|
BALKONDA
Saat neredeyse sabahın üçü. 7. kattaki bir dairenin karanlık, uzun mu
uzun balkonu. Masada yeni açılmış iki bira şişesi, henüz boşaltılmış
yorgun küllük, boş ve dolu sigara paketleri, iki üzgün cep telefonu.
Parmak kaldıran gövdeme inatla söz vermiyorum. Biliyorum, sert bir
üslupla, deli gibi uykusu geldiğini söyleyecek. Okur-yazar herkesin
bildiği üzere uyku küçük ölümdür (ya da benim çoğu kez beceremediğim,
irkiltici düşlerle süslenmiş bir ölüm provası) ve ben şu anda doyasıya
yaşamak, başta sıkıcı yazgım olmak üzere bir şeyleri değiştirebilmek
istiyorum. Ya da ‘ben’ olarak tasavvur ettiğim rahatsız bilinç, mutlaka
ve acilen halletmesi gereken bir işi varmış gibi davranıyor. Davransın,
nasılsa erken kalkmam gerekmiyor. Hatta istersem gün boyu yatakta
pinekleyebilirim. Bana kalkmamı emredecek ya da bunun için ısrar edecek
hiç kimse(m) yok.
Az önce karşımda biri oturuyordu (Şu anda, benden nazikçe izin isteyip
gittiği tuvalette). Hava karardıktan sonra geldiği ve bu evde prensip
olarak balkon lambası yakılmadığı için yüzünü tam olarak seçemedim.
Varsın seçemeyeyim, ne de olsa bir gizem tutkunuyum. Geldiğinden bu yana
neredeyse hiç susmadığına göre konuşkan, arkadaş canlısı biri olduğu
söylenebilir. Çoktan yatmaya gitmiş ortak bir dostumuz olan ev sahibi
tarafından yedi saat kadar önce hevesle ve muhtemelen sinir bozucu bir
takım beklentilerle tanıştırıldıksa da adını şu anda anımsayamıyorum.
Nedense hiçbir zaman benimseyemediğim kendi adımı da unutmak, hiç olmazsa
birkaç saniyeliğine olsun hatırlamamak için yoğun bir zihinsel çaba
harcıyorum. Her zaman olduğu gibi şu anda da bir işe yaramıyor. Sanırım
bunun, temiz kalpli bir çocuğun belki de uçabilirim umuduyla bir kayanın
tepesine çıkıp kollarını çırpmasından ya da metal bir kaşığın sapını sert
bakışlarla bükmeye çalışmasından bir farkı yok (Gerçi denediyseniz
bilirsiniz, bu umut, biraz da gerçekten uçma ya da kaşığı bükme
endişesiyle karışıktır). Peki, bir sigara daha yakalım o zaman. Bugün en
iyi olasılıkla iki paket içmişimdir. Gerçi yemek sonrası yaktıklarım
hariç, yarısına gelince söndürmek zorunda kalıyorum epeydir. Boğucu bir
öksürük krizi, sadık biçimde onu izleyen kısa ömürlü mide bulantısı devam
etmeme izin vermiyor. Vermesin, ben de birazdan bir yenisini yakarım. Adı
Burcu muydu neydi, gerçi hiçbir önemi yok. Büyük ihtimalle bir daha
görmem, kendisine seslenmem de gerekmez sanırım. O bana sohbet sırasında
sık sık adımla sesleniyor nedense (bundan hem hoşlanıyor; hem de biraz
tedirgin oluyorum doğrusu. Adımın her ünlenişi bir küfür, bir suçlama
sanki). Az önce, hiç utanıp sıkılmadan bir kadınla en son ne zaman
yattığımı sordu (Cevap vermedim, gülümsemekle yetindim doğallıkla).
Dikkat ettiniz mi bilmem, kadınlar cinsellik konusunda erkeklere oranla
çok daha teklifsizce konuşup davranabiliyor. Son bir ay içinde bana bu
soruyu soran ikinci kadın. Aynı soruyu yeni tanıştığım bir kadına ben
sorsam, büyük olasılıkla, bunu bir sarkıntılık, çok erken sunulmuş bir
yatma teklifi olarak alır. Biz erkeklerin bu kadar kolay alınma ya da
yanlış anlama lüksümüz yok. Olmasın, zaten bir kadına bu soruyu soracak
kadar alık biri değilim. Belki de en doğrusu kadınlara hiçbir şey
sormamak. Niyet ya da kastınızı yanlış anlama konusunda Tanrı tarafından
özel, sınırsız bir yetenekle donatılmışlar.
O da ben de altıncı biralarımızı yudumluyor olmalıyız (Başlangıçta
yarımşar kadeh de ekşimiş kırmızı şarap içmiştik). Bu aşamadan sonra hâlâ
ayık olduğumu savlayacak kadar şişkin egolu biri değilimdir genellikle.
Ama izninizle, bu kez sarhoş, hatta çakırkeyif bile olmadığımı ileri
süreceğim. Ne de olsa siz yabancı sayılmazsınız. En azından, bu
yazdıklarımı okuyup bitirmenizden sonra iyi-kötü arkadaş sayılabiliriz.
Yalnız, ayaküstü sadece üç-beş dakika boyunca sohbet ettiğim kimseleri
arkadaş olarak bellediğimi de düşünmeyin hemen. Sizin de fark etmiş
olacağınız gibi, bu özel bir sohbet ya da monolog. En azından, sona
erdiğinde benim nasıl biri olduğum hakkında bir fikriniz olacağını
umuyorum iyimserlikle. Tamam, başlangıçta böyle bir niyet taşımadığımı,
sadece uzun bir aradan sonra, bu boş, sıkıcı cumartesi gününe biraz olsun
anlam katabilmek için, doğru-dürüst bir yazın dergisinde yayınlanmaya
değer, güçlü bir kısa öykü yazmaya çalıştığımı kabul ediyorum. Ama
isterseniz, bundan sonraki satırlarda size kendim hakkında birkaç temel
ipucu verebilirim hiç çekinmeden (Öykünün, birdenbire size doğrudan
seslenmeye karar verdiğim bu aşamasında haklı olarak gerilmeye
başladığınızı sezer gibiyim; ne de olsa buna pek alışkın değilsiniz).
Hatta hemen başlayalım bence: Adımı söylememe gerek yok. Herhalde öyküyü
okumaya başlamadan önce otomatik olarak yazarının adına bakmışsınızdır
(Adımı, yayınlanmış şiir, öykü ya da aforizmalarım dolayısıyla daha önce
işitip işitmediğinizi, işitmişseniz hakkımda nasıl bir yargıya sahip
olduğunuzu bilemiyorum ne yazık ki). Belki de yaşımı merak ediyorsunuz.
Pekâlâ, bu konuda size Cahit Sıtkı Tarancı’nın Dante’li, musalla taşlı o
meşhur şiirini hatırlatmam yeter. Genellikle konuşkan, girişken biri
değilim. Zengin ya da özgüven sahibi biri değilim. Karım, sevgilim ya da
çok fazla arkadaşım yok. Hafta sonlarını, evde oturup roman ya da şiir
dergileri okumakla, internetle, nadiren de olsa tembellik ve sınırlı
yeteneklerim yüzünden çoğu kez sonunu getiremediğim berbat şiirler
karalamakla geçiririm (Bence bu kadarı yeterli, biraz utandım, gerisini
hayal gücünüze ve bundan sonra yazacaklarımdan edineceğiniz izlenime
bırakıyorum. Hem zaten beni daha fazla tanımak için geçerli bir sebebiniz
de yok bence. Çağımızın hastalığı bu işte: Acımasız ve amaçsız bir
biçimde, üstelik birkaç dakika sonra sonsuza dek unutuvermek üzere,
özellikle insanlar hakkında her türlü ayrıntıya çabucak, zahmetsizce
ulaşma eğilimi. Ne kadar çok şey bilirsek o kadar tam ve güvende
olacağımızı sanıyoruz. Şimdilik, huzurun bilmek ve kavramakta değil, bir
sistematikten yoksun malumat kırıntılarıyla kirlenmemiş bakir bir zihin
ya da belleğin tadını çıkarmakta olduğunu anlamaktan çok uzağız. Bkz:
‘‘Rahatı Kaçan Ağaç’’ – Sevgili MCA).
Peki, iyisi mi yayınlanıp yayınlanmayacağı henüz belli olmayan tuhaf
öykümüze geri dönelim. Hem kendimi; hem de yeni tanıştığım siz masum!
okur arkadaşlarımı daha fazla tedirgin etmek istemem. Dediğim gibi,
karanlık, uzun mu uzun bir balkonda, konuşkan ve gizemli (hiç olmazsa
fiziksel yönden), henüz genç sayılabilecek hoş bir kadınla karşılıklı
oturmuş, birbirimizle yarışırcasına soğuk bira ve sigara içiyoruz
saatlerdir. Ben artık yanmaya başlamış gözlerimi açık tutmakta oldukça
zorlanıyorum. Esrarengiz partnerimse, içmeye yeni başlamış gibi diri ve
hevesli (Geceleri uyanık geçiriyor olmalı mutlaka). Tam olarak
seçemediğim yüzü, güzel fakat kederli görünüyor. Sahibinin, temel ve
telafisi olanaksız bir hayal kırıklığına uğradığını fısıldayan bir yüz
sanki. Galiba uzun, siyah saçlar, iri, davetkâr bir ağız. Kimsenin itiraz
edemeyeceği keskin hatlara sahip bir burun, dolgun, boyanmamış dudaklar,
hafif aralık dişler, galiba.
Saatlerdir tutku ve heyecanla bana anlattıklarını doğru dürüst takip
edebildiğimi söyleyemem. Zaten bana kalırsa, yalnızca beyinsiz kimseler
karşılarındaki kişinin anlattıklarını baştan sona azalmayan bir dikkatle
takip edebilir. Bunlar, tıpkı boş bir teyp bandı gibi yakınlarında
üretilen sesleri sadakat ve alçakgönüllülükle zavallı zihinlerine
kazırlar. Sizi bilmem ama ben, birileri bana uzun uzun bir şeyler
anlatırken, bir süre sonra mutlaka yorgun düşüp, bazen de sıkılıp
izlemekten vazgeçer, aklımdan bambaşka, tamamen kişisel şeyler geçirmeye
başlarım. Gün boyu, kendi imgelem ve düşünce akışımdan asla tam olarak
kopamam. Doğrusu bunun ayıp ya da yanlış olduğunu da düşünmüyorum.
Sanıldığının aksine, konuşmanın birincil amacı, duygu ve fikir akışımızın
taşıdıklarının tamamını karşımızdaki kişiye iletmek değildir.
Söylediklerimizin yarısı doğru olarak algılanıyorsa bu çoğumuz için
yeterlidir. Üstelik, yaşam bize insanlardan bundan daha fazlasını
beklememek gerektiğini acımasızca öğretmiştir. Kaldı ki, aksi yönde bir
beklenti, düpedüz kabalık, düşüncesizlik olacağı gibi, aklı başında, ince
fikirli bir kimse uzun uzun konuşup dinleyicilerine işkence etmekten
özenle kaçınır.
Demek ki, adını anımsayamadığım sevgili balkon arkadaşım o kadar da ince
fikirli biri sayılmazdı. Yine de onun varlığından, hâlâ, uykusu geldiğini
söyleyip odasına çekilmektense, karşımda oturup benimkine eş hastalıklı
bir inat ve iştahla hiç durmadan soğuk bira ve sigara içmesinden, kırk
yıllık dostuymuşum gibi bana en kişisel anı ve düşüncelerinden söz
etmesinden belirgin bir haz duyuyordum. Ama yazık ki, muhtemelen bizi baş
başa bırakmak için çoktan yatmaya gitmiş işgüzar ev sahibimizin
öngördüğünün aksine, balkon arkadaşımla iyi bir çift olmamız imkânsızdı
bana kalırsa. Buna kesin olarak hükmeder etmez, ‘’son birer sigara içip
yatalım istersen,’’ dedim. ‘’Bir kadınla yatmayalı çok uzun zaman oldu.’’
|
|
|