geri dön




 

█  korkut kabapalamut 




BALKONDA



Saat neredeyse sabahın üçü. 7. kattaki bir dairenin karanlık, uzun mu uzun balkonu. Masada yeni açılmış iki bira şişesi, henüz boşaltılmış yorgun küllük, boş ve dolu sigara paketleri, iki üzgün cep telefonu. Parmak kaldıran gövdeme inatla söz vermiyorum. Biliyorum, sert bir üslupla, deli gibi uykusu geldiğini söyleyecek. Okur-yazar herkesin bildiği üzere uyku küçük ölümdür (ya da benim çoğu kez beceremediğim, irkiltici düşlerle süslenmiş bir ölüm provası) ve ben şu anda doyasıya yaşamak, başta sıkıcı yazgım olmak üzere bir şeyleri değiştirebilmek istiyorum. Ya da ‘ben’ olarak tasavvur ettiğim rahatsız bilinç, mutlaka ve acilen halletmesi gereken bir işi varmış gibi davranıyor. Davransın, nasılsa erken kalkmam gerekmiyor. Hatta istersem gün boyu yatakta pinekleyebilirim. Bana kalkmamı emredecek ya da bunun için ısrar edecek hiç kimse(m) yok.

Az önce karşımda biri oturuyordu (Şu anda, benden nazikçe izin isteyip gittiği tuvalette). Hava karardıktan sonra geldiği ve bu evde prensip olarak balkon lambası yakılmadığı için yüzünü tam olarak seçemedim. Varsın seçemeyeyim, ne de olsa bir gizem tutkunuyum. Geldiğinden bu yana neredeyse hiç susmadığına göre konuşkan, arkadaş canlısı biri olduğu söylenebilir. Çoktan yatmaya gitmiş ortak bir dostumuz olan ev sahibi tarafından yedi saat kadar önce hevesle ve muhtemelen sinir bozucu bir takım beklentilerle tanıştırıldıksa da adını şu anda anımsayamıyorum. Nedense hiçbir zaman benimseyemediğim kendi adımı da unutmak, hiç olmazsa birkaç saniyeliğine olsun hatırlamamak için yoğun bir zihinsel çaba harcıyorum. Her zaman olduğu gibi şu anda da bir işe yaramıyor. Sanırım bunun, temiz kalpli bir çocuğun belki de uçabilirim umuduyla bir kayanın tepesine çıkıp kollarını çırpmasından ya da metal bir kaşığın sapını sert bakışlarla bükmeye çalışmasından bir farkı yok (Gerçi denediyseniz bilirsiniz, bu umut, biraz da gerçekten uçma ya da kaşığı bükme endişesiyle karışıktır). Peki, bir sigara daha yakalım o zaman. Bugün en iyi olasılıkla iki paket içmişimdir. Gerçi yemek sonrası yaktıklarım hariç, yarısına gelince söndürmek zorunda kalıyorum epeydir. Boğucu bir öksürük krizi, sadık biçimde onu izleyen kısa ömürlü mide bulantısı devam etmeme izin vermiyor. Vermesin, ben de birazdan bir yenisini yakarım. Adı Burcu muydu neydi, gerçi hiçbir önemi yok. Büyük ihtimalle bir daha görmem, kendisine seslenmem de gerekmez sanırım. O bana sohbet sırasında sık sık adımla sesleniyor nedense (bundan hem hoşlanıyor; hem de biraz tedirgin oluyorum doğrusu. Adımın her ünlenişi bir küfür, bir suçlama sanki). Az önce, hiç utanıp sıkılmadan bir kadınla en son ne zaman yattığımı sordu (Cevap vermedim, gülümsemekle yetindim doğallıkla). Dikkat ettiniz mi bilmem, kadınlar cinsellik konusunda erkeklere oranla çok daha teklifsizce konuşup davranabiliyor. Son bir ay içinde bana bu soruyu soran ikinci kadın. Aynı soruyu yeni tanıştığım bir kadına ben sorsam, büyük olasılıkla, bunu bir sarkıntılık, çok erken sunulmuş bir yatma teklifi olarak alır. Biz erkeklerin bu kadar kolay alınma ya da yanlış anlama lüksümüz yok. Olmasın, zaten bir kadına bu soruyu soracak kadar alık biri değilim. Belki de en doğrusu kadınlara hiçbir şey sormamak. Niyet ya da kastınızı yanlış anlama konusunda Tanrı tarafından özel, sınırsız bir yetenekle donatılmışlar.

O da ben de altıncı biralarımızı yudumluyor olmalıyız (Başlangıçta yarımşar kadeh de ekşimiş kırmızı şarap içmiştik). Bu aşamadan sonra hâlâ ayık olduğumu savlayacak kadar şişkin egolu biri değilimdir genellikle. Ama izninizle, bu kez sarhoş, hatta çakırkeyif bile olmadığımı ileri süreceğim. Ne de olsa siz yabancı sayılmazsınız. En azından, bu yazdıklarımı okuyup bitirmenizden sonra iyi-kötü arkadaş sayılabiliriz. Yalnız, ayaküstü sadece üç-beş dakika boyunca sohbet ettiğim kimseleri arkadaş olarak bellediğimi de düşünmeyin hemen. Sizin de fark etmiş olacağınız gibi, bu özel bir sohbet ya da monolog. En azından, sona erdiğinde benim nasıl biri olduğum hakkında bir fikriniz olacağını umuyorum iyimserlikle. Tamam, başlangıçta böyle bir niyet taşımadığımı, sadece uzun bir aradan sonra, bu boş, sıkıcı cumartesi gününe biraz olsun anlam katabilmek için, doğru-dürüst bir yazın dergisinde yayınlanmaya değer, güçlü bir kısa öykü yazmaya çalıştığımı kabul ediyorum. Ama isterseniz, bundan sonraki satırlarda size kendim hakkında birkaç temel ipucu verebilirim hiç çekinmeden (Öykünün, birdenbire size doğrudan seslenmeye karar verdiğim bu aşamasında haklı olarak gerilmeye başladığınızı sezer gibiyim; ne de olsa buna pek alışkın değilsiniz). Hatta hemen başlayalım bence: Adımı söylememe gerek yok. Herhalde öyküyü okumaya başlamadan önce otomatik olarak yazarının adına bakmışsınızdır (Adımı, yayınlanmış şiir, öykü ya da aforizmalarım dolayısıyla daha önce işitip işitmediğinizi, işitmişseniz hakkımda nasıl bir yargıya sahip olduğunuzu bilemiyorum ne yazık ki). Belki de yaşımı merak ediyorsunuz. Pekâlâ, bu konuda size Cahit Sıtkı Tarancı’nın Dante’li, musalla taşlı o meşhur şiirini hatırlatmam yeter. Genellikle konuşkan, girişken biri değilim. Zengin ya da özgüven sahibi biri değilim. Karım, sevgilim ya da çok fazla arkadaşım yok. Hafta sonlarını, evde oturup roman ya da şiir dergileri okumakla, internetle, nadiren de olsa tembellik ve sınırlı yeteneklerim yüzünden çoğu kez sonunu getiremediğim berbat şiirler karalamakla geçiririm (Bence bu kadarı yeterli, biraz utandım, gerisini hayal gücünüze ve bundan sonra yazacaklarımdan edineceğiniz izlenime bırakıyorum. Hem zaten beni daha fazla tanımak için geçerli bir sebebiniz de yok bence. Çağımızın hastalığı bu işte: Acımasız ve amaçsız bir biçimde, üstelik birkaç dakika sonra sonsuza dek unutuvermek üzere, özellikle insanlar hakkında her türlü ayrıntıya çabucak, zahmetsizce ulaşma eğilimi. Ne kadar çok şey bilirsek o kadar tam ve güvende olacağımızı sanıyoruz. Şimdilik, huzurun bilmek ve kavramakta değil, bir sistematikten yoksun malumat kırıntılarıyla kirlenmemiş bakir bir zihin ya da belleğin tadını çıkarmakta olduğunu anlamaktan çok uzağız. Bkz: ‘‘Rahatı Kaçan Ağaç’’ – Sevgili MCA).

Peki, iyisi mi yayınlanıp yayınlanmayacağı henüz belli olmayan tuhaf öykümüze geri dönelim. Hem kendimi; hem de yeni tanıştığım siz masum! okur arkadaşlarımı daha fazla tedirgin etmek istemem. Dediğim gibi, karanlık, uzun mu uzun bir balkonda, konuşkan ve gizemli (hiç olmazsa fiziksel yönden), henüz genç sayılabilecek hoş bir kadınla karşılıklı oturmuş, birbirimizle yarışırcasına soğuk bira ve sigara içiyoruz saatlerdir. Ben artık yanmaya başlamış gözlerimi açık tutmakta oldukça zorlanıyorum. Esrarengiz partnerimse, içmeye yeni başlamış gibi diri ve hevesli (Geceleri uyanık geçiriyor olmalı mutlaka). Tam olarak seçemediğim yüzü, güzel fakat kederli görünüyor. Sahibinin, temel ve telafisi olanaksız bir hayal kırıklığına uğradığını fısıldayan bir yüz sanki. Galiba uzun, siyah saçlar, iri, davetkâr bir ağız. Kimsenin itiraz edemeyeceği keskin hatlara sahip bir burun, dolgun, boyanmamış dudaklar, hafif aralık dişler, galiba.

Saatlerdir tutku ve heyecanla bana anlattıklarını doğru dürüst takip edebildiğimi söyleyemem. Zaten bana kalırsa, yalnızca beyinsiz kimseler karşılarındaki kişinin anlattıklarını baştan sona azalmayan bir dikkatle takip edebilir. Bunlar, tıpkı boş bir teyp bandı gibi yakınlarında üretilen sesleri sadakat ve alçakgönüllülükle zavallı zihinlerine kazırlar. Sizi bilmem ama ben, birileri bana uzun uzun bir şeyler anlatırken, bir süre sonra mutlaka yorgun düşüp, bazen de sıkılıp izlemekten vazgeçer, aklımdan bambaşka, tamamen kişisel şeyler geçirmeye başlarım. Gün boyu, kendi imgelem ve düşünce akışımdan asla tam olarak kopamam. Doğrusu bunun ayıp ya da yanlış olduğunu da düşünmüyorum. Sanıldığının aksine, konuşmanın birincil amacı, duygu ve fikir akışımızın taşıdıklarının tamamını karşımızdaki kişiye iletmek değildir. Söylediklerimizin yarısı doğru olarak algılanıyorsa bu çoğumuz için yeterlidir. Üstelik, yaşam bize insanlardan bundan daha fazlasını beklememek gerektiğini acımasızca öğretmiştir. Kaldı ki, aksi yönde bir beklenti, düpedüz kabalık, düşüncesizlik olacağı gibi, aklı başında, ince fikirli bir kimse uzun uzun konuşup dinleyicilerine işkence etmekten özenle kaçınır.

Demek ki, adını anımsayamadığım sevgili balkon arkadaşım o kadar da ince fikirli biri sayılmazdı. Yine de onun varlığından, hâlâ, uykusu geldiğini söyleyip odasına çekilmektense, karşımda oturup benimkine eş hastalıklı bir inat ve iştahla hiç durmadan soğuk bira ve sigara içmesinden, kırk yıllık dostuymuşum gibi bana en kişisel anı ve düşüncelerinden söz etmesinden belirgin bir haz duyuyordum. Ama yazık ki, muhtemelen bizi baş başa bırakmak için çoktan yatmaya gitmiş işgüzar ev sahibimizin öngördüğünün aksine, balkon arkadaşımla iyi bir çift olmamız imkânsızdı bana kalırsa. Buna kesin olarak hükmeder etmez, ‘’son birer sigara içip yatalım istersen,’’ dedim. ‘’Bir kadınla yatmayalı çok uzun zaman oldu.’’





kabapal@yahoo.com 

 
 

  geri dön

başa dön

 

© 2009