geri dön




 

█  meral kaya 



UTANGAÇ BİR MEVSİM





"Herkes bir biçimde açıklarken kendini hayata; düş notunu, kaybolup gidecek zamana. Küflere bezenmiş kelimelerini çıkar as güneşe." dedi.


Cesaret en çok savaş alanında kan kaybeden cümlelerden sızana benzer. Duyu en çok o alanlarda katledilir. İfadesiz kalırsam, kanamalı bir yarayla çürüyecek varlığı. Bağıra çağıra söylesem ulaşacak mı acaba sana? Cesur muydum, senli topladıklarımı doğru dökebilecek miydim, bilemedim. Bilseydim bir değeri olacak mıydı? Yahut değer sıralamasında bu kaçıncıydı? Soru işaretli çengellerde boğdurmadan, dökülüşe başladı seni parmak uçlarımdan can çekişen kelimeler. Sanırım en çok kendime dönmeliydim yazarken. Döndüm

                                                                 ve
                                                                           düş
                                                                                       tüm.


Kalbim biriktirdiği acılar nedenli kaç kez açılıp çıkarıldı yerinden. Kaç kez kadavraya çevirdiler bedenimi. Kırılgan ve korkunç bir eskinin birikintisiyim aslında, sen bilmiyorsun. Sen bilmiyorsun ‘’Hayatımın sana rast geleceğini bilseydim eğer’’ diye başlayan cümleler kurduğumu. Utangaç bir mevsim etkisi gibisin. Sana dokunmaya çekinen ellerim hayatın en korkak tarafı şimdilerde. Oysa kendimi uzun uyumaklarda buluyorum gözlerimi sana kapadığım her vakit. Aşk, galiba biraz da bembeyaz uykulara dalabilme arzusu. Sen haddini aşmış bir iyilikte öylece dururken karşımda, fikrim sorgulardan geçiriyor beni. Kokuşmuş bir nefesle soruyorum kendime. Adın ne? Bedenine dokunmak neye benziyor? Kolların sardığında küçülebiliyor mu içinde insan? Sesine ilişmiş bir göçebe var mı mesela? Dudağına biriktirdiğin pasın tadı nasıl? Kafes aranda çırpınan kuşun yüzüme çarpmalarında ne duyumsarım? Sordukça daha da uzağına düşüyorum. Düştükçe kanıyorum. Kanadıkça bağırıyorum.


Çıplak ayaklarımla gezinmek arzusu gibi hayatından kendime çaldığım paydalar. ‘’Can kırığı’’ demiştim ya hani, ‘can kırıklıkların’ batıyor, acıtıyor. Aşkın mayasında hüzün var galiba, hani derinlerde bir köke sıkı sıkıya bağlıyken ve sen sapasağlam sanırken, aslında hayatla tek bir bağı dahi yok, öylece salınıyor boşluklarda.


Bence, hayatla kendi arama diktiğim büyük duvar yarıklarından tanrı, ceza misali gönderdi seni bana. Bir uğultu desem değil, bir çırpınış yahut karşı koyuş hali gibi de sayılmaz. Bir orman yangını gibi çarçabuk ve etkisi hissedilemez biçimlerde. Bütünü kül rengine boyayan… Yaşa diye önüme bırakılanlar yanık izleri misali kargacık burgacık. Çekiştirdikçe can yakıcı... Yamanmıyor, hayat yamam(ama) izin vermiyor üstelik. Çünkü hayat beni azarlayan, olduğumdan daha diplere çeken, bir yaz gününde başaklar misali önünde eğdiren. Hayat ötekinin kahramanı galiba en çok da, öteki kim mi? İmgede durmadan çiçek açan. Ben mi? Evet, ben koca bir hiç işte.. Çok mu diplerde geldi cümlelerim? Tökezledikçe birbirine çarpan ayaklarımın yaralarından adımların çekingenliği. Belki bu yüzden zaman başkalaşıyor sende. Başkalaştıkça ben’den bize, hayır hayır sana dönüyor; çünkü yırtık ceplerime durmadan doldurduklarım, imgemde çiçek açmasını dilediğim biraz da.


Zamansız, mekânsız, koşulsuz bir boyutta yakınım sana. Gerçek bu değil, bunu bilerek üstelik. Bir yağmur ardına kendini iliştirmiş toprak kokusu dinginliğinde her şey. İnsan en çok kendine benzemeyeni seviyor. En çok onu kendine benzetmeye çalışırken ölüyor, sana dair çabalarımı açıklayacak tek tanım bu aslında. Yığınla duyunun altına yatırıp bedeni, kezlerce aldatıyorum bende yarattığım seni. Şimdi düşündükçe diyebiliyorum ki, onca mesafe ve varlık yoksunluğunda senden bağımsız bir tek gün kendime benzediğimde, satır araları kahramanlarım gibi bu aşk da çekip gidecek benden.
Ne kadar anlamsız bir döngü öyle değil mi? Bir sevinçle uçuştururken eteklerimi, dönüp vardığım başlangıç yığıntı halinde kendimi bırakmama neden. Çift kişilik bir yalnızlık bu benimkisi, bu nedenle bu kadar paslı.


Kaç yalnızlık eskittim? Kaç yanlış yaşamaklarda büyüttüm seni? Kaç erkek ve kadından toplayıp ete kemiğe büründürdüm. Unutulmuş vakitlerimden çıkarıp canımı dayandırmayı istediğim gövdemdin aslında. Belki de gülüşlerinden yola çıkarak buldum kendimde bu cesareti. Evet, nefesine dokunamam, sokağından sana varmaklar kaç adım hesaplayamam, beynimin içerisinde rüzgârgülleri misali çeviremem sesini, kör kütük sarhoşluklarda avuçlarına dayandıramam kaderimi, sözcüklerimdeki gizli anlamlardan türetemem seni, kızıl bir suskunlukta var edemem seninle sükûneti, bir fotoğrafta bir arada olamam belki seninle. Ama artık biliyorum ki korkmam ruhuna dokunmaktan. Ben bu çift kişilik yalnızlıkta en çok da sana benzedim, biz olmadan üstelik.


Ola ki vaktin herhangi bir yerinde çıkagelsen mor hüzünler tüner odama. Annemin masallar basılı ağzı doluşur geceme. Sarhoş bir rüzgâr sağa sola dağıtır sevinç yüklü gözyaşlarımı. Rüyalardan çıkarıp göç etmiş tutkuları bırakırım ellerine. Beklerken ceplerime doldurduğum gülüşleri, suskuları, şarkıları, gölgeleri, tek adımladığım yolları, çıldırmış tutkuları, yitirişleri, ölüm lezzetindeki akide şekerlerini, kutsal duvarlardan yüzüme geri çarpan duaları, davul seslerini, yoksul sokak aralarını, annelerin sızlarken damlayan sütlerini, yağmurda altına sığındığım saçağın kahredici yalnızlığını bırakırım ellerine.


Sen bir vakit çıkagelmeden soluksuz dans ededursun kelimelerim. Ben öyküler biriktiredurayım kına renkli. Özgür bir uçurtmam vardı, ipi senle koptu; ne vakit görünürse sema‘nda, dik başlı çoğul bir şarkı tuttur benim için.


 

 

mylia-poseidon@hotmail.com 



 

  geri dön

başa dön

 

© 2009