BİR GEZEGEN BATIK
Onlar hep beraber dans ederdi,
Işık kartonları altında,
Kahkaha kuşları altında,
O uzak kuyuda.
Biz etmezdik,
Biz yalnızdık,
Kederli ıslığının fırçasıyla resmini boyayan ressam gibi,
Sahipleri ölüp gitmiş bilge bastonlar gibi
İşte, buna benzer anlaşılmaz şeyler gibi.
Yeterdi bize çünkü ateşböcekleri
Yeterdi ay dilimi,
Rıhtımda,
Deniz yıldızlarından başka hiçbir şeyin kirletmediği
O uyumuş kumsalda dans ederdik biz.
Dudaklarımız iki ölü kaplumbağa,
Dikkatli öyle, öyle ağır,
Ve sessiz,
Kavrulan muzlardan bile.
Öpücüksüz
Ve sözsüz,
Ah, bilmiyorsun, bilemezsin hiç,
Batık bir gezegen gibi mağrurdu bizim sevimiz.
ÇAĞRI
Kırabilir isterse gümüş prangasını,
Kırabilir bu hasır bileklerim.
Parçalayarak göğün yaralı mukavvasını,
Yaratabilir sana kardan bir güneş,
Yaratabilir sönmüş bir yıldızın anısını..
İterek kokuşmuş sularını sürüngen denizlerin
Yerine bir okyanus gölgesi uzatabilir.
Delebilir duman edip dağların çeliğini,
Delebilir yazgının iki kat perdesini.
Sonra oturup biraz acılarımızdan konuşuruz..
Konuşuruz seninle kum fırtınalarından,
Yalnızlığından, güneş doğmadan önce saat kulelerinin,
Tozlanmış eski ayakkabı kutularından.
Sanmam ki, günün birinde bu kadar genç ölüp gideyim,
Sanmam ki turuncu bir tren gibi yavaşlasın erincim,
Ortasından ikiye bölünen bir köprüye benzesin.
Gel, kan kardeşi olsun artık, yüreğinin ayrık otlarıyla lalelerim
ÇİVİ GİBİ BİR RÜZGAR
Bakır bir cezvede kahve yapmıştın bana,
Her zamanki gibi, hayalet kuşlar uçuşuyordu semalarında ruhumun,
Kaykılmış, alnımı ovuşturuyordum sıkıntıyla.
Yazmayı bekliyordum, hayatımı kurtaracak bir şiir..
İyiydin sen, halden anlar genç bir ece gibi
Çocuklar topaçlarını çeviriyordu çamurlu caddelerde;
Duyuyordum cızırtısını, buz gibi sulara batmak üzere olan güneşin
Duyuyordum, yelkenlerinde keten kelebeklerle geçip giden jilet gibi gemilerin
hışımla yarıp geçtiği suların ıslığını.
Kabusların, porselen yanaklı çocukların sesini.
Tapınırken kuşlarıyla orman, az bilinen bir tanrıya.
Dost !.. Bir gün çökerse karanlık bir çadır gibi,
Kapkara, kıl bir panayır çadırı gibi hayat üzerime;
Gene geleceğim aydınlık konağına senin.
Bir kahve yap bana diyeceğim, teklifsiz, demeden bir merhaba bile,
Bir nasılsın bile demeden, şöyle bir dokunarak , bir zamanlar sevgiyle dokunduğum ruhuna, sevgiyle ve acıyla.
Belki bir şarkı söyleyeceksin avutmak için umarsız kalbimi;
Belki bir öpücük, belki bir bardak buz gibi su uzatacaksın bana;
Belki anlatacaksın tuhaf bir şeyler..
Saplanırken.. saplanırken şimdi omuzlarıma, paslanmış bir çivi gibi bu rüzgar.
İNANMAYACAK BANA HİÇ KİMSE..
Kırmızı bir yıldız gördüm dün
Balkonda oturmuş rakı içiyordum erikle
Mavi bir uçak gibiydi nedense ay.
Gördüm ve el salladım hemen yıldıza
Sonra hiçbir şey olmamış gibi koca bir yudum aldım rakımdan
Bol tuzlu kocaman bir erik attım ağzıma.
Geceyi bir lastik top gibi sektiren imgelem
Ruhumu tutup elinden götürdü uzaklara
Tek kollu ahtapota, bambu ağacından bir sala
Soluk soluğa kaldığımı ansıyorum şimdi yalnız.
"Geceyi yöneten yasaları nerden bilelim", demişti
ihtiyar bir şair,
ve öyle zor bir soru ki bu, bağlıyor elimi kolumu.
İnanmıyorsun sen şimdi gördüğüme,
Dün gece içerken erikle rakıyı kırmızı bir yıldız,
Biliyorum, inanmayacak hiç kimse de..
KALE
Tırman yukarı, tırman ahşap kaburgalarımdan.
Ölü kelebeklerden bir şal olsun omuzlarında.
Ne olur, orada bir yangın çıkar gözyaşlarımdan,
bir avuç kanlı pirinç gibi serp umudumu, serp yalnızlığın unutulmuş kuyusuna.
Tırmanıp yukarı, uçsuz bucaksız uçurumlardan,
maskeli bir köpek gibi yitip gitsin karanlığım,
yitip gitsin avuçlarının donmuş sokaklarında,
bunak bir ressamın yanlışlıkla paletine kondurduğu,
ceninsi bir figür gibi kalmasın ama, ayakizlerinin ortasında.
Kalmasın, ne olur, ıslak kumları gibi plajdaki bir kalenin,
güzel bir çocuğun tek bir fiskeyle bozup, bir daha asla geri dönmeyeceği.
KUMSALDA
İmge ormanları demişti Baudelaire,
İmgesiz düşünemez miyiz,
Sevemez miyiz ki, sözcükler seni almış kendi
ormanlarına.
m.c.anday
Kumlar tenime yapışıp duruyor.
Annabel Lee, teneke bir yaz ikindisinde çalıp duran sağır edici edici trampet,
Öykünüyordum kusursuz ayaklarına senin.
Tanrısızdım evet, biraz da başım dönüyordu.
Nerrandsula, muhteşem yosma, öyle sık ansıyordum ki seni.
Hep o yabani otları yiyorduk haşlayıp haşlayıp,
Daha iyi bir şey yoktu ki..
Bir mızrak gibi başımın üstünde vınlayan martılar,
Bana hiç söylemedikleri bir şeyler biliyordu.
Ah Aglee, öyle çok tekrarlıyordum ki ellerini,
O kızıl kumruyu bile bu kadar değil,
Yanan kordelaları bile bu kadar değil.
Ve Daisy, sevimli Daisy, avcumda taklalar atıp duran çıldırmış arı,
Öyle çok beğeniyordum ki seni,
Fındık yapraklarının yabani özsuyu gibi.
Gömdüktü o gün, gömdüktü değil mi söyle, kıyıdaki bronz iskeletleri..
SERAMONİ
Sorduğun bir soruyu alıp saygıyla koyuyorum vazoya,
bir ihtiyacı var mı diye soruyorum her gün,
her gün ;ama her gün yağmur sularıyla boyuyorum onu,
sonra bir dağ çıkartıp cebimden, tırmanıyorum yorgun argın.
Böyle böyle eriyor, bakışlarındaki kusursuz kaldırım,
Uyandırırken ay, o hasır sepetlerdeki horoz şekerlerini,
ancak unutabiliyorum, birer imge olarak, süte bulanmış dudaklarını.
Duyuyorum, birini tekmeliyor sabrı tükenen şair, bir muz ağacı büyüyor teninin adalarında.
Olabilir, bana kalmamış direnmek, etinin yanardağlarına,
bir ahtapotla tanışmak, bilinen nezaket kuralları uyarınca,
İlkbaharın şarabı sızarken ağzının çatlaklarından, bir olasılık olarak.
Ama kim izah edebilir ki bize yarını ?
Kurumuş kum mu, yoksa meyve şekeri gibi boyar mı ellerimizi,
bir tabu gibi kolay kapanır mı kristal kapağı ?
Yanlışlıkla kendini sokan şaşkın bir yılan gibi can çekişiyorum şimdi.