yatalak vaziyette ölümü beklemek
istemeyen bir adama da böylesi bir son gerek...”
Metin’in mesajını okuyan Bahar, bir an için ölümün soğukluğunun bütün
vücuduna yayıldığını hissetti... Metin’in ölüsünü görmeye tahammül
edemeyeceğinin farkındaydı: Deli oğlansız hayatın ne anlamı vardı ki?.. Bir
anda Ozan’ın babasız kalacağı geldi aklına...
“Saçmalama, zaten korkuyorum...” Yazıp, Metin’e cevap vermişti ama yazdığı
cevap kafi gelmemiş ve Metin’in cep telefonunu çaldırmaya başlamıştı.
-Sen orada ne yapıyorsun allahaşkına?
-Romanımın finalini yazıyorum gülüm.
-İstemiyorum ben öyle bir final!.. Zaten aklıma geldikçe, korkudan ödüm
patlıyor neredeyse.
-Asıl sen saçmalamaya başladın, Bahar.
-Metin, böyle bir sona katlanamam ben...
-Çok şık olacak... Daha iyisi olamaz...
-Sen bilirsin ama bana sorarsan, yapma derim. Aklıma gelen başıma gelirse,
sonrasında dayanamam...
-Yaşarken sesimi duyuramadım, bari öldüğümde meşhur olayım anasını
satayım!..
-Böyle konuşma, Metin!..
-Tamam tamam şaka olsun diye söyledim.
-Seni seviyorum, deli oğlan... Roman da bile sensiz kalmaya tahammülüm
edemem...
-Hadi uzatmayalım, bir an önce bu romanı bitirmek ve diğer işlerle
ilgilenmek istiyorum.
-Değiştirecek misin?
-Üzgünüm ama hayır...
Bahar Tezcanlı, yazdığı kitaptan dolayı kocasını kıskandığını söylüyor ve
kendisinin de kitap yazacağını meydan okuya okuya ve kendisiyle dalga geçe
geçe ilan ediyordu: “ O kolejleri ve üniversiteleri boşuna mı bitirdik; bir
işe yarasınlar bari... Hesapta Metin efendinin hiçbir eğitimi yok ama paşalar
gibi İngilizceyi öğrendi ve üstüne bir de kitap çevirdi... Yetmiyormuş gibi
roman yazmaya ve yazdıkları beğenilmeye başlandı... Adamın reytingi tavan
yapmaya doğru gidiyor ama ben de daha tık yok... Metin kamyonculuğa
başladığında ben de kitap yazmaya başlıyorum...”
Bahar Tezcanlı yazmayı düşündüğü kitabının ana hatlarını Metin’e anlatıyor
ve Metin’in nabzını yokluyordu...
“Orta yaşlı ve orta sınıftan bir kadın... Saatin çalmasıyla uyanıyor,
makyajını filan yaptıktan sonra aynada kendisine son bir kez bakıyor ve evden
çıkıp özel arabasına biniyor... Derken kadın kahramanın çocukluğundan
başlayarak hikayesini anlatmaya başlıyorum...
Bin dokuz yüz altmışların, yetmişlerin İstanbul’undan, iki binlerin
İstanbul’una tarihsel bir yolculuk yapar gibi... Tüccar ve muhafazakar bir
ailenin kızı... Özel kolej’de ve ülkenin en iyi üniversitesinde okutuluyor ve
başarılı bir öğrenci... Ta ki ilk kocasını tanıyana ve ona aşık olana kadar...
İlk kocası sosyalist ve kızın ailesi bunu duyduğunda
yer yerinden oynuyor ve günlerce babasından, abilerinden dayak yiyor ve evden
dışarı çıkartılmıyor... Bütün bu zulmü planlayan ve uygulatan, ne yazık ki
annesi... Kahramanım bir yalan uydurarak evden çıkma izni koparıyor ve
sevgilisine haber vererek, gelip kendisini kaçırmasını söylüyor... İkisi de
üniversite bitmeden zor bela evleniyorlar ama maddi sıkıntı çekmeye
başlıyorlar... Ne Bahar’ın ne de kocasının ailesinden yardım yok... Fakat, iki
tarafında hali vakti yerinde aslında...
Aile muhafazakar ve solculardan nefret
ediyor... İlk kocası sayesinde o da solcu oluyor ama uzun bir evlilik
hayatından sonra ilk kocasını terk edip aşık olduğu adamın peşinden gidiyor...
Aşık olduğu adam serserinin teki... Hem tutkulu hem de biraz kaçık... Eski bir
idam hükümlüsü ve yarım kalan bir müzik serüveni var... Bağlama çalıyor ve
insanın içini titreten türküler söylüyor…Çok güçlü bir sesi var…Çalıp
söylemeye başladığında, gözlerini kapanıyor ve başka bir aleme dalıyor…
Ağlıyor da ağlıyor…
Esas oğlan, esas kızın tersine, son derece yoksul ve cahil bir aileden
geliyor... Akademik açıdan sıfır ama hayat mektebi denilen yerlerden mezun...
Hatun, kariyer sahibi ve... Eh bu kadar yeter, bilmem anlatabiliyor muyum?..”
***
Metin Tezcanlı, On beş gündür eniştesinin kamyonunda bir anlamda keşif
çalışması yürütüyordu... Kendi alacakları kamyonun sefere çıkmasına yaklaşık
bir ay gibi bir süre vardı ve bu süreyi eniştesinin yanında staj yaparak
geçirmenin bulunmaz bir nimet olduğunu düşünüyordu...
Yaklaşık on yedi ton yük taşıyan bir kamyonu kullanmak o kadar da kolay
değildi: Neredeyse on metreyi bulan uzunluktaki bir araca arkasını görmeden
manevra yaptırmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordu ama otuz yıldır bu işi
yapan eniştesi için çocuk oyuncağı sayılırdı:
“Seni en çok zorlayacak şey, kamyonun ebatlarıdır, Metin. Uzunluğuna ve
genişliğine alıştığın zaman zorlanmazsın... Yeni kamyonların direksiyonu senin
özel arabandaki direksiyondan daha hafiftir... Hız olayına dikkat et!.. Boşken
hadi neyse de, yüklü kamyonu durdurmak o kadar kolay değil...
Önünündeki araçla arandaki mesafeyi ne kadar uzun tutarsan o kadar iyi...
Gençken bende deli gibi kullanıyordum ama yaşlı bir kadının ölümüne sebep
olduktan sonra aklım başıma geldi... Hayır hızdan dolayı değil, geri geri
giderken ezmişim kadıncağızı... Fark etmedim bile...”
Geleceğin kamyon şöförü adayı Metin Tezcanlı, bir yandan eniştesinin
anlattıklarını dinliyor, öte yandan da eniştesinin el ve ayak hareketlerini
izliyordu.
-Enişte, bir günde kaç saat araç kullanma hakkın var?
-Ehliyetini takografa taktığın andan itibaren dört saat, sonra bir saat
mola ve sonrasında da beş saat. Senin anlayacağın, yirmi dört saat içinde
dokuz saat ancak kullanabilirsin. Niye sordun?
-Ya enişte, iki gündür yoldayız ve sen bildiğin halde kurallara
uymuyorsun?..
-Metin’ciğim her kurala uymaya kalkarsak bu kamyonun taksitlerini kim
ödeyecek ve evde ekmek bekleyenlere kim ekmek götürecek?.. Ben de dokuz saat
çalıştıktan sonra ense yapmayı isterim ama olmuyor işte... Şu iki gün
içerisinde fabrikadan kaç kez “nerede kaldın?” diye telefon ettiklerine sende
şahit oldun...
-İyi de çevirdiklerinde ne diyorsun?
-Bütün kamyonların ya da ticari araçların takograflarında gizli düğmeler ya
da hileler var. İstanbul’dan yola çıkıyorsun ama takografı Ankara’da devreye
sokuyorsun ya da tam tersi... Hepsini sana öğreteceğim... Diyelim ki çevirme
oldu ve yakalandın: Yalan söylüyorsun, yalandan kim ölmüş ki?.. Olmadı, başka
yolla hallediyorsun...
İstanbul’dan Kars’a kadar hangi şehrin polisinin rüşvet aldığını,
hangisinin almadığını adım gibi biliyorum... Merak etme, iki üç ay içinde
hiçbir eksiğin kalmaz, hepsini öğrenirsin kayınço... İstersen Nataşalara bile
götürürüm seni... Yahu bi güzelleri var, bakmaya kıyamazsın... Yolunmuş taze
ferik gibiler maşallah...
-Aman enişte gözünü seveyim ben de Aids korkusu var zaten... Hayatta olmaz,
kapatalım bu konuyu... Ablama söylerim diyeceğim ama ablam zaten biliyor senin
Nataşa maceralarını...
Yeşilin her tonuna bakmaktan neredeyse gözleri kamaşıyordu Metin
Tezcanlı’nın... Ormanların içinde akan ıssız derelerden rüzgarlı tepelere;
heybetli dağlardan yüzlerce metrelik uçurumların kenarlarına uzanan yollarda,
başka bir hayatın tanığıydı artık...
Gecenin karanlığında ve ıssızlığında yalnız başına dolaşan gezginlere özgü
bir keşfetme ve yalnızlık duygusu koyun koyunaydı...
Henüz direksiyon sallamaya başlamadığı için memleket turu attığı
söylenebilirdi ama zor işti kamyonculuk. Oturduğu yerde yorulduğuna bakılacak
olursa, direksiyon sallamaya başladığında, canı çıkacak demekti...
Kocasının, eniştesiyle attığı ilk seferi heyecan ve biraz da korku içinde
bekleyen Bahar, uykusuna ve hijyen koşullarına düşkün Metin’in ilk
izlenimlerini almak için sabırsızlanıyordu:
-Nasıl geçti Metin, alışabilecek misin?
-İşin keşif, staj ya da turistik etaplarını tamamladıktan sonra
hemoroidimin azacağına bahse girerim... Ya evde ya da herhangi bir ofiste
çalışmayla kıyasladığın zaman, çok tekdüze gibi görünen ama aslında bir o
kadar da dinamik olan bir iş yapacağını anlıyorsun ama işin doğrusunu söylemek
gerekirse, en az ben de senin kadar ürkmeye ve endişe etmeye başladım...
Yollar can pazarından farksız. Kaç tane trafik kazası gördük...
-Yarından tezi yok şöför aramaya başlıyorsun, Metin. Bu yaşta beni dul;
Ozan’ı babasız bırakmaya hakkın yok... Aç değil açık değiliz... Varsın şöför
kamyona senin kadar iyi bakmayıversin ve varsın tırtıklayadursun... Canından
daha kıymetli değil...
-Olmaz dedim Bahar!..
Boşuna
”çıraklığını yapmadığın işin patronluğunu yapma” demiyorlar... Mademki bu
işten ekmek yemek istiyoruz, o zaman bunun külfetine de katlanacağız...
İzolasyon işindeki hatayı tekrar etmeye ve sırtımı şöföre yaslayıp, dağları ve
ovaları seyretmeye hiç niyetim yok...
-Ne olur İnat etme Metin, ben, seni, beni ve Ozanı düşünerek konuşuyorum...
-Zor ve tehlikeli olacağını biliyorum, Bahar. Fakat, ekmek aslanın ağzından
midesine inmiş durumda ne yazık ki... Başkasının yanında çalışamadığıma ve
para kazanabileceğim bir mesleğim de olmadığına göre, tartışılacak bir şey yok
demektir... Keyfimden dolayı bu işin riskini üstleniyor değilim, Bahar. Bu
işin dışında başka bir seçeneğim yok işte... Yurtdışında eğitim alıp
gelenlerin bile boş gezdiği bir yerde, kendime acıyacak değilim. Kendim ettim,
kendim buldum; daha ötesi yok bunun...
Metin Tezcanlı bir anlamda yaşadığı hayata dair manifestosunu çekmiş ve
Bahar’ı susturmuştu... Kendisini ve sevenlerini yakma pahasına bile olsa, bir
kere karar verdiğinde, kaderine razı olur ve sonuna kadar gitmekten
çekinmezdi...
Her şeyin, en önce ve en olumsuz taraflarını sorgulayan, şüpheci, aşırı
ihtiyatlı ve rahatına düşkün birisi olarak tanınan Metin Tezcanlı, kamyonculuk
işine kalkışma hamlesiyle, bazılarını ters köşeye yatırmış olduğunun
farkındaydı ama en sık görüştükleri arkadaşlarından biri ve yoğun bakım uzmanı
olan doktor Serdar ile aralarında geçen diyalog, Metin Tezcanlı’nın nasıl bir
ruh hali içinde olduğunu anlatır gibiydi:
-Hocam, allahaşkına vazgeç şu işten... Ne inatçı adamsın ya... Git bir
tekel bayii ya da şarküteri gibi bir yer aç... Gazetelerde dünya kadar satılık
ya da devredilmeyi bekleyen işyeri ilanı var... Git onlardan birisini al ve
sen işlet...”
-Madem hayat bir cangıl ve insanlarda o cangılda yaşıyor, ben niye dışında
kalayım ki ? Yaşadığım evde, sıkıntıdan ve stresten dolayı bir kalp krızinden
ölme riski , kamyonun direksiyonundayken kaza yapma riskinden daha az değil
ki... Hayatı özledim ben... Sen bunun benim için ne demek olduğunu
anlayabiliyor musun?...
Cezaevinde yattığım o on yıl bana koymuyor... Çıkalı neredeyse on beş yıl
olacak ama , ben, hep açık bir cezaevinde yaşadım neredeyse... En az kapalısı
kadar yıpratıcıymış meğerse... Yok onu yaparsam başıma şu gelir, yok bunu
yaparsam bu gelir... Ne gelecekse gelsin be!..
-Hocam, azmine ve enerjine saygı duymuyor değilim, başka ne diyebilirim ki?
-Kış uykusundan uyanan bir ayı gibi saldırmak zorundayım hayata. Hem yapmak
istiyorum hem de mecburum buna... Sen, yenilmiş bir ihtilalci; yenilmiş bir
aşık; yenilmiş bir koca ve yenilmiş bir baba olarak veda etmek ister miydin bu
puştperest dünyaya?..
-Bu sözlerden sonra ancak şapka çıkartırım sana... Aha böyle...
-Eyvallah doktor, umarım yoğun bakıma düşmez yolum... Eğer sakat kalma ve
yürüyememe ve kendi ihtiyaçlarımı giderememe gibi bir problemle yüzyüze
gelirsem, sakın bana acıma doktor... Bil ki sen acısan bile, sonrasında ben
kendime acımayacağım.
-Sana torpil geçeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun... Eğer bağlama çalıp,
türkü söyleme yeteneklerini yitirirsen, o zaman sana kıyabilirim ancak...
-Ağzına sağlık doktor. Bende olsam aynı şeyi yapardım...
-Hocam, ben espiri olsun diye söylemiştim ama sen ciddiye aldın galiba...
-Ulan azrailin suç ortağı, kırk yılın başında bir şey istedik senden. O
durumda bana yardım etmeyeceksin de ne zaman edeceksin?..
-Senin yaptığına da dolaylı ya da pasif intihar derler; beni kötü kötü
konuşturma şimdi...
***
Romanındaki kahramanını öldürmek için başka senaryoları da vardı, Metin
Tezcanlı’nın: Beş ay işkenceye maruz kalan ve sinir krizleri geçiren; İki yıl
tek kişilik hücrede tek başına yaşayan ve on yıldan fazla cezaevinde yatan
kahramanını delirtmek için biraz geç kaldığı söylenebilirdi ama, cinnet
geçirmesini sağlayarak, hem kendi yaşamını hem de hiçbir düşmanlığı olmayan
ama boktan bir sebepten dolayı tartıştığı birkaç kişiyi de kendisiyle birlikte
yoketmesini kurgulayabilirdi pekala... Bu kişilerden birisi, borcunu ödememek
için yalan söyleyen ve kabadayı ayakları yapan, Cafer olabilirdi mesela...
Bahar’a kalırsa, ölmesi gerekmiyordu ve ölmemeliydi:
-Kuzum İlla ölmesi mi gerekiyor bu adamın?
-Yaşaması için bir neden ya da nedenler söyle o zaman...
-Ayol, ölünce adam kurtulmuş olacak ama geride karısı dul, oğlu da yetim
kalacak... Benim içim kaldırmıyor vallahi... Bencillikten başka bir şey değil
bu...
-Ne güzel anlattın, Bahar... Tıpkı televizyon ve gazete haberlerindeki
gibi; Sahici hayatta olduğu gibi...
-Efendi efendi, ölecek olan adam benim kocam v e
oğlumun babası... Deli oğlan, öl-me-ye-cek!... Senin okurun etkilensin diye
kocamı öldürtemem... Sayısal Loto ya da Milli Piyango’nun
şanslı talihlilerinden biri yap, olsun bitsin...
-Yaşaması için bir neden söyle demiştim, Bahar. Adamın bu dünya ve para pul
işleriyle ilgisi yok aslında... İktidardan, paradan ve güce bağımlı
ilişkilerden nefret ediyor...
-Her hafta Sayısal Loto oynamayı ihmal etmiyorsun ama...
-Kendim için istiyorsam namerdim!..
-Kendisini deliler gibi seven karısı ve kendisine tapan oğlu yeterli değil
mi?..
-Elde var iki diyelim ama bu sebeplerden dolayı yaşayacaksa, kendisi için
yaşamış olmayacak ki... Hem nereye kadar?
-Kuzum, bu adamı yaşatmak için ne yapmamız gerekiyor?.. Hiç umut yok mu?
-Umudun peşindeyiz işte... Birlikte aradığımız şey...
-Valla şekerim, istersen şöyle kütür kütür, bıngıl bıngıl, balık etli,
sarışın, bakire, çıtır mı çıtır, yeşil gözlü bir dilbere abayı yakıversin
bizimkisi ve karısından gizli gizli mercimeği fırına versinler birlikte...
Tabii azıcık aklın da varsa, finalin bir yerinde bastırıver bunları ve bir
aile faciasıyla noktala olayı... Jet Sosyeteden bilmem kimin kızı olsun mesela
ve herkes oha desin, yıkılsın ortalık...
En fazlasından, kızın babası mafya aracılığıyla seni müsait bir yerinden
vurdurtsun ama sen yine de ölmemiş ol... Darağacının gölgesinden jet sosyeteye
kadar uzanan bir macera ve gerilim filmi gibi... Hem böylece de okur
yelpazesini genişletmiş olursun...
Aşk var, şöhret var, acı var. Daha ne olsun be!.. Bu seferlik böyle idare
etsinler, öldürme olayını bir sonraki kitapta hallederiz, sen hiç merak
etme...
-Yok yok, ben bu adamı yazarlık işine bulaştırmakla hata ettim galiba...
Bahar kendi kafasındaki kurguyu ya da finali anlattıktan sonra, avını
kaptırmaya niyeti olmayan dişi bir panter kesilmişti neredeyse: Metin’e
ölümcül bir bakış fırlattıktan sonra mutfağa gitti ve kendisine bir kadeh rakı
hazırladıktan sonra tekrar salona döndü; DVD’ye bir film taktı ve sessizliğe
gömüldü...
DVD’ye koyduğu filmi mi izliyor yoksa kafasının içinde kurguladığı başka
bir filmin final sahnesini mi çekiyordu?.. Bu sorunun cevabını kestirmek
mümkün değildi ama Metin ile sıkı bir kavgaya tutuşmaya hazırlandığı
kesindi... Zaman zaman Metin’e dair bir takım senaryolar yazar ve sonra da
yazdıklarının kavgasını yapardı...
bölüm başlıklarına git
Arabulucu
Hayatı keşfetmeye ve anlamaya başlayan her çocuk gibi Ozan’ında korkuları
vardı. Televizyondaki filmleri ve dizileri izledikçe; gazete okudukça; büyüyor
ve büyüdükçe de korkuları artıyordu...
Şubat tatilinin bir haftasını halasının yanında geçiren ve keyiften dört
köşe olan Ozan’ın, her istediğini yapan ve kendisine tapan bir halası vardı...
Annesinin ve babasının yiyip içmesine izin vermediği ne varsa, hepsi
serbestti halasının evinde: Kolalar, gofretler, çikolatalar, büsküviler,
cipsler... Küçük bir pehlivan gibi olmaya başlamıştı!..
Halasından geldiği günün gecesi, yattıktan beş dakika sonra salonda oturan
babasının yanına döndüğünde, yüzündeki korkuyu okumakta gecikmedi babası.
Uyumamak ya da annesi ve babasıyla birlikte yatmak için çektiği numaralara
benzemiyordu yüzündeki ifade...
-Oğlum yine ne oldu?
-Baba ben korkuyorum.
-Neden korkuyorsun, Ozan?
-Hırsızlardan.
-Oğlum, biz gayet güvenli bir ev’de oturuyoruz... Buraya hırsız falan
giremez.
-Altıncı katta bir eve girmişler ve
dokuz yaşında bir kıza tecavüz edip sonra da öldürmüşler, baba.
-Televizyondaki haberlerden mi yoksa gazeteden mi okudun?
-Gazeteden.
-Ozan, bende gazeteyi okudum ama öyle bir haber göremedim.
-Halamdayken okudum Baba. Ya gelir beni
de kaçırırlarsa...
-Oğlum biz varken kim seni kaçırabilir ki?
-Bu gece seninle yatmak istiyorum babacığım.
-Olur bir tanem. Hem biraz da sohpet ederiz birlikte...
Metin Tezcanlı, oğlunun yüzündeki dehşet ifadesini gördüğünde ve Ozan’ın
gazetede okuduğunu söylediği haberi duyduğunda kanının çekildiğini hissetti...
Ozan’ın boş yere korkmadığını düşünerek, onunla konuşmaya karar verdi. Ozan
babasının sorduğu soruları cevaplarken aynı zamanda hıçkıra hıçkıra ağlamaya
başlamıştı...
Yatak odalarına giderken evin
koridorunda Bahar’la karşılaşan Metin, Bahar’a ingilizce olarak “ terapiye
ihtiyacı var “ var dedi. Ozan’ın bilmemesini ya da duymamasını istedikleri
konularda İngilizce konuşmayı tercih ederler ve Ozan, “ ne konuştunuz “ diye
sorduğunda ise, çoğunlukla yalan söylerlerdi.
-Baba, siz kendi aranızda neden İngilizce konuşuyorsunuz ?
-Unutmamak için oğlum... Konuşulmayınca çabuk unutuluyor da...
Metin Tezcanlı, yanyana yattığı oğlunu göğsüne almış ve korkudan hüngür
hüngür ağlayan Ozan’nın alnını ve saçlarını öperek sakinleştirmeye
çalışıyordu: “Canım oğlum... Kara şahinim... Bak yanındayım işte... Sana zarar
verecek birinin önce beni öldürmesi gerekir...”
Metin Tezcanlı, oğlunun yaşadığı kabustan dolayı hem üzgün hem de
tedirgindi. Oğlunu yalanlar uydurarak sakinleştirmek yerine, Ozan’ın kabusu
olan olayın üzerine gitmeye karar verdi...
Konuşma bittiğinde Ozan korkusundan geçici de olsa kurtulmuştu ama bu
seferde Metin Tezcanlı korkmaya başladı... Ya silahlı birisi eve girer ve
onunla karşılaşırsa ne yapacaktı?..
Kendi canından vazgeçmeye hazırdı ama Bahar ve Ozan söz konusu olduğunda,
Ozan’ın yaşadığı kabusa benzer senaryolar kurmaktan kurtulamıyordu: Bir hafta
içinde dört kişi evlerine giren hırsızlar tarafından öldürülmüşlerdi...
Dışa dönük bir çocuk değildi, Ozan. Babası gibi utangaç ve çekingen
sayılırdı... Oğullarının bu haline üzülen Bahar ve Metin, zaman zaman
kendilerini suçluyorlar ve Ozan’ın daha sosyal bir karaktere dönüşmesi için
çareler arıyorlardı: Çocuklarının kendileri gibi olmasını istemiyorlardı...
-Bahar, Ozan şımarık ve bencil olmasın diye fazla yüklendiğimi fark ettim
ve bunu, Ozan üç- dört yaşındayken yaptım.
-Ne yazık ki böyle bir hatayı yaptık, Metin. Geç kalmış olabiliriz miyiz,
bilmiyorum ama yaptığımız yanlışları tekrar etmeyelim bari...
-Kendi adıma it gibi pişmanım... Resmen ezdim çocuğumu... Bütün hayatım
boyunca çekeceğim vicdan azaplarının en başında ve en acısı bu gibi geliyor
bana...
-Seninle ilişkimizin belki de en problemli dönemiydi, o yıllar... Bazen
haklı, bazen de lüzumsuz yere hırpaladık çocuğu ki Ozan, etrafımızdaki diğer
çocuklarla kıyaslandığında son derece makul ve kendi sınırlarını gayet iyi
bilen bir çocuk oldu hep...
Buna rağmen hırpaladık... Sonsuz bir girdap bu çocuk olayı... En az bizim
kadar duygusal ve kırılgan bir çocuk ama yine de beni umutlandıran bir yanı
var: Bazı durumlarda, en az bizim kadar da inatçı ve sonuç almadan da peşini
bırakmıyor...
-Hesapta doğru olanı yapıyordum ama bugünden baktığımda hiçte doğru
değilmiş... Pısırık biri olacağına, kendine güvenen birisi olmasına tercih
ederim. İlerde başkaları tarafından ezilmemesi ve kendi ayaklarının üzerinde
durabilmesini sağlamamız ve öğretmemiz gerekiyor bu çocuğa...
-Bostancı’daki evde seninle kavga ettiğimizde bizi barıştırmak için
yaptıklarına inanamamıştım... Ben Ozan’ın odasında ağlarken, yüzüne tavşan
maskesini takıp, beni güldürmeye çalışmasını ve sonra da aynı şeyleri sana
yaparak, aramızdaki gerilimi ve küslüğü ortadan kaldırması olağanüstüydü.
Kitaplara ve filmlere konu olabilecek bir performans göstermişti Ozan ve ben,
kendimden utanmıştım o gece...
-Sen içerde ağlarken, benim yanıma gelip, “ baba niçin kavga ettiniz,
annemle?” diye sorduğunda, “sinirlerimize hakim olamadık oğlum” cevabını
verdim. “Babacığım, hadi barışın annemle, biz yine eskisi gibi mutlu bir aile
olalım” dediğindeyse, benim söyleyecek bir sözüm kalmamıştı zaten...
Üç dört yaşındaki bir çocuğun bu denli içgüdüsel ama bir o kadar da
bilinçli olması karşısında bocaladığımı unutmuyorum. Kusursuz bir arabuluculuk
yapmıştı. Hatırlıyorsan, ilk adımı kimin atacağı konusunda bir hayli yoğun
trafik yaşanmıştı. Bana ya da sana kalsaydı, günlerce küs kalırdık herhalde...
Sahi çocuk olan kimdi, o gece?
Belki oğluna karşı duyduğu vicdan azabından, belki de gerçekten sınırsız
bir tutku ve bağlılıkla sevdiğinden olsa gerek, günde en az beş on kez “seni
seviyorum oğlum; sen benim canımsın, her şeyimsin...” der ve sımsıkı sarılırdı
Ozan’a...
bölüm başlıklarına git
İkinci romanın sonu: Babam hala uyuyor anne
Bahar Tezcanlı, her zamanki gibi
Metin’den ve Ozan’dan önce uyanmış ve mutfakta ayaküstü bir şeyler
atıştırdıktan sonra evden ayrılmış ve çalıştığı şirketin kendisine tahsis
ettiği makam aracıyla yola çıkmıştı...
Şirkette işlerin yoğun olmadığı zamanlarda, günde ortalama üç dört kez
Metin ile telefonlaşır ve can sıkıntısından uzaklaşmaya çalışırdı...
Vakit öğleye doğru geliyordu ve yine yapacak fazla bir iş yoktu elinin
altında... “En iyisi Metin’i aramak diye geçirdi” içinden ve ev telefonlarını
çaldırmaya başladı... Ev telefonunu uzun uzun çaldırmasına rağmen,
telefon,cevap vermiyordu...
Yatağından kalktıktan sonra ilk iş olarak salondaki televizyonun karşısına
geçen ve çizgi film izlemeyi adet edinen Ozan, annesinin uzun uzun çaldırdığı
telefonun sesini duymuyor ve huşu içinde çizgi film izliyordu...
Zaten telefon da salonda değil, yatak odasının yanındaki çalışma odasında
bulunuyordu: Salondaki telefon hattı uzun zamandır bozuktu ve tamir ettirme
ihtiyacı da duymamışlardı. Evde iki tane cep telefonu vardı nasıl olsa...
Ev telefonundan yanıt alamayan Bahar, Metin’in cep telefonunu çaldırdı bu
kez... Metin’in salonda unuttuğu cep telefonunu Ozan açtı:
-Efendim anne.
-Oğlum baban seni okula götürmedi mi bugün?
-Babam hala uyuyor anne.
-Oğlum bu saate kadar uyunur mu, git çabuk babanı uyandır... Allahım
yarabbim, okulu da kaçırdın bugün ama seninde canına minnet zaten... Gidiyor
musun babanı uyandırmaya?
-Gidiyorum anne.
Babasının uyumakta olduğu odaya giren Ozan, bir elinde babasının cep
telefonunu tutuyor, diğer eliyle de babasının yorganını çekiştirerek, “hadi
uyan baba annem seni arıyor ” diyerek babasının uyanmasını bekliyordu ama
uykusu ağır olan Metin Tezcanlı’nın uyanmaya niyeti yok gibiydi...
-Anne, babam uyanmıyor... Gözlerini bile açmadı daha.
-Oğlum babanın uykusu ağırdır, atla üzerine ve öpücüklerle uyandırmayı dene
bir de... Hayır telefonu kapatma, bekliyorum...
Elindeki cep telefonunu yatağın yanındaki komodinin üzerine bırakan Ozan,
annesinin söylediklerini yapmış ve babasının üzerine atlayarak, yanaklarına
öpücükler kondurmaya başlamıştı ama yine de ses seda duyulmuyordu... Ozan,
komodinin üzerindeki cep telefonunu eline aldı ve annesiyle yeniden konuşmaya
başladı:
-Anne, bu adam uyanmıyor ya...
-Peki oğlum bırak uyusun... Dün gece çok geç yattı sanırım... Kahvaltını
yaptın mı Ozan?
-Yaptım anne. Kornfleks yedim.
-Tamam bir tanem... Sen şimdi git televizyon izle... Ben izin alıp, gelmeye
çalışacağım...
-Ol-ley.
Bahar Tezcanlı, şirketteki çalışma odasında oturduğu koltukta, aklına
gelenin başına gelebileceği korkusundan hareketle dehşete kapılmış ve bütün
kontrolünü kaybetmek üzereydi...
Yakın arkadaşları ve yoğun bakım uzmanı olan doktor Serdar’ı aramaya karar
verdi:
-Alo Serdar, Metin’i hala uyandıramadık... Ozan da tek başına evde... Ozan
kaldırmaya çalıştı ama bütün çabalarına rağmen uyandıramadı... Ya benim aklıma
kötü şeyler geliyor... Allah kahretsin ya...
-Kapıcınızın telefonunu biliyorsan...
-Hayır bilmiyorum.
-Ben bizim hastahanenin ambulansını alıp yola çıkıyorum... Sen de şirketten
çıkıp eve gelsen iyi olur...
-Tamam.
Kendi yaşadığı korkudan dolayı Serdar’ın ses tonundaki endişeyi fark
etmeyen Bahar, şirketin idari işlerinden sorumlu müdürü arayarak acilen bir
şöför ayarlamasını rica etti ve çantasını kaptığı gibi odasından ayrıldı...
Gözyaşlarına hakim olmaya çalışması boşunaydı...
Doktor Serdar’ın aklına gelen ilk şey, uykuda kalp krizi oldu... Uyku
Apnesi de olabilirdi: Genellikle boynu kısa ve kilolu insanlarda rastlanır;
küçük dil nefes borusuna kaçar ve nefes alınmasını engelleyerek, kişinin
ölümüne neden olurdu...
Serdar, Bahar’la yaptığı telefon konuşmasından sonra hemen eşi Gül’ü aradı
ve olup biteni anlattıktan sonra, Metin’lere gitmesini ve Ozan’ı evden dışarı
çıkarmasını söyledi...
Doktor Serdar ve ambulans ekibi Metin
Tezcanlı’nın oturduğu dairenin zilini çalıp beklemeye başladılar... Zilin
sesini duyan Ozan, annesinin geldiğini düşünerek koşa koşa kapıyı açmaya
gitti:
-Kim o?
-Ozancığım benim, Serdar amcan.
-Tamam açıyorum...
-Baban daha kalkmadı mı Ozan?
-Kalkmadı Serdar amca... Sen niye geldin?
-Babanı uyandırmaya geldim, Ozan. Belki de hastalanmıştır diyerek,
ambulansı da getirdik. Bu abiler bana yardımcı olacaklar, sen istersen salonda
oyalan biz gidip bir babana bakalım, olur mu güzelim?..
-Olur Serdar Amca. Zaten annem de geleceğini söyledi.
Doktor Serdar, yakın arkadaşı Metin Tezcanlı’nın büyük olasılıkla ölmüş
olabileceğini ve eve adımını atarken neyle karşılaşacağını gayet iyi biliyordu
ama Bahar gelmeden Ozan’ı evden nasıl uzaklaştıracağını düşünüyordu... Gül’ün
gecikmesine kızmıştı ama burası da İstanbul’du...
Ambulans ekibindeki görevli arkadaşlarını “ Büyük olasılıkla Metin’i
kaybettik... Ozan’a babasının öldüğünü söylemeden, sadece hastalanmış diyerek
ambulansa koyalım ve hastahanenin morguna kaldıralım cesedi. Ben Ozan’la
kalacağım...
Cenazeyi kaldırana kadar benim yerime nöbet tutacak başka bir doktor
bulmalarını söylemeyi de ihmal etmeyin...” diye tembihlerken, gözyaşlarına
hakim olmayı başaramamıştı...
Hızlı adımlarla Metin’in yattığı odaya giren doktor Serdar ve ambulans
ekibindeki arkadaşlarının hiçbir müdahalesine yanıt vermeyen Metin Tezcanlı,
uyumaya devam ediyordu...
____ roman sonu ____
bölüm başlıklarına git