ÖNCE KAR YAĞMALIYDI
BENCE ÇOK ÖNEMLİYDİ!
 ömer gençer
 
 
 

yoksayım


sevgin için her şeye katlanmaya hazırım, hatta ayrılığa bile ama beni terk etmene asla! diye başlamıştı öykü. senin ellerinden tutup, uzak bir şehre doğru adımlarımızı birbirimize uydurma çabamız herşeyi bir kez daha açıklıyordu. seninle hiç bakışmamış olduğumuzu duyumsadığım anda sanki - daha sırası değil - diye düşünmüştüm...

henüz gün doğmamıştı. ikimizde yarımyamalak bir uykudan yeni uyanmıştık. birbirimizden biraz daha tatmin olabilmek için yeni bir ilişkiye girmiştik. böyle zamanlarda hep o aklıma gelirdi. gitmesi gereken bir yer olmadığı halde, gitmem gerek derdi. ben yatakta düşlerken, o hazırlanır, kahvaltısını yapar, bir iki saat sonra kapıyı çarparak örter ve iki üç hafta sonraki buluşmamıza kadar yok olur; sonra ben düşlerken, yüzünü yıkayıp gelmiş gibi tekrar yatardık. alkolik bir insan tavrı içinde yavaş kımıldanışları, uzağa seyreden bakışları ve coşkulu hüznüyle, sanki beni hiç bırakmayacakmış gibi bir izlenim yaratırdı. işte senden biraz daha uzak oluşum onu sende bulmak isteyişimden değil, seni ona benzetmek isteyişimdendi sanırım. bir kış gecesi yine aynı barda beraberdik; açılan kapıda yansıyan izdüşümünden onu gördüm. sokaklarda keyif süren şarapçıyla konuşuyordu, cüzdanını aradı, yüzündeki gülümsemenin üzerine kapandı kapı. kendi anlatımıyla edip cansever'in saygılı duyarlılığıydı bende aradığı "sende buldum" diyordu "ilk kez; ama ihanet eden yanını hep" ve dilinde geveliyordu birkaç dizesini. anımsadığımca; ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk, o nedensiz mutluluk olsa da olur olmasa da diyordu. onu her gördüğümde bir kavgayı izleyen toplulukta gibi duyumsardım kendimi, baktığı anda kaçıracaktım gözlerimi ama bu tedirginliğimi sezdiğinden midir bakmazdı hiç.

kendinden itirafları yaparken, tökezlediğin benden kuşkuya kapılıp, duraksadığın ama yılmadığın bir söylemin vardı. ağabeyinin seksen öncesi yaşadıklarını sen yaşamışçasına heyecanlanarak kendine pay çıkarmak isteyipte - ama bu haksızlık olur- bakışlarınla anlattığın ve her kezinde yitirmiş olduğun bir şeyleri farkına vararak, sonuçları üzerinde düşünmeden, düz mantıkla, avantür , akıcı bir amerikan senaryosu anlatımıyla anlatırdın ki her anlattığın olayda, sanki yaşanmamış bir ömrün izleri vardı. ama buna aldırıpta sana açıklama gereği duyacağım birşeyler olmamıştı hiç. ben kendime çekilip onun ibsen, shakespeare, weiss, brecht, aristophanes'ten ilgisini çeken tiratları ezberleyipte, charlie chaplin duyarlılığıyla amatör mimiklerini kullanarak bana minik oyunlar oynaması, benim tepkisizliğime bakarak bu da mı hoşuna gitmedi? edasıyla ilgisiz tartışmalarla benim dikkatimi çekmek istemesini, yüzüme yansıdığını fark etmediğim gülümsemelerle anımsardım. böyle anlarda senin biraz daha yakın, sevecen olduğunu duyumsardım. 



kısa aralıklarla biranı yudumlarken caddeden akıp giden yüzlere bir daha aynı anı yaşamayacağın endişesiyle herakleitos'un "aynı derede iki kez yıkanılmaz" deyişinin bilinciyle bakıyordun. usulca kalktım yanından, saat henüz iki olmamıştı. bulvara doğru yürüdüm. bütün yol "yeni" tasarlanmış giysileriyle polis doluydu. yine bir protokoldür diye düşünmeye fırsat kalmadan sürekli kımıldayan bir sürü insanın birbirine karıştığı bir yürüyüş gördüm. üstü başı kan içinde birkaç kişi yanımdan geçti. "o" dedim. ardıma baktım kimse görünmüyordu ortalarda. tekrar dönüp yanına oturdum. nereye gittiğimi sorduğunda 

-sigara almaya dedim,
paket boş ve sigaram yoktu 
-ama almayı unuttum. 

yine bana ilişkin birşeyler söyleyeceğini farkına varıp , hemen kalktım. bakkala girdim, yerde birkaç damla kanı temizliyordu. 

-o'nun kanı dedim 
-aktığı yerde hep aynı deseni oluşturur.
-birşey mi istemiştin dedi
-sigara...sigara alacağım
temizliği bırakıp tezgahın arkasına geçerken cebimden çıkardığım kağıt mendille yerden sildim kanı, tekrar katlayıp cebime koydum.
-iyi pataklamışlar dedi, müstahak onlara, uslanmadılar
-ne diye girdiler buraya
-kağıt mendille su aldılar

sigaramı alıp çıktım. buralarda olmalıydı. mendil üzerinde kan birşeyler anlatmak istercesine dalgalanıyordu. masaya döndüm. hesabı ödeyip kalkmıştın. yarım kalan biramı yudumladım. insanlar birbirlerine çarparak akıp gidiyorlardı. kalktım. 

apartman girişinden bana bakıyordu. gülümseyerek ilerledim. yüzünde beliren telaş yavaş yavaş kararsız bakışlara dönüşüyordu. duraksamadan ilerledim. ne zaman benden uzaklaşmak istese böyle bakardı. ben ilerledikçe uzaklaşıyordu. daha ötelere daha ötelere daha...


BİRGÜN YAKALAYACAĞIM SENİ,
ÖZKIYIMINA TANIK OLACAĞIM.


...

anahtarların hiçbiri uymuyordu kapının kilidine. zili çaldım, ses yoktu. bu ilişkinin tadı kaçtı dedim kendi kendime. ayak sesleri geldi. yanaştı. beni sakla dedi.

- sana dokunmak istiyorum
- bani sakla 
- kilidi değiştirmiş 

yandaki dairenin zilini çaldı. sabahlık giymiş bir kadın açtı.



- buyurun... bir şey mi istediniz.
- merhaba. kapıyı açamadım. eşim gelene kadar sizde bekleyebilir miyiz?
- tabii girin.
- yaralanmışsın.
- önemli değil
- al şu kolonya pamukla temizle 
- sağ olun
- bu devirde kimseye güvenilmiyor ama girip çıkarken sizleri görüyordum epeydir tanışmak için fırsat kolluyordum, bugün eşimde gecikti, o da olsaydı...
- eşim döndü sanırım, kapının açıldığını duydum. umarım başka sefere daha geniş zamanda görüşürüz, biz artık kalkalım dedim. 

seninle onu ne diye karşılaştırıp, tanıştıracaktım önemli de değildi bu andan sonra. zili çaldık. kapıyı açtın, girdik. "o" dedim.

- kim?
- o

ses çıkarmadan gülümsedim. seni en çok zor anlarda severdim. 

- kilidi değiştirmişsin.
- geçen gün anahtarlarımı kaybetmiştim dün kilidi değiştirdim.

donuk, bön bir ifadeyle dinliyordu. gitmem gerek deyip çıktı. yanımda bulunmuş olmasını biraz kaygılı, biraz tereddütlü ama dayanılmaz bir istekle istemiştim. bana bakışların hiç değişmemişti. ardından beklediğim soruları da sormadın.

akşam oluyordu. televizyondaki her filmde yüzlerce insan öldürülüyordu. özel kanalların birinde "reality show" tanımlamasıyla bir program başlamıştı. bir adam cinnet geçirerek ailesini öldürmüştü. bahsedildiğine göre adamın biri devlet desteğiyle, bankaları dolandırmış, yüzündeki alaysı gülümsemeyle "benim suçum yok" diyordu. şov havasında, kahvemin şekerini düşünerek ve sunucunun akıcı vurgularıyla izledim. kahve fincanını mutfağa bırakmak üzere çıkarken "o"nun adını duydum. bir evde arkadaşlarıyla sıkıştırılmışlar, polise karşı direnmişler ve -ölü ele geçirilmişler.- halk istiklal marşı söyleyip kahrolsun demiş. bir dernek başkanı "yargısız infaz" diyordu. evin içini gösteriyordu televizyon.

- "o"nun kanı dedim. aktığı yerde hep aynı deseni oluşturur.
- efendim? dedin

bana bakışların hiç değişmemişti. seni en çok zor anlarda severdim.

başa dön        ürün listesi       kütüphane

 

 

 

 

 

yanılsamalar

- haklısın dedi 
- aslında haklı olmak fazla ilgilendirmiyordu beni 

kapı yavaşça örtüldü. düşüncesizce bir noktaya bakarken telefon çaldı. bir süre yerimde öylece oturdum, telefon ısrarlıydı. ağır ağır yerimden doğruldum. ahizeyi elime aldığımda bir patlama sesi yankılandı sanki. kulağıma dayadım. hiç ses yoktu. bu devim beni sinirlendirmişti. ahizeyi telefonun yanına bıraktım. anahtarlarımı aradım. her zaman bıraktığım yerde değillerdi. dışarı çıktım. tekrar açtım içeri şöyle bir baktım. kimsin sen? demek geçti içimden. saksı orda mıydı? kapattım kapıyı. iki kere kilitledim. Birsenbir büfesinden, iki şişe ucuz şarap aldım. döndüğümde herşeyin yerinde olması rahatlattı. televizyonda bir çizgi film açtım ve sesini iyice kıstım. gürültü yapmamaya çalışıyordum. elimde oynadığım kalem dikkatimi çekti bir ara. beyazdı. üzerinde yazılı firma ismi aşınmış, geriye anlamsız desenler kalmıştı. bir süre üzerindeki yazıları çözmeye çalıştım. ince bir ses uluyordu. telefon. kapattım ardından çaldı.

- haklısın dedi 
- yalnızca fikir yürütmüştüm. şarap içmeye bekliyorum. 
- gelirim. 

kapattık. bir süre sonra kapı çaldı. açtım. mekanik bir ilişkiye girdik. sorular ve yanıtları...

- peki ya yakın tarih?
- herşey bize izletilen ve bildirilen gibi gelişmedi.
- ayrıntılar?
- özneler...
- benden hoşlanmıyor musun?
- seni sevmiyor değilim...
- neden birlikte değiliz?
- ayrı ayrıyız. telefondaki sen miydin?
- evet.
- neden konuşmadın?
- konuştum...

II

- yanılıyorsun
- yanılmış olmam mutluluğum dedim.

"benden başka kimse çekemez seni. senden başka kimse çekemez beni." son yazmış olduğum tümceleri silip yeniden yazmayı denedim. yorulmuştum. radyoda benzer tınılarla pop parçalar çalıyordu. yanına uzandım. belleğimde görüntün yıpranmıştı bırak ilişkiye girmeyi senle beraber olmak bile kendi içinde bir çekilmezlik taşıyordu ama umursamıyordum. Elimi bacaklarına götürdüm, seninle yatarken bu durum bana huzur veriyordu.bacakların vıcık vıcıktı, yılan derisi gibi soğuk ve yağlıydı. kim o? deccal. şimdiye kadar çok anlatılmıştı. bütün betimlemelere olduğu gibi uyuyordu. uyandırdım seni. " deccal burada, uzaklaşalım buradan" dedim. bu ev kuşkulandırmıştı her zaman beni. işte tüm olanlar çözülüyordu. yüzündeki yabanıl bakışlar önünde hazırlandık. 

- gideceğiniz bir yer yok 
- var
- yok
- yok!
- bundan böyle birlikte yaşayacağız. 
- neden biz?
- yalnız siz değil
- nasıl girdin buraya?
- ben hep buradaydım.

bu kadar ısrarlı bir konuğa karşı söylenecek bir şey yoktu. peki bundan sonra birlikte yaşamak mı? okurken, çalışırken, sevişirken hep o. sıkılmayacak mıydı bizden?..

gün doğdu. deccal'in yüzünde umursamaz bir bakış vardı. uyumamıştı. gözü seğiriyordu. peki deccal bu kadar içimizdeyken bu yaşama katlanılır mı? konuşmak olanaklı mıdır? ya düşünmek?.. tasalanma bu kadar, dedi. zamanla alışırsın. yüzümdeki alışık olunmayana, yabancıya karşı olan bakışlarım henüz olağan tavrını almamıştı. ayaküstü atıştırıp, çıktın. deccal ile salona geçtik. 

III

akşam oldu. elinde paketlerle girdin. bir kısmını mutfağa bırakıp kalan birkaç paketle salona daldın. deccal uyuyordu.

- ondan uzaklaşmalıyız.
- elindekiler ne öyle?..
- kitaplar
- fazla okumazdın?
- herşey bize izletilen ve bildirilen gibi gelişmedi, ayrıntılarsa yalnızca özneler...

deccal uyandı. bir süre camdan insanları izledi. oyalanacak ne kadar çok şey buldular dedi. eğlenceler, izlenceler, savaşlar, tapınmalar... gözleri beni görmüyor. karşılarına geçip şöyle bir haykırsam, ürkecekler, gülecekler sonra yok ettiklerini varsayıp çoğaltacaklar, üretecekler beni. hem ben bu kadar çok şeyi yüklenmişken, beni yok etme çabanızı anlayamıyorum...

IV

bütün gece okuduğun yapraklar dudaklarında kımıldadı. sabaha karşı gözlerin kızarmıştı. yılmadan kavramların peşinden koşturuyordun. önünde kalınca birkaç kitap, yerde birkaç sözlük açık duruyordu. sözlükten kafandaki kavramlara çözümlemeler yapıp, tekrar kalınca kitaba dalıyordun. kurgulandığın düşünceye - iyi ama...- sözcükleriyle başlayıp on onbeş dakika oyalanıyordun. arasıra soru soran gözlerle bana bakıp biraz düşündükten sonra yine bir başka kitabın aradığın yaprağını okuyordun. deccal uzanmış, kendine güvenin umursamaz bakışlarıyla kimi zaman tavanı, kimi zaman etrafını alaysı bir hava içinde izliyordu. olup bitenlerin nereye götüreceğinin merakıyla oturuyordum. bize zarar verebilir miydi? evin içine kadar girmişti. sinsi bir kaygı vardı içimde.





- yaşam boştur dedi. olabildiğince daraltın dünyanızı, herşey daha gözle görünür, kolay olur. yaşamı çözmeye çalışmayın, sizi boğar. tüketir. kendinize mutluluklar yaratın. fazla düşünmeyin, düşünce kendinize yaptığınız en büyük kötülüktür. sizi paradokslara götürür, paradokslardan çıkmazlara. mutsuz eder. tarih değişmez. kendi kurallarıyla oynar. üzerinde hesaplar yapılmaz. yok eder. yalnız kendinizi sevin. çünkü diğer insanlarda kendini sever. olayları akışına bırakın. hoş, bırakmasanız da onlar akar gider zaten. bilimin size yettiği kadarını kullanın. doğru olanlar olması gerekenlerdir. dahasına gerek yok.

gözlerini bana dikmiş, söylenenleri ilgiyle dinliyordun. seninle söyleştiğimiz anları anımsadım. mekanik, donuk bir söyleşi içinde olurduk hep. kitaplarına çevirdin yüzünü, başını ellerinin arasına alıp, gözlerini kapadın. 

V

öğle üzeri olduğumuz gibi uyandık. deccal'e ilişkin ilk tepkimle, şimdiki tepkisizliğim usuma geldi. gülümsedim. zamanla alışırsın demişti. zaman hemen geçmiş miydi? bir sigara yakıp, gerindin. deccal'in gece söylediklerini düşündüm. ne hoş dedim. yaşamı ne güzel özetledi. mutluluk yöntemleri üzerine yaşamın büyük tecrübesini kullanıyor. hani seninle konuşurken bulgular yapar, kimi zaman tarih, kimi zaman felsefe veya bilimsel savlar üzerine konuşurduk ya; deccal ne güzel sonuçlandırmıştı. "doğru olanlar olması gerekenlerdir." diye. olması gerekenlerse zaten olanlardı... deccal gülümsedi. yüzündeki alışılmamış mimikler birbirine girerken gözü seğiriyordu. pencereden sokağa baktım. sokakta devim başlamış, herkes bir yerlere koşuşturuyordu.

VI

yanıma yanaştın. sokağa bir süre bakıp sonra beni olumlamaz bir bakışla süzdün. 

- yanılıyorsun dedim.
- yanılmış olmam mutluluğum.

yorgun gözlerinde ilk defa karşılaştığım bir mutluluk saklıydı. onay almak üzere deccal'e yöneldim. 

d e c c a l n e r e d e ?..

başa dön        ürün listesi       kütüphane

 

 

 

ÖNCE KAR YAĞMALIYDI. BENCE ÇOK ÖNEMLİYDİ!..

                                                                                                             Etna

 

şunu yapacağım bunu yapacağım diye bir şey söylemeyeceğim. göreceksin, her an herşey yapabilirim.

göreceksin dedim de usuma geldi. bakışların dilini bilmemeni veya bunca yıldır karşılığını bulamamış olmanı yadırgamıyorum. belki de seni hep aldattıklarından çözemedin.

sapı kırılmış cam su kabına bıraktığın süs balığının adını hala koyamadım. adını koyamadığım daha birçok şey de var. sana sıralayacağım ama adı yok ki. nicel bir genelleme yada tanım içinde yer vermek istemiyorum. birgün tek tek dokunup, kırmadan yerli yerine koyacağız her şeyi. güneş yükselecek zevksiz binaların  arasından. hayır güneş yükselmeyecek, “biz” kendi etrafımızda dönerken, onun etrafında da dönerek yükseleceğiz. yıldızların yanından geçeceğiz. gün tutulacak, sancılı buruş buruş bir gözle izleyeceğiz olup biteni. bizim için tasarlanmış yaşamlara, kendimizden kattığımız yalnızlıklarımızı ve kaygılarımızı ufalayarak gömeceğiz.                                          

Geçmiş Zaman Gömütlüğü yazdıracağız, meşeden, hüzünlü oymaları, solgun çizgileri olan levhaya. sonra beyaz kefenler içinde, boyunca açılmış çukurlara özenle yerleştireceğiz. yağmurkaryağmur yağıp, biz güneşin etrafında dönerken, çiçekler açacak gömütlükte. birbirimize bakarken boş bakışlarımızı işleyeceğiz. yeni sevinçler, yeni kaygılara uydurulmuş bir yaşama ama kendini yeniden yaratmış bir yaşama doğru elele tutuşup ilerleyeceğiz.

suruce, işte o zaman insanların gözlerine sakınmadan  bakabileceksin, ellerine izin almadan dokunabileceksin, yüzlerindeki horlanmış güzelliği keşfedeceksin. Geçmiş Zaman Gömütlüğünden topladığın çiçekleri kulaklarının üstüne içhuzurla yerleştirirken, söylenecek sözcüklerden tümceler kurup, tümcelerden kendini yeniden yaratmış yaşama ilişkin ilkeler edineceksin.

suruce, bakışların diliyle anlatacağın yeni öykülerinde canlandırılarak, oyunlara dönüştürülmüş devimleri izlerken kendini yeniden yaratmış yaşama ilişkin kaygıları çoğaltacaksın.

ama unutma. elde ettiklerini sımsıkı tut.

ah suruce, kalabalık içinde ne kadar saydamdın. gövdenin belirgin aydınlık yüzünü dönerdin hep bana doğru. özkıyım sonrası göz kapaklarının  gülen dudakları andırması gibi tek çizgide anlatırdın geçmişte yaşadıklarını, gelecekte de yaşayacağını. belleğimde sana ait çağrışımlar dönenirken bile sen o yapay belirginliğinle diz çökerdin yaşama, saygılar sunardın. kırmızı elbisenin yere değmiş olmasından çekinmezdin bile.

ah suruce, bir insan yokluğu nasıl bu kadar varedebilir, kendinden bile kuşkuya kapılmadan? eski raflardan yeni yeni kaygılar türetebilir. suruce gideceğiz, hazırlan, adımlarınla belirlediğin ülkeye. ütopya değil diyeceksin. yalnızca derin bir soluk, ütopya değil haydi sende hazırlan. ütopya değilse derim bende neden bu kadar çokuz, tümevarıyoruz. önce sağaltmayacak mıyız kendimizi? yeni bir renk, yeni bir duruş, yeni bir söylem, yeni bir anlam vermeden mi kendimize;  çıkacağız yola? konuştukça duruyoruz. durdukça geriliyoruz, geriledikçe konuşuyoruz diyeceksin belki ama konuştukça üretiyoruz, ürettikçe varediyoruz, varettikçe konuşuyoruz diyeceğim bende.

karadan söz açmıştın. birbirimizin söylediklerini dinlemeden karadan konuşuyorduk. yeni bir kara parçasından mı konuşuyordun? hayır ben renk olmayan karadan konuşuyordum. böylesine kötü imgeler yüklenmiş, korkutucu, tükaka bir örtü değildi ki kara. daha iyimser bir çağrışımı olmalıydı. üzerine en sevdiğin çiçekleri mi ekecektin? hayır hayır karanın saltık kötünün habercisi olmuş olması bize dayatılan bir ahlaktı. özkıyımlara ayrılacak bir bölüm mü olmalıydı? anlaşamadık mı yoksa kara karadan mı konuşuyorduk.

kar yağıp, tüm çirkinlikleri örtecekti  sonra onlar üzerinde yeşerecekti yaşam. birbirimize alışacaktık. yavaş yavaş donuk mimiklerimize üfleyecektik. önce istemsiz olan devimlerimiz, yerini çalışkan devimlere bırakacaktı. insanları gözlerimizle bedenlerinden sarmalayacaktık. haydi biraz daha yürüyelim deyip, bir yer bulacaktık kendimize. sonra geceler gündüzler geceler mevsimler...

suruce, kırmızı ayakkabıların eskimiş, bakışlarında eskiyen masalar, küllükler ve avuçiçleri gibi. peki ya hani gelip yitmelerin. sana öngörülmemiş bir sevgi sunamam ama istersen beni de gözlerinin arasına sıkıştırabilirsin. yeter ki gözyaşların dökülürken bile döküldükleri yerdeki kımıldanışı bir yerlerde unutma. ve unutma ki ellerinde büyüyen çiçekler yaprak dökmesin. ağla suruce, ağla ki kar üzerine  dökülürken ıslaklığın derin çukurlar açsın. suruce, sessizlik deme bana, sessizliktir kötülüğün adı. benden söz etme de deme. çünkü neden söz etsem yine sana ilişkin birşeyler söylemiş oluyorum. bu duruşu sürdüremem. ya kendimi yada  insan oluşumu gömmeliyim kara. kar yağmalı. artık eskimiş kırmızı ayakkabılarının neden kırmızı olduğunu biliyorum. kar üzerinde açtığın derin çukurların içleri de kırmızı çünkü. çıkar ayakkabılarını, korumasız bedenini aldatma, ellerimden tut. kar yağsın.

ah suruce, birbirimize dokunurken bile çürüyor ellerimiz. önermelerimiz oluyor çokça. avunuyoruz, ısınıyoruz, ikna oluyoruz. ben bildiğim sözcükleri birbiri ardına sıralıyorum. sen tümceler oluşturuyorsun. gitarımı çalarken ellerimi rendeliyorum, yürürken ayaklarım eriyor, sevişirken bedenimi, bakarken yüzümü yitiriyorum. sana verdiğim sözlerin hiçbirini tutmayacağım. ne kadar paylaşsam seni kendim tükeniyorum.

ah suruce, yolda yürürken başını önüne eğip, doğru yöne yürümüş olmanın umursamazlığına kapılarak o doğru yönün içindeki yanlışları görmezden gelen -yaşıyoruz işte- umarsızlığıyla yapacak birşey  olmadığının, olsa bile bunun kendine göre bir şey olmadığının rahatlığıyla yürümeyen kimse var mıdır? var mıdır suruce? bul, onu da alalım yanımıza, bizi yöneltsin.

hani kar yağacaktı. örtecekti tüm çirkinlikleri, sonra onlar üzerinde yeşerecekti yaşam. birbirimize alışacaktık yavaş yavaş, donuk mimiklerimize üfleyecektik, önce istemsiz olan devimlerimiz yerini çalışkan devimlere bırakacaktı. insanları gözlerimizle bedenlerinden sarmalayacaktık. haydi biraz daha yürüyelim deyip bir yer bulacaktık kendimize, sonra... biraz zaman.

başa dön        ürün listesi       kütüphane