|
AT
Kapıyı açmamla kapatmam bir oldu. İri, simsiyah bir at, yatak odamın
ortasında, gardıropla müzik setinin arasındaki boşlukta, sessiz,
kıpırtısız öylece dikiliyordu. O kısacık ve şaşkınlık dolu anda, atın son
derece güçlü bir göğsü, özenle örülmüş kapkara yeleleri, uzun, dimdik ve
bir nakkaş tarafından çizilmişçesine zarif kulakları olduğunu yine de
fark edebildim. Bir elim, az önce dehşetle kapadığım kapının tokmağını
sımsıkı kavramışken, diğer elimi, korkunç bir tempoyla çarpmaya başlayan
kalbime kuvvetle bastırıyor, bu yoğun çarpıntı yüzünden durabileceği
endişesiyle, “yavaşla, lütfen yavaşla!” diye fısıldıyordum kendi kendime.
At, kapının açılmasına herhangi bir tepki vermemişti. Büyük olasılıkla
beni ya da kapının açıldığını fark etmedi diye düşündüm. Aslında bu kadar
korkmam ya da heyecanlanmam için bir neden yoktu. At o kadar iriydi ki,
kapıdan geçip odadan çıkabilmesi olanaksızdı. Oraya nasıl girdiğini ya da
sokulduğunu Tanrı ya da Şeytan bilirdi ancak. Bir ara, acaba hayal mi
gördüm diye düşünüp, bu umudu doğrulamak amacıyla neredeyse odanın
kapısını yeniden ve usulca açacakken, az önce sözünü ettiğim kesin
güvenlik garantisine rağmen buna cesaret edemedim. Zira, atın fizik
kurallarını benim kadar önemsemediği ortadaydı. Şu anda, normal
koşullarda kesinlikle giremeyeceği bir odada bulunduğuna göre, aynı
esrarengiz yöntemle odadan çıkabilmesi de pekâlâ mümkündü. Acaba polisi
mi arasaydım?... Yarı paranoyak bir insan olarak, beni atı çalmış olmakla
suçlayabilecekleri aklıma gelince bu düşünceden derhal vazgeçtim.
Muhtemelen cins, dolayısıyla da oldukça değerli bir attı. Gerçi bir yarış
atı değildi. Bunun için fazlasıyla iriydi. Birkaç ay önce bir arkadaşımın
ısrarı üzerine hayatımda ilk kez gittiğim hipodromda yakından görme
fırsatı bulduğum atların neredeyse iki katı irilikteydi. Acaba bir aygır
mıydı? Kim bilir… At cinslerinden de hiç anlamazdım ki…
Yatak odamın kapısını atı ürkütmemek için mümkün olduğu kadar yavaşça
kilitleyip salona geçtim. Üçlü koltuğa uzanıp gözlerimi kapadım. Önce,
kesinlikle rüya görüyorum diye düşündümse de, gerçekten rüya görüyor
olsam bunun farkında olamayacağımı düşünüp gerçekçi davranmaya karar
verdim. Bu soruna bir çözüm bulabilmem için öncelikle onun gerçekliğini
kabul etmeliydim. Gerçek ne kadar acayip ve kabul edilmez olursa olsun,
böyle yapmaktan başka çarem yoktu. Elimde olmaksızın, “odamda bir at var,
odamda bir at var!” diye tekrarlamaya başladım yüksek sesle. Gece iyi
uyuyamadığım için, kendimi, tüm bedenimi yavaş yavaş sarmaya başlayan
tatlı bir uykuya teslim etmeye karar verdim. Dinç bir kafayla, bu olayı
daha sağlıklı düşünebilir, belki de bir çözüm yolu bulabilirdim.
Gölgede kırk dereceyi bulan temmuz sıcağında, uykuya dalmadan önce
klimayı açmayı akıl edemediğimden, kan ter içinde uyandım. Uzanıp
sehpadan aldığım cep telefonumun saati 17:09’u gösteriyordu. Demek ki,
yaklaşık iki saattir uyuyordum. Önce elimi yüzümü yıkamak, ardından da
mutfağa geçip serinletici bir şeyler içmek üzere ayağa kalktığımda -tabii
orada da ikinci bir at ya da başka bir mahlûk dikilmiyorsa-, sağ ayağımın
yere basışında bir gariplik hissettim. Küçüldüğünü duyumsadığım ayağıma
baktığımda günün ikinci büyük dehşetini yaşadım. Ayağımın olması gereken
yerde bir at toynağı vardı. Bakışlarımı hızla ve korkuyla çevirdiğim
diğer ayağımdaysa bir anormallik yoktu. Simsiyah at toynağını elimle
yokladım; sertti ve altında nal yoktu.
Bu korkunç metamorfoza rağmen terleyen yüzümü yıkamak ve kuruyan ağzımı
ıslatmaktan vazgeçmeyip banyoya doğru yöneldim. Toynağın tabanı, sol
ayağımınkiyle tam olarak aynı seviyede olduğundan yürümekte fazla zorluk
çekmedim. Gözlerimi kapayıp yüzümü tazyikli suyla uzun uzun yıkadıktan
sonra, belki de geri dönmeye karar vermiştir umuduyla bakışlarımı sağ
ayağımın bulunması gereken yere indirdim. Sağ ayağım geri gelmediği gibi,
sol ayağım da hiçbir ipucu vermeden ve bana hissettirmeden ortadan
kaybolmuş, yerini ikinci bir toynak almıştı. Artık bu gariplikler
zincirine alışmaya başladığım için bu durum beni pek de fazla şaşırtmadı.
Toynaklarım fazla iri olmadığı için bot ya da çizme giymem hâlinde,
geçirdiğim utanç verici değişim kimse tarafından fark edilemezdi. Benim
gibi yazın sanatıyla haşır neşir olanların bileceği üzere, gerçek hayatta
değilse bile kitaplarda buna benzer şeyler oluyordu. Kafka’nın bir
kahramanı, bir sabah tedirgin düşlerden uyandığında bir hamam böceğine
dönüştüğünü fark edebiliyor; Gogol’ün bir öykü kişisi, aynaya baktığında
burnunun olması gereken yerde kocaman bir boşlukla karşılaşabiliyordu.
Belki ben de kendini gerçek zanneden bir roman ya da öykü kişisiydim. Bu
durumda kaderim yazarıma bağlı demekti ve haliyle tüm sorumluluk da ona
aitti. Benim herhangi bir şey yapmam gerekmiyordu. Daha doğrusu, tüm
yapmam gereken, normal hayatıma devam edip bundan sonra olacakları
gözlemlemekten ibaretti.
Atın hâlâ orada olup olmadığını görmek üzere odama bakmaya karar verdim.
Toynakların ikilenmesiyle, tahmin edebileceğiniz gibi, yürümekte, hatta
ayakta durmakta bile güçlük çekmeye başladığımdan, duvarlara tutuna
tutuna ilerliyordum. Kapıyı açıp bu kez cesaret ve soğukkanlılıkla,
pozisyonunu hiç değiştirmemiş atı incelemeye başladım. Sanki şimdiye dek
tanık olduklarım çok normalmiş gibi, atın toynaklarını bulunması gereken
yerde tıpa tıp benimkilere benzeyen dört adet ayak görünce büyük bir
şaşkınlık yaşadım. Kalp atışlarımın yine endişe verici derecede
hızlandığını fark edince kapıyı kapayıp tekrar salona döndüm. Bu kez
yatağa uzanmak yerine televizyonumun karşısındaki koltuğa oturdumsa da,
altımda ne olduğunu anlayamadığım bir şey bulunduğunu fark edince hemen
ayağa fırladım. Garip ama koltukta herhangi bir şey yoktu. O garip
nesnenin popoma yapışmış olabileceği düşüncesiyle elimle yokladığımda bir
atkuyruğu olduğunu korkuyla fark ettim.
|
|
|