sıla'nın gündökümü
 
 şakir özüdoğru
 

 

 

ÖNSÖZ

sıla: bir imge!

birkaç jilet izi, pembe bir toka, kenarları kemirilmiş bir kurşun kalem, her milimetresinde binlerce askerin pusuda yattığı bir saç teli, iki dudağın en şehvanî buluşmasına tanık olmuş bir bardak altlığı, imlasız bir yazıyla karalanmış birkaç sayfa, insan teninde hislerin en içten çağrışımlarını bırakan bir hap, belirli tarihlerin işaretlendiği bir ajandadan özenle koparılmış yedi yaprak, bedenine asit deymiş yüzlerce şiir müsveddesi, bir odaya yayılmış baş döndürücü esans, gardırop kapaklarına çivilenmiş hazin bir gündökümü, kanepede aylardır oturmaya korkulan kutsal yer; o ilahî göçük ve beyaz bir gülü besleyen bir bardak kan!

 

her yan sıla’dan kalan mat hatıralar, her yer sadist fetişler!

 

sıla: bir imge! AŞK İÇRE! bir imge değil mi her aşk?! bir kişinin, başka bir kişi için büyüttüğü gaddar iç; kurulan her plana yaka paça alma despotluğu/alınma mağduriyeti! ne kadarı ortak?! ne kadarı büyük bir paylaşımın eseri?! tekil bir ordu musibeti eninde sonunda, tek kişilik bir melodram; birinin karşında ustaca sergilenen, gerektiğinde alkış, gerektiğinde ağzına kadar dolu lazımlıklar alan bir monolog! sayfa sayısı arttıkça kendisi değer yitiren, harflerin kalbine gümüş hançerler kıvamında taht kurduğu yengeç kıskacında lanet gündökümü!

 

lise çağında yaşanan, yaşamı çoktan tüketmiş bir aşkın gündökümünü yazacağım ben de. bir bedenin bütün eflatun ihtiyaçları içine sıkışmış güzel ruhun, o kontrol edilemez yanardağın, şefkatli lavın, sıla’nın gündökümü’nü.

 

sıla: benim ona atfettiğim yegane, muhteşem yaşama alanı. birinci kalite arsenik, en sert marihuana; bazen morfin, genellikle extasy. bir süre bütün girinti ve çıkıntılarına gururla el sürdüğüm toprak parçası, ruh parçası, anima mundi!

 

sıla: gerçek değil elbet; çünkü o bir imge. başka bir isimle, aynı coğrafyada yaşayan ikizi: kimsesiz, kırmızı atkılı ucube. bir uçurumun a-a kesiti. olamaz! o bir uçurum olursa, çok derinlerinde sakladığı sıla da hasar görür, yaralı bir maziden başka kanıt kalmaz tanrı’ya karşı elimizde. birbirini tamamlayamayan, birbirinden nefret eden, birbiriyle sürekli deri altı savaşları yapan bir eşitsizliği yaşayan onulmaz beden!, sıla’nın alt kişiliği, sıla’nın kimliksizliği, sıla’nın “ben” isteği.

 

sıla: etsiz, kemiksiz kraliçe. üstüne eğilen bütün pipilere nanik nanik diyen su perisi. o bir imge. öldürmek zorunda olduğum, ölürken benim de bir parçamı yanında götürecek, sürekli mide krampları, baş ağrısı, titreme içinde bir imge; bir rock perisi. araştıran; hayat bulmaya, biraz oksijen çekmeye çalışan köşeye kıstırılmış zavallı melek.

 

sıla! bedenini bıçaklarken burçak burçak kırılacaksın elimde! tanelerini vitrinimin en özel köşesine koyacak, cesedinin başında nargile içip deyebildiğim her tenle doyasıya sevişeceğim sonra.

 

 

 

bir grup söz

sözün örtüsünü araladığımda
gördüm: kimsesiz düşler
binlerce itiraf, dağları eritebilecek
sırlar ve denizine kavuşamamış nehirler
duruyor hâlâ orada

 

I.

yarımlık bir sus ve
bira köpüğüne değen söz yüzüğünden
bir gitar solosu alalım ortaya
kıç cebinde gezdirdiğin
yırtık mektup çalar bateriyi
erkek dudaklarda kalan rujların
kırmızı tonlarıdır en hüzünlü bas melodileri
 
melodram anılarımızdan isimsiz şarkılar bestele
ışıltılı ve meşe çiçeği açan günlere
 
bu porteye yarımlık bir sus çiz
rimbaud heykelleri dik sivrilttiğin harflerin diplerine
bizim için denizin üstünde yaşamasız bir ada hayal et
ve yeni bir söz yüzüğü geçir parmağına
söyle sarrafa, bir şeyler yazsın kaplamasına
adamıza kimsenin ayak basmayacağına dair
 
II.
geç gelir duraklarına
bebek yüzlü otobüs şoförleri
neden bilinmez ama
martı sesleri taşarken kulaklıklarından
hüzünlü şarkılar taşırlar araçlarında
o rot ayarı bozuk direksiyon senin hayatın
patlak hoparlörlerden dinlettin yaşantılarımızı
boş ver de, biran önce rot balansını yaptır !
 
III.
nerenden kesersem keseyim
bir yanına hep asılı kalacak birkaç nota
yarımlık bir sus ve bir iki söz gerekli bu şarkıya
grubun adını koyalım hepsinden önce:
GRUP SÖZ, vokal düşünelim şimdi de
 
buldum:
 
Grup Söz’e vokallerin en iyisini
sıla özleminden üşüyen serçeler yapar
ve kavuşamazlarsa özlemlerine
bütün hüzünlü şarkıların sözlerini onlar yazar !
 
ört hadi ört üstünü
üşütmesin, ayakları dışarıda kalmış sözün
 
26 haziran ’03

 

 

 

matrix
 
seninle ilk kez öpüştüğümüz barın kapısını çaldım dün
orada unutmuşum yüreğimi açan olmadı
dörtnala bir atlı dövdü ciğerlerimi
ben de gittim, şarap aldım, içtim yarısını
ancak dayanabildi yüreğim olmadan beynim
yarısını dans ettiğimiz merdivenine döktüm barın
bütün tabelaları parçaladım sonra
beni en çok “18 yaşından küçüklerin girmesi yasaktır”
yazan tabela zorladı diyemedim yaşı yoktur yüreklerin
 
dün ilk kez öpüştüğümüz barın kapısına işedim
pipimi orda bırakmışım etrafa saçıldı sidik
ganimet toplamaya giden bir ordu dövdü ciğerlerimi
ben de anahtar deliğinden içeri baktım
yan yana koymuşlar yüreğimle erkekliğimi
bağırdım, çağırdım, tekmeledim kapıyı
diyemedim tuvalet deliğine atıp sifonu çekseydiniz de
yan yana koymasaydınız yüreğimle
açan olmadı, açsaydı inan yüzüne osururdum o barmenin
 
kapısını okşadım dün, ilk kez öpüştüğümüz barın
seni orda unuttuğumu sanmıştım eprik bir eldi açan
teselli etti beni, saçlarımı taradı, tenimde gezindi uzun uzun
cam parçaları çıkardı ağzımdan, dilimden gül dikenleri
çok su biriktim bir uçuruma eğrilen hayat çizgisinde
konuşamaz eller çirkin değilsin diyemedi
yerine taktı kayıp parçalarımı, kayboldu sonra
giderken kağıda sarılı kocaman bir yürek ve bir kalem bıraktı bana
unutma, sert kabuklu yemişlerin içi yenir sadece
ve buralarda yüreğini bırakma bir daha, birayla yıkarlar yoksa
 
bütün dünya dövdü ciğerlerimi de
bir damla gözyaşı birikmedi yüzümdeki leğende
evin yolu boyunca bir şarkı dillendirdim sizin tatil sandığınız
otobüslerde hüzün satarak geçen upuzun bir yazdan kalma:
 
GİDERSEN, LAVABOYU TIKAYAN SAÇLARINI BIRAKMA
TOKANI DA GÖTÜR YANINDA, GÖĞÜS KILLARIMA İLİŞTİRİM YOKSA
HEP SARHOŞ KAL, KALACAKSAN DA !..
 
haziran-ağustos ’03

 

 

 

İNTİHAR BİLETİME KAÇ PARA VERDİN?
 
önsöz
arkeolojik kazılarımı bölen harflerin
ruhsuz bir geceyi boynuma doladı
dolandım vitrinlerine çiçekçi dükkanlarının
 
toprağımda devedikeni imrendi çok
çoğul yorumlanmasına böyle bir abidenin
ve kızgın kızgın kumlarıma vurup kendini
prematüre bir çiçek açtı !
 
 
ı.
otobüs camlarından, gümüş kordonlarla mı asarlar
bu ışıkları havaya, titreyen düşlerini rahatça
soyunamasın diye biri ve şoförler bildiklerinden mi
yavaş giderler, “saadet ilerde” yazan tabelaların
tüylü yalanlar olduğunu.
 
hayatını mesailere adamış bir muhasebeci
ne yapar öğrenirse sarışın bir vidanjör şoförüyle kaçtığını kızının,
düş giyinsin diye mi biri sarı kaplarlar otobüs koltuklarını
ve bildiklerinden mi asfaltını dökmez, gediklerini
tıkamazlar saadete uzanan yolların, kaza yapılacağını.
 
- yok, imkanı yok senin bir kuyruklu yıldız gibi
tabureden tabureye aktığın yere götürmeyecek bu otobüs beni. -
 
 
ıı.
kazımışsın sarısını senden çalan parşömene
imlasız imzasız bir yazıyla
                                           bedeviliğini
 
giriş-çıkış serbestken sana bütün kapılardan, söyle
intihar biletime kaç para verdin ve bir domuz sürüsü
gibi geçerken çatlamış imanından bir yankinin
çalkantın kaç saniye sürdü, titremedi mi hiç ellerin?
 
 
ııı.
yılan kılıklı gecenin
depoları benzin dolu
arabeskçileri geçiyor bir bir içimden
öyle bir roman havası ki orda sararttığınız
göbek atıyor yıldızım inadına
 
oyna be Koko, oyna be yavrum
dök kurtların elmasını hayata.
 
pul pul siyah dokusuna,
el sürsen dökülecek hassas kaplamasına,
engelleyemediği sularına gülme sen bu kitapsız anarşistin,
alkış tut benim yerime
bir kere de benim için
üzerlerine ahlaksız teklifler düşülmüş
milyon yirmilikler gibi
harcan !
 
- yok, imkanı yok çekemeyecek içine sarışın bir kuyrukluyıldızı bu otobüs. -
 
 
ıv.
...sarışın bir totemin elinden
çıktığın yasak gezi, duvarlara sürtünen
dirseğin, yolarken ellerini
kanattığın beyaz gül, tüp gaz kuyruğuna dizilen
kuma delikanlılar, dikenlerinle sarıldığın
penis heykelleri, iğrendiğin
çıtalarla çizilmiş ince su yolları...
 
- Bildiklerinden mi muavinlerin “saadet bir iki” bağırışlarının
yalan olduğunu, binmezler sarışın kuyruklu yıldızlar otobüslere. -
 

 

 

sonsöz niyetine/affet
 
affet,
kıçlarına kırç değen adamlar söndürüyorlar ışıkları
ve düş urbalarımı çıkarıyorlar üstümden
 
affet,
kuralsız oynamayı bilmiyorum satrancı
benim hamlelerimi de sen yap
 
affet,
yarı yolda iniyorum senin hiç binmediğin
otobüsten, kovuluyorum ya da
 
affet ama,
bana verdiğin beyaz gülle sevişeceğim birazdan
yaralarıma rakı dökeceğim sonra ve söz sana
yarından hiç ağlamayan bir bulut getireceğim !
 
 
Not:
ey sarışın totem! ranzalara pentagramlar kazı
ve hiç çıkarma ağzından o metal parçasını.
 
10 haziran ’03
 
 
 
 
tek bir marihuana yaprağı
 
senin için aldım dün yolundan sevginin
tek bir marihuana yaprağı
ince ince kıydım aşkımızı sonra saçlarınla kardım
sardım en güzel şiirimi yazdığım kağıda
eski yaşantıları eşeledim biraz
bir örümcek yuva yapmış
dudaklarımızın birbirine değmesine ilk kez
senin bir zümreyi kendine hayran bırakan
zühre duruşunu buldum sonunda baktım uzun uzun
iki melezi yurdundan ettim
çok güzel bir zıvana oldu gözlerin
altı yerinden yaktım seni
ellerin tütedi en fazla
derin derin içtim ardından gözlerinle içtim
ruhuma kazıdığın "G" yaralarıyla
bir afrodit heykeli endamınla
kalbi burkulmuş ve kırılmış galiba
parçaları da etrafa saçılmış bir ilkçağ insanın
bir damla suya hasret dudaklarıyla
ayak tabanlarının bütün duyarlığıyla
ellerini kaplayan ipek çarşafla
içtim seni dün !
 
kasları gerildi bir güvercin kanadının
sevdim seni ve seviştim seninle
bir salyangozun kabuğundan nefret ettiği kadar
bir delikanlının evden kaçma isteği kadar
bir seri katilin cinayet işleme güdüsü kadar
acınla ki mor bir petunya artık ve sardunya teninle seviştim
hayıflandım sonra kızdım kendime
içimde bir ezgiye durdu buruk sesin
içimdeki bir ezgi bana
manolyanın dokununca solduğunu hatırlattı
ve uyuyabilmişim nihayet
yeni bir günün şafağında
buharlaşıverdi yanağımdaki deniz suyu
kulağıma taktığın manolya soldu !
 
senin için aldım dün yolundan sevginin
gümüş bir marihuana yaprağı
gümüldür'ün tuzuna bastım, yıkadım terimle
gözlerindeki parıltıları iliştirir bir de zincire
takarsın, boynunda gezdirirsin artık intiharımı !
 
21 temmuz ’03
 
 
 
 
bir rüya gördün geçen gün:
 
paslı bir neşterle kalbimin bir parçasını kesip
süslü bir kutuya tıkıştırmış ve sana vermişim
sen o kutuyu bir belediye bankında unutmuşsun
aynı banka hem de tam o kutunun üstüne
elinde bastonu bana benzeyen bir bunak oturmuş
şekiller çizmiş kuma gözlerine batırdığı çıtalarla
sonra ucu tükürdüğün siyanüre bulanmış bir mızrak
tam da sol göğsünün ortasına saplanmış !
 
 
tan’rılama

bil bunu sıla:
tanrı çok sigara içiyor
 
dikkat et: tanrı sarhoş
 
burnunu tıka:
tanrının ağzı kokuyor
 
paran var mı hiç
o görmeden koyuverelim cebine:
tanrı çok gururlu
 
gözlerini kapat şimdi de:
tanrı sen bakarken kaybolamıyor
 
ben söylemiyorum, dün görmüşler:
elinde bir torbayla tombala çektiriyormuş tanrı
 
gerçekleştirebileceği bir dilek tut:
tanrı seni çok seviyor
 
rengi uçmuş bir dudak fısıldadı kulağıma:
petunyaları öpüyormuş tanrı sen sanıp
 
gökten bir kart düştü, baktım da biliyorum:
tanrı bu güne kadar hep koz kupa oynamış batağı!..
 
3 ağustos ’03
 
 
 
 
 
çok sesli bir sûrenin ceza sahası
 
bir gül ölüsü gibi kokuyor aynadaki suretin,
anlamını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir sûrenin
en kritik yerinde ofsayda düşüyorsun, ışıksız
bir bodrum katı esmerliğiyle dikiliyorsun işte
ilk tomurcuğunda siyah bir lalenin; gözlerinden
gözlerime gülümseyen göt yüzlü melek asla
öğrenemeyecek vücudumdaki kırbaç izlerinin sayısını,
o fetişist direktörün en görkemli fantezisinde
başrol oynamayacak bedenim; elbet bir tohumsun daha,
biran önce büyü, ellerin kadar büyü, ki bozulmasın sulardan gökyüzüne
gösterdiğin çetin bir o kadar da büyülü yüzün; bir yıldızın
başka bir yıldıza seni seviyorum demesi kadar aşk bu,
bir yıldızın bir yıldıza yaklaşabilmek için kendini feda etmesi
kadar aşk, bir binanın başka bir binayla ancak köklerinde kurtulunca
sevişebilmesi kadar aşk bu; zıvanasız içmişim seni de ağzıma dolmuşsun,
bir dolu küfür, bir kap dolusu sülfür ve bir şişe katıksız siyanür gibi
akmışsın içime; yavaş çekime alalım bu sahneyi, dekor iyi,
ışıkçı da yönetmen asistanıyla işini bitirince gelecek arka odadan,
dedim sana, dedim sana sıla: ışıkçıları kadın seçmeyelim böyle bir aşka,
hem çok kibirli, hem çok acemi, hem de çok vurdumduymaz oluyorlar
bir aşk filminin çekimi sırasında, “the end” yazısına ağlıyorlar çoğu ya,
oldu bi’ kere; dolabımda bir erkek saklıyorum, dolabıma koyamadım seni daha,
dolabımda seni o erkekle yan yana ama hiç konuşmadan görmek istiyorum,
sonra gidip esrarlı bir partide dansçılık yapacağım, ellerim kesik, kollarım kan içinde,
ayaklarımı kıpırdatamadan, seyirciler bana gülecek, seyircilerin dişleri bana
yarraksız etrafta tıngırdayan taşşaklar gibi abes gelecek !
 
bir gül kurusu kıvamında duruyorsun avuçlarımın arasında
üflesem ya da okşasam hafifçe bütün yaprakların dökülüverecek, biliyorum
yakında kulaklarımızı delip geçecek bitiş düdüğünün intihar sesi ve biz
hiç bilemeyeceğimiz o sûrenin, o tanımsız muammanın yer kapladığı,
yara aldığı, gizini yedi ceddimizin çözemediği kara kaplı kitabı
kıçımızın altına bile koymamak üzere kütüphanemizden tuvaletimize taşıyacağız!
 
18 ağustos ’03
 
 
 
* * *
HayıR! Bu sadece bir olmak
hiç varolmamış bir bedende;
bir intihar olmalı ve
dikenli teller arasında bir ceset
uçurumlar mide bulandırmalı..!
 
bir beden yaratmadan
peri adımlarla yürümek
diyorum lâl bir sahrada;
kesilen bileklerimizden
vesikalı dünyaya damlayan
asabi kan, birlikte bir varoluş sadece:
AŞK!
 
sıla - sharco / 20 ağustos ’03
 
*sıla’nın “varolan” sözcüklerinden derlediği umut yanıltmacası! günübirlik ya da birlikte yaşanan “birliktelik” süreçlerinin sorusuz, en harikulade birleşimi! “bir”ine ve sonra “öt”ekine, ek gibi köküne bağladığı bütün bedenler için ortak dileğidir belki; kendi öz(süz)gürlüğünü veresiye edinip ağlayarak tüketirken!
 
 
 
sır adan bir beceriksiz cadı yuvası bayan nötr
 
s.
yamalı bi’ zenci pantolon gibi çöktü üstümüze gece;
hâlâ kanlı deliklerden fışkıran kıl yumakları
parmaklıklarını törpülüyor tutukluluğun, kör!
 
o siyah pigmentlerin arasında bir yerlerde
bakire venüs, su yatağına uzanmış
üzerinde delik deşik bir gecelik
dibe vuran yüksek topuklu ayakkabısına
bir göl yaratıyordur yenibaştan balıksız, kesin!
 
 
ı.
keserseniz bir parça siyah da bize bırakın kuşbaşı, kalça kısmından olsun!
 
kaçık bir profesörün gazeteye zaman malikanesini kurdum diye demeç
vermesi gibi bi’ şey olsun; ağzı ince uzun hollere açılan bir sevgilinin
duman tüten ve sisli bir geleceği reddetmesi gibi dursun pazar sepetinde;
kurban ederseniz geceyi aşka, bi’ parça siyah da bize bırakın kuşbaşı
kanasın olduğu yerde, zamanı geldiğinde koksun!
 
 
l.
biliyorum, insan bırakamaz gölgesini cami avlusuna
bir ortaçağ kilisesine bağışlayamaz ruhunu asla, ama
ellerini ya da kollarını kesip bir çukura gömebilir
pekâlâ, bir parçasını kurban edebilir akışkan zamanlarında aklının
aşk uğruna!
 
 
a.
durmadan sağ gözü seğiren bir kamyon şoförü
yamalı pantolonlar taşıyor şehirlerarası gök yüzlerinde;
ikamet ettiğimiz yaralı hasır iskemle kaldıramaz bu açık büfe acıyı
göreceksin: sabaha bütün uzuvlarımız aynı çukurda
bedenlerimiz başka bedenlerde açacağız yaşsız gözlerimizi;
hem bir direğe çarpmış olacak kamyonu çoktan, bizi taşımaktan sıkılmış şoför de!
 
aşksız hayata eğri doğrular gibi uzanan kolların, kesiştiği iri bedende
budanmadan, dilediği gibi çiçeklenmeye devam eder umarım!
 
7 eylül ’03
 
 
 
 
gırnata: g/s = ş/s V a/p = i/i
 
ı: yazın yakasında isli bir yangın çiçeğiydi yüzün
 
yüzü hüzün egzaması bir yazdı!
 
gözlerin ergenliğin kıskacında bir arzuydu gençliğime
upuzun uzanmıştı aramıza kokarca koridorlar!
aramız: korkunun kolonileştiği ilk bakış
                                                         şehvetin tavan yaptığı ilk sözcük!
konfeti yerine yakılmış konaklardan isli
dul kadın külotları yağıyordu başımıza:
şemsiyesizdik ve yalnızdık üstelik!
ruhunu aradı ellerin; ruhunu ararken ellerin,
ellerimi buldu; bir yanardağın ağzına dikti bizi doğa,
lavla tanıştı umutla beklediğimiz gürbüz güz!
 
bir yangının artakalanıydı yüzün;
senden sonra ben, bütün yangınlarda yüzsüz kaldım!
 
ıı: ölü bir bahar yelesiydi bedenin
 
bedeni ceninlerin cirit attığı bir bahardı!
 
lise tuvaletlerinde hızlı hızlı tüketilen ucuz adrenalin
gibi disiplinsiz okuyacaktım tenini tersten, siyanür sürecektim
kıl köklerine; parmakların dudaklarıma en harikulade üst geçit,
göbeğin şehrin en izbe sokağıydı genetiğimde!
yabansılığımızla bütün dokunuşlarımızda
biz, şaşalı bir havai fişek infilakı ve
gizli bir alkalik hazineydik; doğaya!
 
uç eyaletlerini pirelerin istila ettiği hastalıklı bir imparatorluktu disiplin
ve sen, baban kraldan çok uzakta, durmadan kaşınan
her zaman huysuzlaşan düş sarası bir kediydin!
 
zehirli oklarla bütün sokakları dolaştılar coşku içinde
sarhoş s’üvariler; tespihten tane tane aşırılmış küçük hırslarla,
dev bir evren fethi planları kuran sabır abidesi imparatorluğun
tek şehzadesini, pire ayıklarken saçından,
bir çöp tenekesinde bıçaklanmış buldular!
 
bedenin şehir lağımından gökyüzüne dökülen ölü bir bahar yelesi
gibi kalakaldı gözlerimde; senden sonra ben, gözlerimi ölümüne antifriz,
bütün bedenlere izinsiz sızacak nitrik ceninler olarak sakladım!
 
eylül ’03
 
 
 
g i t !..
 
bana bırak; ben dikerim yırtıklarını mor hikmetin
yüzümde iki yol aç sadece, derin ve kulaklarına papatyalar tak
git! sakın, gözlerindeki anlam arama telaşı,
boynundaki üfürükçülerden ödünç kendini bulma çabası
düşmesin her adımda arkana aldığın vebalı kaldırım taşlarına,
yürü usul usul ay istikametine, astım krizlerinde kıvranırken,
gecenin tiril tiril üstüne kükrediği aymaz yakamozlar boyunca
 
unutma: markî maziye muazzam bir fetiş bıraktım
ve seni galaksinin sonuna kadar taşıyabilecek katıksız yakıt:
bak, sarkıyor pilelerinden! kaplaması eprik, kıl zamana köprü kuran
hayata özverili ve kibirde pintiliğin yüz karası yüzük parmaklarım
 
bana bırak; ben veririm ederi neyse çatlak kristallerin parçaladığı iki dilin;
ve gerilirim iplerine gerekirse tanrısız, kitapsız, peygambersiz
piç duran cehennemlik dinimizin; ama birkaç gram hidroklorik asit damlat ellerime,
gözlerine iyi bak. git! düşünde ilişmezsen havaya kelebek motifleri çizen çocuklara,
çarçabuk biter yol..! dudaklarında biriktirdiğin her abaza yıldızla
daha ivedi daha bitirim ve daha soğuk... çarçabuk biter yol..!
 
bana bırak; otobanlar, üst-alt geçitler, metro istasyonları, otobüs durakları
kurar kasıklarıma, acayip bel altı belki aşırı belalı sohbetlere dururum
bu dumur şehrin damardan anlayan, dokunulmaz delikanlılarıyla;
genzimden tükürür anasonlu tespih tanelerini, bıçaklanırım, dayak yerim biraz;
git sen! hiç kuşku duyma, elbet emzirir, bir medeniyet daha yükseltirim
bıraktığın bataklıktan daima alacakaranlıklarda;
sakın düşünme, saçların erguvanî yürüsün sakin sakin,
düşünme ki üşümeyesin ve yol çabucak bitiversin!
 
beni bırak; endişen olmasın hiç, kimseye söz etmem fıçılarca şarap içip
kamera arkalarına aktığımız kült filmlerden;
en çok birkaç yaşantı atarım meydanda şahlanan atın nalları altına;
en çok sol koluma iki iç deniz oturtur, sılayı her gece öldürülen
kızıl sularında uyuturum hiddetin; emin ol, hepsini unuturum sonra da!
 
19 eylül ’03
 
 
 
matematik
 
ı.
garez mutabakatlar,
zencefil eler coşkuyla ordularda;
ve konsantre raks edimler,
pilakî lüferler aşırırlar ıstıraplı maziden;
kırılgan rakkas edimlerin
planöründen lazımlıklar atar
ıhlamur medeniyetime.
 
ıı.
asrın rızası zaruri ulusundur: renk körü
ve libido endamın marazî namelere
illegal istihbarattır; içkin fiil toplamında, lale
 
ııı.
galibiyet ikonaları içenler
ürker zarafetten; ki,
özverisiz esanslar vurgunudur esrik sevgi
 
 
*
 
dipnot:
 
sevinçli çocuk çığlıklarıyla büyüttüğün asit damlası,
kazımadı mı şu sorunun cevabını deydiği mezar taşına:
kaç yüz yıl saklar ki matematik bir aşkı koltukaltında!
 
mermerin hezeyana kapılmış bağırışı:
artık sevginin yasal halidir bize dokunmak
ve her dokunuşta damla damla akmak kainata!
 
29 eylül ’03

 

 

ÖZGÜN METİNLER

 

 

esrik bir günden

 

Kapladığı her nesneyi görünmez kılan bir pelerinle örtüyorum bu anlatıyı.

 

 

( Geldim; / kusmuklarıyla uğraşıp, / güzel yüzlü yaşamın.

Söyle nerede lavabo / n’olursun bana bir bardak su ver. )

 

Öngörümün çok ötelerine uzanan böyle bir gün için hazırlıksız çıkmıştım evden. Yüzümde hafif bir tebessümle güneşi uğurlarken esrik bir günün yıkıntılarını, kuşatılmış bir kaleyi bıraktım ardımda. Ve yalvarıyordum nedenini bilmeden sarı bir minibüsün koltuğunda, içimde yine bir mersiye yeşermesin diye.

 

(Tutuşturdum; / geçtiğim tozlu yollardan yolduğum çiçekleri,

Esriklikten yeni uyanmış / ağzı kusmuklu yaşamın eline. )

 

Kızıllığına boyuyorum bu yazıyı kırmızı bir günün akşamının. Tuşlara uzanan parmaklarım bana ihanet ediyor her basışımda; yazmamalıyım belki. Düştüğü toprakta kalmalı bu tohum, eşelenmeden.

 

( Kopardım; yılda bir açan kaktüsün çiçeğini.

Elimde solgun bir çiçek ve derimin altında dikenler. )

 

Yalıtılmış bir odada yazmalıyım ben; ama, nasıl kurtulabilirim her şeye burnunu sokan beynimden? Şimdi de, durmadan yineliyor böylesi bir yıkıma koşarak gittiğimi.

 

Yıkım?

 

Birkaç kerpiç evin devrilmesine yıkım denebilir mi? Ne kadar yıkımdır üstünkörü üretilmiş düşüncelerimin iç koridorlarımda yankılanan patlama sesleri? Bilmiyorum!

 

Yıkıldığımı hissediyorum.

 

( Bir devedikeni hâlâ ismim / kırmızısı solmuş dudaklarında.

Bilmelisin; / benim şarkımı mırıldanacaksın bir esriklik sabahı. )

 

Kimindi söylediğim şarkı, tuttuğum el kimin? Kimin saçlarını okşuyordum? İçimden bir ses diğer bütün sesleri azarlıyor: “ Bilmesen daha iyi! ”

 

Geçen bunca saatten sonra ancak cesaret edebiliyorum gözlerimi yummaya: Kocaman bir ekrandayız. Kıçları iyice aşınmış yamalı pantolonlarımızı giymişiz, dilimizde daha önce duymadığım bir türkü, hızla yuvarlanıyoruz bir tepeden.

 

Bu türkü kimin; kim bu ekrandakiler, biz miyiz gerçekten? O ses yine: “ Bilmesen daha iyi! ”

 

( Kusmukları bulaşıyor güzel yüzlü yaşamın / kopardığım kaktüs çiçeğine

Anlıyorum; / güzel yüzlü yaşam / aslında bir cadı. )

10 mayıs ’03





bir yılan ve bir büyücü’den

 

Cebime taptaze bir yaşam koyup, bir çimliğe uzandım bugün. Rüzgara bıraktım taze yaşamı. Hiç papatya açmayan bir yerindeydim hissizliğin. Yürüdüm oradan oraya. Biraz şarap içtim, biraz kokusunu çektim belli etmeden içime tazeliğin. Yeşil yaprakları ezerken, yücelttiğimiz yaprak dökümlerine bir şiir kotarmayı denedim; olmadı.

 

Yaprak dökümü! En delişmen çağında yaşamımın, yaprak dökümü. İçimde, güzleri yapraklarını kızıla boyayan amerikan sarmaşığı ve yanımda genzimi yakan kokusu taptaze bir yaşamın. Enerji doldum, güneş içtim. Yandı, döküldü bütün yaprakları içimdeki sarmaşığın.

 

Ruhumu, hiç konuşmayanlar ülkesinin kralına emanet etmiştim; bedenimle vardım bugün. Stratosferde birikti dil kaslarımın gerilme gücü ve titreşimi ses tellerimin. Beynim hiç katılmadı bu oyuna, kendisiyleydi.

 

Sayfalarını araladım bir devedikeni duyarlığında karanlık bir yaşantının. Bıraktım, organlarım kendileri hareket etsinler. Bugün, ben dünya üzerinde yoktum. Arada bir okşarken rüzgara bıraktığım taze yaşamı, kulağıma fısıldadı: “Hani nerede aşk? Söz ettiğin görünmez derinliği sığ suların?”. Sustum; yaşayan bir ruhu çağırma ayinine durdum. Esrikliğine yenildi ruh, gelmedi. Kalakaldım.

 

Bilgeliğinden korktum rüzgarın, taze yaşamı tekrar cebime koydum; beğenmedim sonra. Hissizliliğin kuru toprağına gömdüm ve üstüne şarap döktüm; ki, çarçabuk büyüsün!

 

Sigaralarımı tellendirdiğim çimlikten eve doğru yürürken, akşam ezanını okumak için ses denemeleri yapıyordu müezzin.

18 mayıs ’03

 

 

 

burnu mürdüm eriği bir dilenci ve süpürgesi elma şekeri bir cadı’dan

- Oksijensiz kaldığım saat üç buçuk sularında bir gecenin, o uzaktan buralara kadar uzattığı oksijen tüpü ve öncesinde sunî teneffüsüyle beni tekrar hayata döndüren Sıla’ ya, teşekkürle -

Ah! Şu uzağı yakın kılan meret cep telefonu, bir masal kahramanı ne zaman, nasıl olmuş; neler dönmüş kimsecikler bilmez buralarda. Rivayet şudur:

 

Ayrı ayrı uzaklardan iki kişi “mesaj yaz” isminde ortasından kocaman bir nehir akan bir köyde ve nehrin karşı kıyılarında, birbirlerine rast gelmişler; amma, öyle doluymuş ki heybeleri ve işleri aceleymiş, şöyle iki dakikacık durup soluklanamamış, adamakıllı iki laf edememişler. Kısa kısa konuşmuşlar, sözcük donanmışlar, kafiye takmışlar, şiir olmuşlar. Bunlardan biri, süpürgesi elma şekeri olan bir cadı; öteki, burnu mürdüm eriği bir dilenciymiş. Bazı yerlerde elma şekeri süpürgeyi, cadıya dilencinin verdiği de söylenir.

 

Aralarından akan nehri geçebilseler birbirine sarılacaklarmış; amma, bir kötü yılan varmış nehirde. Kimisi teknoloji der, kimisi cadının babası der, kimisi dilencinin elleri ayakları tutmayan zavallı anası, kimisi de onların kavuşmalarını istemediklerinden, kavuşmalarından korktuklarından köylüler salmış o yılanı nehre der. Nihayetinde bunlar kavuşamamış, kavuşamamışlar; amma, karşı kıyılardan mesajlar atmışlar birbirlerine. Bu mesajları oradan geçen sakalı yerde bir meddah bellemiş, gezer köy köy anlatırmış.

 

Mesajların bir bölümü aşağıdadır. Bunları, okuma yazma bilmeyen meddah, bir köylü çocuğa yazdırmış. Çocuk ne kadarını doğru yazmış, ne kadarını uydurmuş kimse, kimsecikler, köyün yaşlıları bile bilmez.

 

“ - ‘ sek içilmişse rakılar gece olmadan daha
gözyaşı yoksa ve umutsa terleyen
periler randevularına geç kalır
 
hiç gelmezler ya da ! ’
 
parlatıcılı bir iyi geceler öpücüğü sana.
 
- sana da sıla’dan has bi’ öpücük en ıslağı -fakat- yapışmayanından.
 
- ah be sıla! yapışsın, yapışsın o öpücük yanağıma
geçerken diken tarlalarından kanamasın hiç
ve ben de diyebileyim
‘eyyyt be delikanlılar, benim de bir öpücüğüm var!’
 
- ben bir fidan misali gönderecek olursam öpücüğümü kumsala
emanet edebileceğim hiçbir şey kalmayacak rüzgara
 
- ah be sıla, ah be bi’ tanem! kumsala dik o öpücüğü
bir düşün ya tutarsa
tutarsa başı değmez mi bulutlara
ve bil ki
öz çocuklarıdır kumsal ve ağaç, rüzgarın !
 
- sharcho’m bilir misin
istiyorum bu muhabbetin aksın gelecek sabaha
 
- değil ki benim sürahi, ayarlayayım belireceği zamanı
bardakları dolduran bir garsonum ben sadece, derim ki
bilmem gelir mi, iyi uykular sana ben güneşi bekleyeceğim
 
- eh be sharcho’m anlamadın yine sen! bu sabahı kast etmiştim
 
- eh deli kız sana eh be! hiç denir mi zaten olan sabaha önümüzdeki
 
- ah be salak herif! Uyunur mu hiç, paylaşılırken bu sevinç,
sabaha öten kuşlarla
 
- ah be ah! sabaha öten kuşlar ağıt yakar gece bitimlerine
bilmez misin, tüp gaz kuyruğuna giren delikanlılar
gündüzleri rahat vermez onlara
 
dikkat et bak, yiyeceğim elma şekerini.
 
- sen tutuşturdun elime o elma şekerini! ben tanıdık,
toprak yolda yürürken sersem şebelek...
 
- eline tutuşturmadım o elma şekerini ben senin,
yakana iliştirdim ki gururla taşıyasın,
çöplükten çalınmış olsa da!
 
ve yine bil ki, renkli olmalısın bir kelebek konarsa yakana. ”
 
 
Bunları dedikten sonra birbirine cadıyla dilenci, iki uzakta da sabaha öten kuşlar öyle bir ninniye durmuşlar ki, ne kavuşmak kalmış, ne başka bi’ şey. İkisi de karşı kıyılarında nehrin mışıl mışıl uyumuşlar. Sabaha kalktıklarında bir de ne görsünler?
 
- Ne görmüşler dede?
 
- Ee, hadi sen de yat uyu artık, bak başladı bile sabaha öten kuşlar ninniye. O da rivayet olur yarın geceye, nihayetinde.
 
sıla - sharco / 16 haziran ’03
 
 

 

ŞUKUFE

şukufe’nin mağaradan çıkacaksa nasıl çıkması gerektiğinin reçetesidir, negatif!

geleceğim diyorsun; gelme! nargile içtiğimiz kafeteryanın arnavut kaldırımına yapışan gözlerimi topla önce. önce saadetin siparişi bir tutam sadakat at çantana, sıkıca kapa ağzını, dikkat et, kaçmasın!

 

inatla geleceğim diyorsun, dayanamadığımı gözlerimin rengi kadar iyi biliyorsun; ama, gelme! bir parça uğursuzluk ödünç al kargalardan, kitapçıdan sana hep sözünü ettiğim kitabı çal mesela. bir kıvanç kızartması yap ve mahallenin çocuklarına dağıt. kimliğini kimsesizlikle yıka, bir de kocaman bir silgi edin bir yerlerden. ilk olarak uyan, kır ellerini kollarını bağlayan mutluluk zincirini, birkaç gram yaşam iksiri iç, öksür. balıklama arseniğe dal, vazgeç kavuşturmalar peşinde koşuşturmaktan; ne bileyim ellerini falan parselle. sen düşün biraz da, deniz üzre yaşamasız bir adaya düşsen neler alırdın yanına, onları listele!

 

şukufe’nin kendini biran önce gösterme isteğine eksi değer misillemedir, kör!

 

sabırsızlığa sabretmenin tanrısal denklemini kurarken ben, aşkın eşiti çift raylı barok bir tren istasyonunda; uyuyorsun, bir ihtimal rüyanda beni öpüyorsun. herhalde birazdan tütsüler alevlenecek ve öpüştüğümüz gecekondu, bir budist tapınağına dönüşüverecek. elele ölmüşüz. bedenin ruha yoğun geldiği o cıva zaman diliminde uyanıyorsun. üzülüyorsun biraz da bu kez ruhlarımız arasındaki ince iplikleri göremedin diye. tanrı’nın dua ettiğini düşünüyorsun, daha doğrusu tanrı’nın kime dua edeceğini düşünüyor ve tanrı için gümüş bir yağmur damlası bırakıyorsun yokluğuma. aradan zaman geçmeye görsün, simli bir buhran sarmalıyor kaçışımı köşe bucak. tamamlanamıyor bir türlü denklem; birkaç metre ilerde raylar karışıyor. makasçı ya her şeyin ince ayrıntılarını ayarlayan o gizemli kulübenin bir köşesine hiç utanmadan işiyordur, ya bir erotik derginin sayfaları arasına karışmış çüküyle oynuyordur ya da sarhoş oluvermiştir çoktan.

 

ısrarla, bu simli buhrana beni de katmak istediğini söylüyorsun. hayır, şukufe! ben bütün matematik hesaplarında seni baştan asla ulaşılamayacak x elamanı yaptım bile. ama ardına saklandığın cimri fidanın taze tenine ihanet kazınmış işte: ne kadar büzülürsen büzül, hep bir parçan dışarıda kalıyor! suluyorum fidanı, her gün onunla konuşuyorum, masallar anlatıyorum ona, çarçabuk büyüsün istiyorum. saklasın seni; başını rüzgardan kurtarıp, bulutlara deydirince bir kavuk açılsın bedeninde, içine girebil. kabul, biraz da hormon kullanıyorum. tanrısal bir denklem kurmaya çalışırken kime zararı dokunur ki azıcık kimyanın, azıcık fiziğin, azıcık biyolojinin; hatta zoolojiyi de yardıma çağıracağım. gösterme kendini şukufe, inan bana, o kadar uğraş, o kadar kimsesiz rakam parçalara ayırır, transvestilerin tuttuğu caddelere bırakır vücudumu.

 

şukufe’nin isteklerine saygı duruşudur, ironik!

 

dur bir dakika, müziği kapatayım döneceğim! cebimde akasya yapraklarına sarılmış dev sıçan ölüleri getireceğim sana. biraz moda, bir avuç yaratıcılık, bir kepçe sevgi ve bir kazan soğuk imam sidiği getireceğim. bir de tarif yazacağım nefes alma güçlüğü çektiğin dar, sıkılgan kırıklarında günün, çukura kaçan göğüslerine. bak, bu iyi gelecek hem rüyalarına, hem gelme isteğine. istersen, peri yaşantıların gölgesinde sürgün vermiş yanık tenli bulutlar da getiririm: orkestralara zurnasıyla iş isteyeme gidenini ve ruhumu testerelerken tozlarımı intikam intikam üzerine serptiğin, yıpranmış, tef çalanını. hüzünlü ritimler tutarlar arkada bir elden. ister misin, çağırayım mı aklî badananın eşcinselliği sahnesinden ikisini. teybin yanına istifledim hepsini. dur bir dakika, müziği kapıp geleceğim!

 

şukufe’nin alın yazısına göbek kırmasıdır, melankolik!

 

ama böyle olmuyor ki şukufe! ben yokken, yemek borusundan gayet normal ilerleyen bir yudum rakıyı sağa çekmiş, ehliyet kontrolü yapmışsın. ben yokken, zavallı rakıyı falakaya yatırmışsın! sana saklan diyorum şu denklem bitene kadar, sen bir saniye bile sabırsızlığına kazık atamıyorsun! böyle giderse, elebaşısı olduğun gizli örgüt, senin haberin bile olmadan bütün rakamları ayaklanmaya teşvik edecek. çok kan dökülecek, kârlı bir devrimin sözde planlarıyla uğraşırken sen, nereden geldiğini hiç anlamadığın bir tokat patlak verecek üzerinde sevişilmiş çim yüzünde; dolanıverecek kardelen boynuna bir ıstırap zinciri. saklan şukufe, sakın kendini ele verme!

 

beyin kanaması, bypass ve iktidarsızlık, sıradan!

 

umuttun, unutturdun bana: sana getireceğim dediğim zerzevatları teybin yanından çalmışlar, kaçırmışlardır belki. insafsızlar, bir parça müzik bile bırakmamışlar bize, ki uzaktan tuzağa dans edelim ve kapaklanıverelim bilerek bizim için kurulmuş kapanın üstüne. sahi, sana sözünü ettiğim serserileri kaçırmış olabilirler! ne kadar fidye isterler sence? müstakil bir kalp, sigortalı iki fil gözü ve seni ilk gördüğüm gömütlükten birkaç metrekare arsa yeter mi? yetmez, ben de biliyorum! ve altılıdan kazandığım iki toy, pelüş sarışını da ekliyorum listeye. telefon çalıyor, intihar için gerilen tellerin fonlarını da çalıyorlar borsadan, bir saniye bakıp döneceğim. söz, sana da söylerim, kimdi hırlarını hasırla örten soysuzlar?!

 

şukufe’nin tarla çapalarken damlattığı terdir, ılık ve çabuk soğuyan!

 

yandık şukufe, cayır cayır! hani, gelme istemiyorum diyordum ya; artık, hepten gelme, temelli gelme, hiç gelme, artık gelmen imkansız şukufe! ardına saklandığın toy fidanı ve neredeyse sonuna geldiğim denklemi istiyorlar bizden; vermezsek senin pek sevdiğin o zerzevatları, o zavallı yaşam parçacıklarını, o görünmez ayrıntıları keseceklerini, parçalarını da teker teker bize yollayacaklarını söylüyorlar. biliyorum şukufe, katlanamazsın sen, onlar olmadan yapamazsın, onlarsız istesen de gelmesin bile! ne istiyorlarsa vereceğim; hatta, fazlasını vereceğim isteklerinin. hepsinin üstüne iki jilet izi, bir bardak kan, kirli tuvaleti olan bir bardan çalışmış bir bardak altlığı, pembe bir toka, baş ağrım yerine kolumu kesen bir hap, burnumu gıdıklayan çok sevimli bir kalem ve ceset istifi yılları sakladığım bir saç teli vereceğim onlara! çok sevinecekler; artık, gelsen de senin bende olmadığını bildiklerinden çok sevinecekler gerçekten.

 

el şukufe’ye vedadır; hazin, yaşlı ve damla damla!

 

git şukufe, gelme! gel desem de gelmeyeceksin nasılsa, git o yüzden; git ve bir daha geleceğim diye arama beni. çok birikirim yoksa çalınan ve çaldığım zamanlara. hoşçakal şukufe, mutlu ol, sarı saçlarını sapla ta kalplerine sana saplananlara inat; erit onları elâ gözlerinde, söyle seni hep yeşil kırlarda dolaştırsınlar; bir tek, bir tek ipek ellerini sakla, ellerine sakın kötülük etmesinler! kalkar gelirim, ellerini alır, geri dönerim ona göre. hoşçakal şukufe, söylediklerimi ciddiye al!

 

 

 

BİR MEKTUP ve BİR E-POSTA

sıla’ya bitmeyen bir mektup

 

“ne zamandır sarışın deniz” Dizesini Bana Yazdıran Sevgili Sıla’m;

 

Seninle aramızdan geçen konuşmalardan, o ufak güvercin kalpli yaşantılardan bir güldeste oluşturmak nerden aklıma geldi ve neden bir güldeste? Evet, sarı bir güldeste. Onların sisteminden, kara kamu düzeninden ödünç aldığım bir (s)imge: Sarı gül. Zamansız gitmelerin, bazen güvelere bırakıvermen aklının hırkasını, hiç olmadık zamanlarda açman kalbine giden yolların geçiş çok pahalı gişelerini... Tam bir sarı gülsün sen, gül, kahkahalarla, abartarak gül bir çocuğun teninin bütün düşünebilen yanlarıyla oluşturduğu bu beş para etmez/etmeyecek metne. Beş para etmez, çünkü bir metini değerlendiren ona verilen önemdir, onu yaşamaya, hissetmeye çalışmaktır; yoksa sanat kuramlarına, estetik ölçütlerine sıkı sıkıya bağlanması hiçbir şey ifade etmez. Beni sevindirecek olan şey, kağıdıyla, mürekkebiyle bu metne verdiğin/vereceğin değer; ama, gül sen n’olursun ağlayana kadar gül, ki ben de ağlayabileyim, rahat !

 

Boş ver, ben yazayım istediğini düşün sonra, istediğini yap!

 

Neler yazacağım peki bu sarı gül yaprağına, neleri kapsayacak ve adresine postalanmış bu zarfı aralarken gözlerindeki yıldızcıklar sönmeden daha hangi yaşantılara döneceksin? Renksiz ve çiziksiz camıma senin elinle sürttüğüm kükürtlü kibriti alevlendiren sözleri yazacağım, nasıl sızladığını uyluk kemiğimin, ne kadar buğulandı, islendi cam... Ama hepsinden önce her şeyi bilen tavrınla hiç şaşırmadığın; ama, benim hala tüylerimi diken diken eden mektup seçiminin nedenlerini yazayım istersen, küfret bana !

 

Mektup; çünkü, bütün itinalı kirletme çalışmalarına karşın mektup hala saydam ve oradan baktığında görebiliyorsun karşındakinin içinde uçan ağızlarına kalpler iliştirmiş güvercinleri, aynı Türk filmlerindeki gibi işitebiliyorsun sesini o pencerenin ardından. Mektup: Ruhun renksiz camlı penceresi, panjursuz !

 

Artık başlayabilirim senin için özenle hazırladığım torbadan birer birer tümceler ve beni gerçekten etkileyen yaşantılar çıkarmaya. Hatırlıyor musun? Sana bir keresinde insan ilişkilerini gözlemlediğimden bahsetmiş “Arkadaşlık, evlilik, sevgililik... bir çoğu öylesine yüzeysel, kendi kalıplarına sıkışıp kalmış ki insan aslında hep yalnız, farkında değil ilişki diye onu diğerlerine bağlayan ince iplerin hafif bir gerilmede hemen kopacağının!” demiştim ve “bunların ötesinde, öyle bir beraberlik, ilişki kurulmalı ki...” diye eklemiştim. Kendi sözümü eşeleyince bir çok yeni düşünce filizlendi, ilişkiler tarlasına bahar geldi aklımın. Bütün bu sıradanlığa ve yüzeyselliğe inat öyle bir ilişki kurulmalı ki, artık sadece isimi olsun diye iki ya da daha fazla insanın kalıplara girdiği “tanışıklıkları” aşmalı, çok dışarıdan bakmalı onlara, sınırda yaşamalı. Ama bunun için içten olmak ve kartları açık tutmak şart yoksa hiçbir şey saklamayanın boynuna dolanıverir diğer insanlarla araya çekilen Yeşil Hat !

 

İnsanları izliyorum ve zevk alıyorum bunu yaparken. Mesleği, ten rengi, cinsiyeti vb. hiç fark etmiyor benim için. Gözlemliyorum onları, tutumlarını, davranışlarını, reflekslerini bazen, bazı sorulara verdikleri yanıtları ve düşünüyorum neden öyle cevapladıklarını. Seni de izledim, hem de çokça, bunun için sen fırsat verdin bana. Ve sonunda neye karar verdim önemsiyor musun ?(kırılmak yok ama): Daha çocuksun benim gibi. Dışarının gözüyle, sözüyle büyüttüğü saçları ipek kokulu, barbi bebeklerine sır saklamayı ve kumar masasında nasıl kart saklanacağını barbi bebeklerden* öğrenen bir çocuk !..

 

Yazıya sığındığımı söylemiştim, kağıtlarla seviştiğimi geceleri. Benim yerime onlar anlatsın her şeyi, onlar konuşun. Ama kırılmak yok, bilirsin, kağıtlar mahallenin dedikoducu kadınları gibidir, üzerlerine gerçeği bırakırsın; onlar değiştirir, abartır, bir kurmacaya çevirirler onlara açıklanan sırları elden çıktıkları o kısa sürede. Kağıtlar yalan söyler !

 

“Ben seni olduğun gibi seviyorum,” demiştim bir keresinde de. Çocuk ağız! Yalan. Ben seni her türlü seviyorum: bir çekingenlik, bir korku gizleniyor bu sözün örtüsünün altında. Çokça kullanılan bir tümce, tam da bir çaresizlik belirtisi. Nirvana’nın “Come As You Are”ını hatırla: Come as u are/as u were/as i want u to be. Bazı hallerini, alışkanlıklarını sevmesem ne olacak, değiştirecek misin benim için kendini? İnan, cevabım “evet” olsaydı kurmazdım o tümceyi.

 

Bana oldukça çok yazdırıyorsun, hayret verici bir durum. “Yazmak sığınmak benim için,” demiştim bir keresinde. Seninleyken sığınacak bir yer, tutunacak bir şeyler arıyorum demek ki, ne tuhaf. Oysa, ben yanındayken etrafımın dikenli tellerle çevrildiğini sanıyordum, demek ki, bir şekilde zehirliyorsun beni, yoruyorsun. Çelişkimi isimlendirebiliyorum artık ne olduğunu biliyorum, sana karşı çok derin bir çekim duyarken neden “gitme” dediğini çiçeklerimin bana; ama, tekrar söylemeyeceğim, binlerce kez söyledim ya da imâ ettim zaten.

 

Bitmiyor işte, bitmeyecek mektubun. Bir gün, iki gün, bir hafta, bir ay değil, süreyle ilgisi yok bitmeyecek, sen kartlarını açmadıkça, izin vermeyecek daha çok hırpalanmaya kağıt.

Şakir.

 

 

bitmeyen bir mektuba notlar

 

1- Oraya geldiğim gün, o bankta unuttuğun kutuda kalbimin bir parçası vardı.

2- Gül ve hiç düşünme yazdıklarımı, hepsi yüzünde bir gül açtırmak için ustaca tasarlanmış bir metindi.

3- Bir gün, bir kuş parmağına konarsa; benim için öp onu ve tüy diplerinde sakladığı sevgimi alma lütfen, bırak orda kalsın.

4- Az öncekiyle ilgili olarak: Gösterilemeyen her sevgi, bir kuşun tüy diplerine gömülür ve günü geldiğinde o kuş düşerken, aortundan bedenine yürür gökyüzünün!

5- Bana birkaç gram siyanür yollarsan ne güzel olur; ama, kabın içine tükür önce. Siyanür ve insanın sevdiği birinin “onlar”ca nefret edilen salgısı! Harika!

6- Aslında çok özel; ama, söyleyeyim: Siyanürü intihar için kullanmayacağım. Hâlâ cesaretim ve bir nedenim yok.

7- Hepsi bu kadar!

8- Aslında daha söyleyecek çok şey var.

9- Ama söyleyecek o kadar şey tek bir şeyin içinde eriyip gidiyor.

10- Bu kadar yazmışken o tek şeyi söyleyemem, bir sözcük yollamam gerekli aslında. Bunu yaparsam da senin için bir anlamı olmayacak.

11- Bazı şeyler insanı ve dili tersyüz eder, sivilceli bir çocuğun ayna karşısındaki durumu gibidir bazı hisler, kolay incinirler.

12- İnsan bir kez tersyüz olmaya görsün, serin bir rüzgâr yüzüne çarpınca hemen gözleri sulanıverir ve bazen dokunmaya korktuğu, onun için, bir anıtın yakınındayken de aynı şeyleri hisseder. Boğazındaki örümcek büstünü kırması zamanını alabilir, bekler.

13- Bitti!..

14- K.

15- Bitmemiş, çalışıyorum işte, sabah devam ediyorum mektubuna ve yolladıktan sonra da devam edeceğim. Bu gün de postaneden mektup değil kendimi yollayacağım sana.

16- Birileri balkonlarımıza kum dolduruyor, biz dışarı adım attığımız gibi kirlenelim diye; kanmayalım ama, izin vermeyelim onların bizi almasına. “Kendi sabunumuzu üretmeliyiz.” - Fakir İdris

17- Bilmeden sınırda yaşayanlar ve korumalığımızı yapanlar bizim, belediye otobüsünde ücretimi uzatanlara duyduğum kadar minnet duyuyorum onlara.

18- Sana çok ufak bir tavsiye, saydam ve narin: Sevdiğin insanlar yanında yokken ve seni işetemeyeceklerken bile onlar elini tutuyor ya da gözlerinin içine bakıyormuş gibi davran.

19- Kendimi sana hiç çekinmeden ve her şeyiyle anlattım; ama, ne olacağımı anlatmayacağım.

20- Bazen insanı tersyüz eden şeyler, hiç anlamadığı biran onu düzüne çevirir. Bir eksik vardır bunda, ortası yoktur o “şey”in, bu biraz sahilin ve ufkun varolup aradaki suyun buharlaşmasına benzer.

21- Bitti!..

22- A.

23- Kaybetmek bazen eğlencelidir. İnanmıyorum buna. Ah Sıla, bir kafese hapsedilmiş güvercinler ne kadar eğleniyordur sence? Elinden elma şekeri alınmış bir çocuk nasıl güler?

24- Aradan geçen bunca zamandan sonra hâlâ bana saçının bir telini bırakman büyütüyor koz kupa oynadığım kumarın bahsini: Ya kaybedeceğim ya da beni vuracak masadaki adamlar.

25- Sen okuyacaksın diye bugün bir dizesini sildim senin için yazılmış en sevdiğim şiirlerimden birinin. Bazen tanrı, biz onu fark etmeyelim diye küçük oyunlar oynar ve kendimizi yalnız hissetmemize neden olur. Oysa, krallığında, söylediği cennet/cehennem yalanını düşünüyor ve tuhaflar koparana kadar gülüyordur.

26- Buharlaşan deniz suyu, yine insanın hiç anlamadığı bir zaman yerine gelebilir. İşte, bu kare bulmacanın yazılması gereken son harfidir. Ama her bulmacada tereddüt edilmez mi biraz? Ya, birkaç sözcük yanlışsa !..

27- Bitiriyorum ! Sınırda yaşayanların en büyük zaafıdır: Anlatacak bir dünya öykü varken, takılıverirler hiç olmadık engellere. Güçlüdürler elbet; ama, güçlerini engeli geçmek için kullanmazlar! Sınırda yaşanlar güçlerini, takıldıkları engeli kendileştirmek için harcarlar.

28- Gök kaşlarını çattı. Herhalde, Tanrı bahçesini suluyor ya da gözleri buralara takıldı ki çıldırırcasına gülüyor.

29- Yağmur başladı. Deniz suyu yakında yerine gelecek. Korkuyorum, sahilin ve ufkun kaybolmam ihtimali var hâlâ.

30- Bitmeli artık, harfler akıyor..

31- Bitti !..

32- Ş.

 

 

12 ağustos ’03 tarihli bir e-posta

 

Canım,

Sana yazmamı isterken “ne yazacak” peki bu çocuk diye düşünmedim mi hiç? Yazmak benim için çok büyük bir sorun, etkilenmem ve bu etkiyi iyice sindirmem gerekiyor. Parkalığı gözlerimi alan bir “şey”i nasıl yazabilir sana? Yoksa, “nasılsın, iyi misin” gibi kuru laflar mı etmemi istiyorsun? Ya da bakalım ben isteyince mail atıyor mu gibi bir denememi yapmak amacın? Bilmiyorum !.. Ama bunları bırak n’olursun.

 

Sana önerdiğim, gel, beraber deneyelim dediğim yaşamı ya da birlikte geçireceğimiz süreyi bir düşün. Bir “çıkmak”tan bahsetmiyorum ben. El ele dolaşmaktan, öpüşmekten, sevişmekten vb. Benim sana teklif ettiğim son zerresine kadar bir paylaşım. Beraber olmak ! Açık olmak ve yavaş yavaş, damla damla taşmak o verili olan bardaktan dışarıya. Benimle beraber delirmeni, şizofreniyi hissetmeni istiyorum! Beni ilgilendiren senin tenin, gözün.. değil, varoluşun! Dünya üzerinde bir yerlerde, hem de bu kadar yakınımda, yaşıyor olman.

 

Anlatacak o kadar çok şey var,” demek hata belki, çünkü anlatamam. Yaşarız. Benim maddi hayattan pek bir beklentim yok: Sana kimsenin bilmeyeceği deniz üzerinde yaşamasız bir ada kurmayı söylüyorum, bir düşada, bir ruh adası. Beni korkutan işte bu, ne kadarına dahil olmayı istemen?

 

Neyse; düşün ve bana yaz, merakla bekliyorum. Bil ki, “seni seviyorum” herhangi iki sözcüğü yan yana getirmem değil.

 

İçinden dışarı su fırlatan bir fıskiye bırakıyorum sana, suyunla kimi serinleteceksin ilk?

 

Demin oradaydım, bir sıcaklık hissetin mi alt dudağında?

 

s.h.a.r.c.h.o

 

 

SONSÖZ

Gündökümü

sıla zamanı: 8 mayıs - 5 eylül ’03

 

... Hazanla harlanmış hazin bir hikâyenin iç büke, aşk edimli, delilsiz deliliğinin yaprak söylemi! Kör bir noktanın köşeye sıkışmış düşüncesiz içi ve boşluğun dolum noktasında açılan çatlakları, yezidî bir yalnızlığı, yoksul yamalarla doldurma çabası! Mutlak mutsuzluğu gecelerce geç kalınmış bir aşkın! Ağır ablaların dilinde patlak vermiş elma şekeri kıvamında bir dedikodu ayaklanması, küçümsenmenin aile içine yayılan sendrom ötesi bilinçaltı çeşitliği! Çeşitli telefon numaralarının bir anda aynı uydudan tek kişiye doğaç fırlatılma tedbirsizliği! Tedbiri elden bırakamayan bir dişinin dışarısı için döktüğü kuvvetler dolusu gözyaşı! Babası işkencede, annesi hasta bir yavrucağın yekpâre çalışma telaşı! Sevgilisinin uykudan uyandırdığı bir delinin dış fırçasına ulaşma endişesi! Bir kasaba mezarlığına dikilmiş dev soyağacı ve baştan aşağı yırtılan kafakağıtları! Aşık olamaz raporunu geçersizleştirmek için doktorlara yedirilen yüklü miras: bir sürü kalp atışı, yüz kızarıklığı, göz kaçırma oyunları! Tuvalet kapısı önünde yüzünü yıkadıktan sonra, gözlerini mideye inen anahtar olarak kullanma denemesi! Bütün denemelerin başarısızlıkla sonuçlandığını bile bile bahsi artırarak kumara devam etme isteği! İsteklerin ancak ölümle bittiğinin mor ciltli ders kitaplarından öğrenilmesi! Gözlere inen örsü görmezden gelmek, kalbe düşen göktaşını atmosferinde eritme bıçkınlığı! Bıçkın bir yazı yazıya yapışarak soluma çaresizliği! Devası saçta bir hastalığı bilerekten iyi etmeme yüreksizliği! Bir erkeğe ve dişiliğini ispat yarışında bir kadına aynı anda uzanan elin parmaklarının teker teker kırılması! Sabah ezanıyla birlikte içilen şarapların gömütlükte devleşen, bütün tanıdık çehreleri çevreleyen günahı! Günahsız yaşamaklara sünme edimi! Erkenden uyanılan aşk rüyalarından kalan parçalı bulutlu, ağır göğün asık yüzü. Bir annenin anlayışına ekilen çiçeksiz bitkiler topluğu, gereksiz bir topluluğun kurak coğrafyalarda istila ettiği fazladan yüzölçümü! Yüklüğe kaldırılmış çeyizin güve bayramı, talandan kurtulan emanetlere verilen artı değer paranoyası! Paranoyak âşıklardan biriktirilmiş mesaj koleksiyonu! Günü güne eklerken yarısı buharlaşan zaten kırıntı yaşam parçacıkları! İç büke öykülerin lağım çukurlarına değmeden değiş tokuş edilme meselesi! Ve, yırtılma zorunluluğu gündökümlerinin biriktirilmeden! ... 

başa dön        ürün listesi       kütüphane