yanılsamalar
- haklısın dedi
- aslında haklı olmak fazla ilgilendirmiyordu beni
kapı yavaşça örtüldü. düşüncesizce bir noktaya bakarken telefon çaldı. bir süre yerimde öylece oturdum, telefon ısrarlıydı. ağır ağır yerimden doğruldum. ahizeyi elime aldığımda bir patlama sesi yankılandı sanki. kulağıma dayadım. hiç ses yoktu. bu devim beni sinirlendirmişti. ahizeyi telefonun yanına bıraktım. anahtarlarımı aradım. her zaman bıraktığım yerde değillerdi. dışarı çıktım. tekrar açtım içeri şöyle bir baktım. kimsin sen? demek geçti içimden. saksı orda mıydı? kapattım kapıyı. iki kere kilitledim. Birsenbir büfesinden, iki şişe ucuz şarap aldım. döndüğümde herşeyin yerinde olması rahatlattı. televizyonda bir çizgi film açtım ve sesini iyice kıstım. gürültü yapmamaya çalışıyordum. elimde oynadığım kalem dikkatimi çekti bir ara. beyazdı. üzerinde yazılı firma ismi aşınmış, geriye anlamsız desenler kalmıştı. bir süre üzerindeki yazıları çözmeye çalıştım. ince bir ses uluyordu. telefon. kapattım ardından çaldı.
- haklısın dedi
- yalnızca fikir yürütmüştüm. şarap içmeye bekliyorum.
- gelirim.
kapattık. bir süre sonra kapı çaldı. açtım. mekanik bir ilişkiye girdik. sorular ve yanıtları...
- peki ya yakın tarih?
- herşey bize izletilen ve bildirilen gibi gelişmedi.
- ayrıntılar?
- özneler...
- benden hoşlanmıyor musun?
- seni sevmiyor değilim...
- neden birlikte değiliz?
- ayrı ayrıyız. telefondaki sen miydin?
- evet.
- neden konuşmadın?
- konuştum...
II
- yanılıyorsun
- yanılmış olmam mutluluğum dedim.
"benden başka kimse çekemez seni. senden başka kimse çekemez beni." son yazmış olduğum tümceleri silip yeniden yazmayı denedim. yorulmuştum. radyoda benzer tınılarla pop parçalar çalıyordu. yanına uzandım. belleğimde görüntün yıpranmıştı bırak ilişkiye girmeyi senle beraber olmak bile kendi içinde bir çekilmezlik taşıyordu ama umursamıyordum. Elimi bacaklarına götürdüm, seninle yatarken bu durum bana huzur veriyordu.bacakların vıcık vıcıktı, yılan derisi gibi soğuk ve yağlıydı. kim o? deccal. şimdiye kadar çok anlatılmıştı. bütün betimlemelere olduğu gibi uyuyordu. uyandırdım seni. " deccal burada, uzaklaşalım buradan" dedim. bu ev kuşkulandırmıştı her zaman beni. işte tüm olanlar çözülüyordu. yüzündeki yabanıl bakışlar önünde hazırlandık.
- gideceğiniz bir yer yok
- var
- yok
- yok!
- bundan böyle birlikte yaşayacağız.
- neden biz?
- yalnız siz değil
- nasıl girdin buraya?
- ben hep buradaydım.
bu kadar ısrarlı bir konuğa karşı söylenecek bir şey yoktu. peki bundan sonra birlikte yaşamak mı? okurken, çalışırken, sevişirken hep o. sıkılmayacak mıydı bizden?..
gün doğdu. deccal'in yüzünde umursamaz bir bakış vardı. uyumamıştı. gözü seğiriyordu. peki deccal bu kadar içimizdeyken bu yaşama katlanılır mı? konuşmak olanaklı mıdır? ya düşünmek?.. tasalanma bu kadar, dedi. zamanla alışırsın. yüzümdeki alışık olunmayana, yabancıya karşı olan bakışlarım henüz olağan tavrını almamıştı. ayaküstü atıştırıp, çıktın. deccal ile salona geçtik.
III
akşam oldu. elinde paketlerle girdin. bir kısmını mutfağa bırakıp kalan birkaç paketle salona daldın. deccal uyuyordu.
- ondan uzaklaşmalıyız.
- elindekiler ne öyle?..
- kitaplar
- fazla okumazdın?
- herşey bize izletilen ve bildirilen gibi gelişmedi, ayrıntılarsa yalnızca özneler...
deccal uyandı. bir süre camdan insanları izledi. oyalanacak ne kadar çok şey buldular dedi. eğlenceler, izlenceler, savaşlar, tapınmalar... gözleri beni görmüyor. karşılarına geçip şöyle bir haykırsam, ürkecekler, gülecekler sonra yok ettiklerini varsayıp çoğaltacaklar, üretecekler beni. hem ben bu kadar çok şeyi yüklenmişken, beni yok etme çabanızı anlayamıyorum...
IV
bütün gece okuduğun yapraklar dudaklarında kımıldadı. sabaha karşı gözlerin kızarmıştı. yılmadan kavramların peşinden koşturuyordun. önünde kalınca birkaç kitap, yerde birkaç sözlük açık duruyordu. sözlükten kafandaki kavramlara çözümlemeler yapıp, tekrar kalınca kitaba dalıyordun. kurgulandığın düşünceye - iyi ama...- sözcükleriyle başlayıp on onbeş dakika oyalanıyordun. arasıra soru soran gözlerle bana bakıp biraz düşündükten sonra yine bir başka kitabın aradığın yaprağını okuyordun. deccal uzanmış, kendine güvenin umursamaz bakışlarıyla kimi zaman tavanı, kimi zaman etrafını alaysı bir hava içinde izliyordu. olup bitenlerin nereye götüreceğinin merakıyla oturuyordum. bize zarar verebilir miydi? evin içine kadar girmişti. sinsi bir kaygı vardı içimde.
- yaşam boştur dedi. olabildiğince daraltın dünyanızı, herşey daha gözle görünür, kolay olur. yaşamı çözmeye çalışmayın, sizi boğar. tüketir. kendinize mutluluklar yaratın. fazla düşünmeyin, düşünce kendinize yaptığınız en büyük kötülüktür. sizi paradokslara götürür, paradokslardan çıkmazlara. mutsuz eder. tarih değişmez. kendi kurallarıyla oynar. üzerinde hesaplar yapılmaz. yok eder. yalnız kendinizi sevin. çünkü diğer insanlarda kendini sever. olayları akışına bırakın. hoş, bırakmasanız da onlar akar gider zaten. bilimin size yettiği kadarını kullanın. doğru olanlar olması gerekenlerdir. dahasına gerek yok.
gözlerini bana dikmiş, söylenenleri ilgiyle dinliyordun. seninle söyleştiğimiz anları anımsadım. mekanik, donuk bir söyleşi içinde olurduk hep. kitaplarına çevirdin yüzünü, başını ellerinin arasına alıp, gözlerini kapadın.
V
öğle üzeri olduğumuz gibi uyandık. deccal'e ilişkin ilk tepkimle, şimdiki tepkisizliğim usuma geldi. gülümsedim. zamanla alışırsın demişti. zaman hemen geçmiş miydi? bir sigara yakıp, gerindin. deccal'in gece söylediklerini düşündüm. ne hoş dedim. yaşamı ne güzel özetledi. mutluluk yöntemleri üzerine yaşamın büyük tecrübesini kullanıyor. hani seninle konuşurken bulgular yapar, kimi zaman tarih, kimi zaman felsefe veya bilimsel savlar üzerine konuşurduk ya; deccal ne güzel sonuçlandırmıştı. "doğru olanlar olması gerekenlerdir." diye. olması gerekenlerse zaten olanlardı... deccal gülümsedi. yüzündeki alışılmamış mimikler birbirine girerken gözü seğiriyordu. pencereden sokağa baktım. sokakta devim başlamış, herkes bir yerlere koşuşturuyordu.
VI
yanıma yanaştın. sokağa bir süre bakıp sonra beni olumlamaz bir bakışla süzdün.
- yanılıyorsun dedim.
- yanılmış olmam mutluluğum.
yorgun gözlerinde ilk defa karşılaştığım bir mutluluk saklıydı. onay almak üzere deccal'e yöneldim.
d e c c a l n e r e d e ?..
ÖNCE
KAR YAĞMALIYDI. BENCE ÇOK ÖNEMLİYDİ!..
Etna
şunu
yapacağım bunu yapacağım diye bir şey söylemeyeceğim. göreceksin, her
an herşey yapabilirim.
göreceksin
dedim de usuma geldi. bakışların dilini bilmemeni veya bunca yıldır karşılığını
bulamamış olmanı yadırgamıyorum. belki de seni hep aldattıklarından
çözemedin.
sapı
kırılmış cam su kabına bıraktığın süs balığının adını hala
koyamadım. adını koyamadığım daha birçok şey de var. sana sıralayacağım
ama adı yok ki. nicel bir genelleme yada tanım içinde yer vermek
istemiyorum. birgün tek tek dokunup, kırmadan yerli yerine koyacağız her
şeyi. güneş yükselecek zevksiz binaların
arasından. hayır güneş yükselmeyecek, “biz” kendi etrafımızda
dönerken, onun etrafında da dönerek yükseleceğiz. yıldızların yanından
geçeceğiz. gün tutulacak, sancılı buruş buruş bir gözle izleyeceğiz
olup biteni. bizim için tasarlanmış yaşamlara, kendimizden kattığımız
yalnızlıklarımızı ve kaygılarımızı ufalayarak gömeceğiz.
Geçmiş
Zaman Gömütlüğü yazdıracağız, meşeden, hüzünlü oymaları, solgun
çizgileri olan levhaya. sonra beyaz kefenler içinde, boyunca açılmış çukurlara
özenle yerleştireceğiz. yağmurkaryağmur yağıp, biz güneşin etrafında
dönerken, çiçekler açacak gömütlükte. birbirimize bakarken boş bakışlarımızı
işleyeceğiz. yeni sevinçler, yeni kaygılara uydurulmuş bir yaşama ama
kendini yeniden yaratmış bir yaşama doğru elele tutuşup ilerleyeceğiz.
suruce,
işte o zaman insanların gözlerine sakınmadan
bakabileceksin, ellerine izin almadan dokunabileceksin, yüzlerindeki
horlanmış güzelliği keşfedeceksin. Geçmiş Zaman Gömütlüğünden
topladığın çiçekleri kulaklarının üstüne içhuzurla yerleştirirken,
söylenecek sözcüklerden tümceler kurup, tümcelerden kendini yeniden
yaratmış yaşama ilişkin ilkeler edineceksin.
suruce,
bakışların diliyle anlatacağın yeni öykülerinde canlandırılarak,
oyunlara dönüştürülmüş devimleri izlerken kendini yeniden yaratmış yaşama
ilişkin kaygıları çoğaltacaksın.
ama
unutma. elde ettiklerini sımsıkı tut.
ah
suruce, kalabalık içinde ne kadar saydamdın. gövdenin belirgin aydınlık
yüzünü dönerdin hep bana doğru. özkıyım sonrası göz kapaklarının
gülen dudakları andırması gibi tek çizgide anlatırdın geçmişte
yaşadıklarını, gelecekte de yaşayacağını. belleğimde sana ait çağrışımlar
dönenirken bile sen o yapay belirginliğinle diz çökerdin yaşama, saygılar
sunardın. kırmızı elbisenin yere değmiş olmasından çekinmezdin bile.
ah
suruce, bir insan yokluğu nasıl bu kadar varedebilir, kendinden bile kuşkuya
kapılmadan? eski raflardan yeni yeni kaygılar türetebilir. suruce gideceğiz,
hazırlan, adımlarınla belirlediğin ülkeye. ütopya değil diyeceksin.
yalnızca derin bir soluk, ütopya değil haydi sende hazırlan. ütopya değilse
derim bende neden bu kadar çokuz, tümevarıyoruz. önce sağaltmayacak mıyız
kendimizi? yeni bir renk, yeni bir duruş, yeni bir söylem, yeni bir anlam
vermeden mi kendimize; çıkacağız
yola? konuştukça duruyoruz. durdukça geriliyoruz, geriledikçe konuşuyoruz
diyeceksin belki ama konuştukça üretiyoruz, ürettikçe varediyoruz,
varettikçe konuşuyoruz diyeceğim bende.
karadan
söz açmıştın. birbirimizin söylediklerini dinlemeden karadan konuşuyorduk.
yeni bir kara parçasından mı konuşuyordun? hayır ben renk olmayan karadan
konuşuyordum. böylesine kötü imgeler yüklenmiş, korkutucu, tükaka bir
örtü değildi ki kara. daha iyimser bir çağrışımı olmalıydı. üzerine
en sevdiğin çiçekleri mi ekecektin? hayır hayır karanın saltık kötünün
habercisi olmuş olması bize dayatılan bir ahlaktı. özkıyımlara ayrılacak
bir bölüm mü olmalıydı? anlaşamadık mı yoksa kara karadan mı konuşuyorduk.
kar
yağıp, tüm çirkinlikleri örtecekti sonra
onlar üzerinde yeşerecekti yaşam. birbirimize alışacaktık. yavaş yavaş
donuk mimiklerimize üfleyecektik. önce istemsiz olan devimlerimiz, yerini çalışkan
devimlere bırakacaktı. insanları gözlerimizle bedenlerinden sarmalayacaktık.
haydi biraz daha yürüyelim deyip, bir yer bulacaktık kendimize. sonra
geceler gündüzler geceler mevsimler...
suruce,
kırmızı ayakkabıların eskimiş, bakışlarında eskiyen masalar, küllükler
ve avuçiçleri gibi. peki ya hani gelip yitmelerin. sana öngörülmemiş bir
sevgi sunamam ama istersen beni de gözlerinin arasına sıkıştırabilirsin.
yeter ki gözyaşların dökülürken bile döküldükleri yerdeki kımıldanışı
bir yerlerde unutma. ve unutma ki ellerinde büyüyen çiçekler yaprak dökmesin.
ağla suruce, ağla ki kar üzerine dökülürken
ıslaklığın derin çukurlar açsın. suruce, sessizlik deme bana,
sessizliktir kötülüğün adı. benden söz etme de deme. çünkü neden söz
etsem yine sana ilişkin birşeyler söylemiş oluyorum. bu duruşu sürdüremem.
ya kendimi yada insan oluşumu gömmeliyim
kara. kar yağmalı. artık eskimiş kırmızı ayakkabılarının neden kırmızı
olduğunu biliyorum. kar üzerinde açtığın derin çukurların içleri de kırmızı
çünkü. çıkar ayakkabılarını, korumasız bedenini aldatma, ellerimden
tut. kar yağsın.
ah
suruce, birbirimize dokunurken bile çürüyor ellerimiz. önermelerimiz
oluyor çokça. avunuyoruz, ısınıyoruz, ikna oluyoruz. ben bildiğim sözcükleri
birbiri ardına sıralıyorum. sen tümceler oluşturuyorsun. gitarımı çalarken
ellerimi rendeliyorum, yürürken ayaklarım eriyor, sevişirken bedenimi,
bakarken yüzümü yitiriyorum. sana verdiğim sözlerin hiçbirini tutmayacağım.
ne kadar paylaşsam seni kendim tükeniyorum.
ah
suruce, yolda yürürken başını önüne eğip, doğru yöne yürümüş
olmanın umursamazlığına kapılarak o doğru yönün içindeki yanlışları
görmezden gelen -yaşıyoruz işte- umarsızlığıyla yapacak birşey
olmadığının, olsa bile bunun kendine göre bir şey olmadığının
rahatlığıyla yürümeyen kimse var mıdır? var mıdır suruce? bul, onu da
alalım yanımıza, bizi yöneltsin.
hani
kar yağacaktı. örtecekti tüm çirkinlikleri, sonra onlar üzerinde yeşerecekti
yaşam. birbirimize alışacaktık yavaş yavaş, donuk mimiklerimize üfleyecektik,
önce istemsiz olan devimlerimiz yerini çalışkan devimlere bırakacaktı.
insanları gözlerimizle bedenlerinden sarmalayacaktık. haydi biraz daha yürüyelim
deyip bir yer bulacaktık kendimize, sonra... biraz zaman.