[ güven tunç
]
-
-
-
- EY ŞAİRLER! İÇİMİN FIRTINA KUŞLARI
-
- Şiddet ayaktaydı.
Kanlı olanı bizden uzak sayılırdı.
İşimiz ücret karşılığı şiddetle uğraşmaktı. Ama ne yazık ki bize de bulaşmıştı.
Böyle bir deli zamandı.
'İş' dediğimde anlatabiliyorum değil mi? İnsanları iyileştirmek,
evler, yollar, su kanalları yapmak, yiyecek üretmek, çocukların hayatı öğrenmesine rehberlik
etmek, adaleti sağlamak gibi bir şeydir nihayetinde. Bir görev.
Bizimki de şiddeti söndürmekti ve kimileri için iyi bir maaş karşılığıydı.
Mezuniyetimden on iki yıl sonra, sadece içtenliksiz bulduğum için uzak durmaya çalıştığım bu
alana, Sosyal Hakları Kullanma ve Ötekileri Koruma Kurumuna geri dönmüştüm.
Kurum dışından gelen yeni genel başkanın, sosyal barışçı olmasından
etkilenmiştim. Şiddetle başetme uzmanı kadrosu olmayan yerlerde,
mesleğimi yapacağım diye düşük ücretle çalışmaktan bıkmıştım.
Ama geldiğimin birinci ayı, karşılaştıklarımdan gerçekten ürkmüştüm.
Başkaları bir yana kendimi koruyamayacağım endişesine kapılmıştım.
Bugün asla şaşırtıcı gelmeyen, o günlerde çok şaşırtıcıydı benim için.
Merkez ve bağlı organlarının, bu denli ters işletilmesi kızdırıcıydı.
Şiddetin kendisiyle değil de görüntüsüyle uğraşılması,
hatta üstünün örtülmeye çalışılması sinir bozucuydu.
Prizma şeklinde oluşturulmuş örgütlenme yapısında yukarıda yer
almak, konumunu korumak, ya da sadece öfke boşaltmak için şiddete bulaşılması
kahrediciydi. Böyle davranılarak, yaygınlaştırılan ve bir gündelik hayat alışkanlığı haline getirilen şiddetin,
kaçınılmaz kurbanları olunacağının ayrımına varılamaması sabır taşırıcıydı.
Tüm bunların da; ister bireysel ister sosyal, karşıt eğitim almış
insanlar tarafından yapılması, umut kapılarımın kapanışıydı.
Gerekli gördüğünde şiddet kullanabilen veya kullanılışına göz yumabilen insanların güçlü olabildiği bir yapı oluşmuştu.
Tabi ki pasif şiddet kullanıyorlardı ve bunu en zarif, en şık,
en anlayışlı halleriyle yapıyorlardı. Öyle oluyordu ki bazen genel başkanı bile kandırabiliyorlardı.
O da bir olumsuzluk hissettiği an kılıcını kuşanıp,
kendinin ya da en yakınındakilerden birinin canına okuyordu.
Tuval boyayan bir kadının yönlendirmesiyle darbelerden biri de beni hedefleyip bulmuştu.
Kötü yaralanmıştım. Ağlayışlarımı eve saklayıp,
dilimi tutmuştum... Kime ne diyecektim? Hatalı olan bendim. İktidarın başındaki birine nasıl
güvenebilmiştim? Onun bile bu ortamdan mağdur olabileceğini nasıl hesaplayamamıştım? Yeni bir başkanla,
işlerin sihirli bir değnek dokunmuşcasına hemen düzelebileceğini nasıl umabilmiştim?
...Karanlık bir köşe bulup sığınmıştım. Canımın acısına teslim olup oturmuştum.
Tam o aralar, geldiğim yerin büyük başkanının, geri dönmemi istediğini öğrenmiştim.
Bunu, sıkıntılarımı çözmek kadar,genel başkana karşı bir koz elde etmek için yaptığını da anlamıştım.
Dönmek, bu cehennemden kurtulmak demekti. Ben talep etmiştim. Ama genel
başkana karşı, ufak da olsa bir utanç ruhumun derinliklerinde bir
yerde, sürekli kendini anımsatmayacak mıydı? Karanlığıma razı olup
gitmemiştim.
Yine aynı sıralar, genel başkanın beni çok özel bir grupla,
zamandışı bir göreve göndermeye karar verdiği fısıldanmıştı kulağıma. Oraya da
gitmeyecektim. Emeğimin sonucu olmayan bir büyük ödülle mi gönlümü ferahlatacaktım?
Şiddet karşıtı olan genel başkan, bana ayrımcı davranarak mı yönetimde hakkaniyetli olacaktı?
Gitmeyecektim işte. Bu kez gerçekten fena basılmıştı damarıma.
Kızgınlığım ve yaralanmışlığım anlaşılmasın diye sürekli kaçıp saklanan
ben, gidip başkanla görüşmüştüm. Başka çıkışım olmadığından
da, onu öfkelendirerek gitmemeyi başarmıştım. Ertesi gün yeniden
gidip, bu imtiyazı neden kendime yakıştıramadığımı anlatmıştım.
İkna olmuş görünmüştü. Artık böyle görevlerde adım geçmez diye düşünmüştüm.
Aradan altı ay bile geçmeden, başka bir zamandışı göreve,
elli yıl ötesine seçildiğimi yine başkalarından öğrenmiştim. Bu kez grup daha sıradanmış,
daha kalabalıkmış, görev alanımla ilgili gönderiliyormuşum ve itiraz istenmiyormuş. Bir anlamda bu yolculuğa mecbur edilmiştim.
Yorulmuştum artık. Kızdırmayı da hırpalanmayı da göze alamıyordum.
Konuyu büyütüp, genel başkanın yıpratılmasına da neden olmak
istemiyordum. Huysuz da olsa iyi bir adamdı. Yapılacak tek şey,
geziyi kabullenmekti. Yakın çevresindekilere şakayla karışık,
gidip bir daha dönmeyeceğimi söyledim. Zaman kaçağı olacaktım.
Görürdüler o zaman, beni zorla gönderenler.
Gittim paşa paşa Küresel İletişim ve Güvenlik Dairesinden, görevli geçiş belgesini aldım.
Diğer evraklarımı hazırladım, işlemlerimi tamamladım. Her ihtimale karşı,
en kalın giysilerimi koydum bavula. İleriki yılların yiyeceklerini bilmediğimden,
el çantamı annemin kurabiyeler ve konserve kutularıyla doldurdum.
Yolculuk günü gelip çattı.
Kız kardeşim, üsse giden araçların kalkacağı yere kadar geçirdi.
Daha ötesini istemedim. Bu yolculuktan korkuyordum. Ne kadar saklamaya çalışsam, o kadar çok anlıyordu.
Onu kucaklayıp, alelacele araca bindim.
Üsde grupla buluştum. Herkeste bir heyecan bir heyecan. Bu
yolculuk, çoğumuz için ilk. Çeşitli güvenlik kapılarından geçirilip,
zeplinlere benzeyen büyük bir kapsüle bindirildik. İçerisi dar, basık ve kalabalıktı.
Bizi oturtup koltuklarımıza bağladılar, başlıklar taktılar ve hareket etmememizi söylediler.
Kapsül öyle bir hareket etti ki, göğe mi yükseldik yerin altına mı girdik anlayamadım.
Dar yerlerde bunalır, soluk alma güçlüğü çekerim. Üstüne üstlük kulaklarım tıkandı.
Kalkışın sarsıntısı geçip, belli bir rotaya girildiğinde de sürdü şikayetlerim.
Aleminyum döşemeden, plastik yelek ve eşyalardan, kapalı kalmaktan boğuluyordum.
Bitmesini sabırla bekliyordum.
Sonunda vardık. Kapsül yuvasına oturdu. Kilitlerimiz açıldı,
başlıklarımız çıkarıldı, inme hazırlıklarına giriştik. Çıkışın önünde,
üç üniformalı tarafından durdurulduk. Buz gibi bir ifadeyle,
evraklarımızı inceliyorlardı. Belgelerimizde, kendi zamanlarının çağrısıyla geldiğimiz yazılıydı.
Okumalarına rağmen direniyorlardı. Davetli, izinli kaçak ne olursa olsun bazılarının,
başka zamanlardan gelenleri istemediklerini. Onlardan olmalıydılar,
ayrımcılardan. Alttan almadık ama kapsülden de kaçarcasına indik.
Üsdeki hız, hareket, kalabalık ve ışık baş döndürücüydü.
Mevsim kıştı. Teknolojik gelişimle, açık alanlar bile ısıtılmıştı.
Buna rağmen üşüyordum. Yürüyen yollar, yürüyen merdivenler,
yürüyen mağazalar ve başka hiçbir şeyin olmadığı kadar yürüme hızları önemli olan
insanlar. Bir an durup, bütün bu hareketliliğe bakmamızdan rahatsız,
eski zamandan gelme olduğumuzu anladıklarından uzak, çevremizden akıp gidiyorlardı.
Rehberlerimiz tam dakikasında geldiler. Biri kadın, üç kişiydiler.
İvedilikle tanışıp ivedilikle aracın bizi beklediği yere götürüldük.
Her şey ne kadar yapay ve hızlıydı. 2043 böyleyse, bu yılı hiç anlamamıştım.
Hayata dair ne vardı ki burada?
Hayata dair olanları da gördüm sonra. Rehberlerimiz her gün bir yere götürdüler bizi.
İnsanları şiddetten korumak için oluşturulmuş mekanizmaları tanıma gezileriydi
bunlar. Kimi 2043'le ilk yüzyüze geldiğimiz anki kadar mekanik,
mesafeli ve ifadesizdi. Ama bir kısmında sıcaklık vardı.
Bilgi, birikim, cesaret ve çaba vardı. Kendi zamanım için, 'Keşke yapabilsek' dediğim bir çok şeyi gerçekleştirmişlerdi.
Küçük yapılardı belki, etki düzeyi sınırlı duyarlılık gruplarıydı ama yaygındılar ve oturmuşlardı.
Kendilerini dezavantajlı olanlardan ayırıp yüceltmek yerine, birlikte,
özgürlüğü eşitlikle yaşayan bireyler olmaya çalışıyorlardı.
Benim hayattan anladığım da bunlardı işte.
İleri zamanın her şeyini, dört göz dört kulak izliyor, dinliyor,
kokluyordum. Anlatılan her şeyi kana kana içiyordum. Çarşılarına da
gittik, eğlence yerlerine de. İçkilerinden içtik, yemeklerinden tattık.
Sokaklarında avare dolaştık, şarkılarını dinledik, alış-veriş yaptık.
Bu yıllar, insanlığın daha rahat yaşadığı yıllar gibiydi.
Yaşam biçimlerine, şehirlerine, evlerine sahip çıkan bir halleri ve bu sahip çıkmaya bir vurguları vardı.
Katıydılar. Kalıpları dışında bir davranış, giysi, renk rahatsız olmalarına yetiyordu.
İleri zamanları onaylarken, kendi zamanlarından olanların bir kısmını da eskilerden gelmişler kadar itebiliyordu bazıları.
En azından 'yokmuş gibi' tavır takınabiliyorlardı. Ne zaman böyle bir izlenim
edinsem, geleceğe yönelik umudum da kırılıyordu... Neyse ki çok geçmeden,
inancı ayrı, tarzı, anlayışı ayrı insanlarla karşılaşıyorduk.
Bu karşılaşma, rahatlıktan, konfordan, pırıltıdan çok daha iyileştirici oluyordu benim için.
İleri zamanda kalış süremiz hızla tükeniyordu. Günde iki-üç yere gittiğimiz
oluyordu. Akşamları bile boş durmuyorduk. Bir akşam da yemeğimizi yedikten epey sonra çıktık.
Zamanın araçlarına, araçların hızına alışmıştık artık.
Ama bu kez biraz farklıydı. Aracımız değişmiş, oturduğumuz
yerlere, başlıklar konmuştu. Kontrollü bir biçimde yerleştirildik.
Her gün başka yerlere, başka biçimlerde gittiğimizden genel havamızla çıktık
yola. Neşeli ve meraklıydık. Gece yarısı gidilebilen bir yer görecektik. Rehberlerimiz biraz gergin gibiydi.
Üzerinde durmadık. Aralarındaki ilişkiler bazen gerilebiliyordu.
Diğer gezilerimizden çok daha hızlı gidiyorduk. Uzun bir yoldu anlaşılan.
Aracın hızı da habire habire artıyordu. Karanlık bir tünelde giderken bir ateş topunun içine düşmüş gibi
olduk. Işıktan gözlerim kör olacak sandım. Tadı kaçmıştı
herkesin. Kimse konuşmuyordu. Bir başka gidişti bu. Bir başka boyut
sanki. Ansızın bir duruş, karanlık ve sessizlik.
Rehberlerimiz inişte fısıltıyla, acele etmemizi ve sessiz olmamızı söylediler.
Yalnızca onları takip etmeliydik. Gecenin ayazından mıdır,
havadaki gerilimden midir bilinmez, titriyorduk. Sık ağaçlı bir ormanın içindeydik, içlere daha içlere götürülüyorduk.
Derinden derine silah sesleri ve havlamalarla izleniyor gibiydik.
Rehberlerimiz sürekli hızımızı artırmamızı işaret ediyordu.
Ne oluyordu?... Grup hiç de böyle bir gezi beklentisinde değildi. Olumlu ve yumuşak gezilere alıştırılmıştık.
Anlayamıyorduk. Yoğun bir sis tabakasının içinde, tek sıra halinde koştururcasına sürükleniyorduk.
Bir yanıp bir sönecek olduğu bildirilen feneri arıyorduk. Düdük sesleri geliyordu kulağımıza.
Artık gözetleme kulelerinin, askerlerin ve dikenli tellerin çok uzakta olmadığı gibi bir duygu yükseliyordu içimde.
Bir çatışmanın içine düşmüş kovalanıyor gibiydik.
Aman Allahım! Sanki ayağım kaydı birden toparlandım. 1943'de, savaşın ortasındaydık.
Şalım başımdan kaymış, mantomun önü açılmış ama yanıyordum.
Eldivenlerimse, ellerimi bırakıp ceplerime yerleşmişti çoktan.
Kalın tabanlı botlarımın altında kuru dallar çıtırdıyordu. İçime baktım,
korkunun zerresi yoktu. Felaket bir merak, bir heyecan zorluyordu
kalbimi. Ben bu savaşı göreceğimi biliyordum.
Feneri bulduk sonunda. Yönümüzü ona çevirip ilerledik. Soluk soluğa kalmıştık
hepimiz. Karanlığın içinden, kara kasketli kara giysili bir adamla bir kadın çıkageldi.
Onların yanında yürümeye başladık. Yüksek ağaçların arasına gizlenmiş iki binayı ancak burnumuzun ucuna gelince fark edebildik.
Geniş bir salona alındık hemen. Bizi getiren iki kılavuzla birlikte beş kişiydiler.
Bakışlarındaki ışıltılı gülümseyiş, içimle birlikte salonu da ısıtıp aydınlatıyordu.
Yoksa mum ışığı loşluğundaydı tüm bina. Paltolarımızı çıkarmamız ve rahat etmemiz söylendi.
Kocaman bir masanın etrafına oturtulduk. Çörek ve çay servisi yapıldı.
Herkes ferah bir nefes aldı. Rutin toplantı düzenine kavuşulmuştu nihayet.
Çevreme baktım. Buraları biliyor gibiydim. İçerisi, döşenişi,
insanları, sadelikleri...Gerçekten çok iyi bildiğim bir yerdi burası.
Belki izlediğim filmlerden, okuduklarımdan, belki hayallerimden.
Biliyordum işte... Zaman kaçakları kampıydı burası. Şiddetin tüm dünyayı ırkçılık üniformasıyla yakıp yıktığı bir dönemde,
bir avuç gözüpek insanın kurduğu bir yerdi. Her zamandan, her
dilden, her coğrafyadan, her kimlikten insanın da sığınabildiği bir yer. Bu görev gezisinden asla böyle bir sürpriz
beklemiyordum. Olağanüstü bir deneyimdi. Boğazıma bir şey tıkanıyor,
yüzüme ateş basıyordu. Kara kasketli adamla gözgöze geldim.
Ruhumdaki tüm fırtınayı izlemişti. Başımı eğdim ve toparlanmaya çalıştım.
Akabinde resmi görüşmeler başladı. İnsanları, zulümden ve zulüm korkusundan korumaya çalışan grubun üyesi olmalıydı ki kampı kasketli adam anlatıyordu.
Ne yapıyorlar, nasıl yapıyorlar aktarıyordu. Uzak denizlere açılan gemi kaptanlarına,
içimde kıyametler yaratan dizelerin şairlerine benziyordu.
Soluksuz dinliyordum. Grup birkaç soru sordu yanıtlarını aldı.
Diğer binaya geçmek için paltolarımızı giyindik.
Bahçede kaptanla yan yana düştüm. Sormayı istediğim her şeyi anlatıyordu. Tüm zamanlardan zulmü ayıklamaya çalışıyordu.
Anladım, karşımda duran adam bir zaman asisiydi. Zaman tanımaz,
sınır tanımaz sadece onur tanır bir adam.
Diğer binada değişik zamanlardan kaçanların tanıklıklarını,
zorlu yaşam öykülerini dinledikten sonra rehberlerimiz, gitme saatinin geldiğini
bildirdi. Kampın her yerini görmek, her kaçağı tanımak
istiyordum. Ama bir program vardı. Grubun her üyesi bu ziyaretten benim kadar etkilenmemişti.
Hiç memnun olmayan bile vardı. Aklımı orada bırakıyordum.
Cesur insanlardan mı, yerlerinden yurtlarından edilip onlara sığınanlardan mı olduğumu bilemeden yola çıkarıldım.
Kendimden ayrılmış gibi oldum.
2043'de üç gün daha kaldık, bir-iki yer daha gördük. 1943'de bıraktığım hiçbir şeyi geri
getiremiyor, bir türlü dikkatimi toplayamıyordum. Buna da çok aldırmıyordum.
Orayı gördükten sonra her şey solgun gelmeye başlamıştı.
Solan bir şey yoktu oysa, kampın rengi çok canlıydı sadece.
Ruhumu allak bullak edecek kadar canlıydı.
Döneceğimizden bir gün önce, gidip tanıştığımız, konuşup bilgi aldığımız insanların bir kısmı,
veda partisine geldiler. Kaptanla arkadaşları da gelmişti.
Danslar edildi, şarkılar söylendi, yenildi, içildi... O akşam
zaman; geniş, derin, sonsuzdan gelip sonsuza giden bir nehirdi benim için.
Zaman kuşaktan kuşağa akarken, insanlar da akışlarda oluşan damlalar gibi bir oluşup bir yok
oluyordu. Nehrin uzak, farklı kıvrımlarındaki bizler, bir akış değişiminde,
bir anlık bir araya gelmişiz gibi hissediyordum. Bu birliktelikten, inanılmaz bir coşku
duyarken, anlık bile olmamasının kederini de bastıramıyordum.
Kaptan benimle konuşmak istedi, ben de çok istiyordum. 2043'de kalmamı öneriyordu.
Zamanımın şiddetinden korkuyordu benim için. İstersem, kendisi gibi 1943'e,
zaman kaçakları kampına da yerleşebilirdim. Korunacağımı söylüyordu.
Bana bir kapı açmaya uğraşıyordu... Ne fark edecekti ki?... Şiddet hep kendine en cazip söylemleri kalkan edinip, az ya da çok,
pasif ya da kanlı tüm zamanlarda yer alacak olduktan sonra ne fark
edecekti?.. En iyi bildiğim yerde ve zamanda aramalıydım ne arıyorsam.
Anlaşılamamanın kırıklığıyla ayrıldık birbirimizden.
Dönüş, gidişten daha zor oldu benim için. Başlıklara,
bağlanmaya, yeleklere tahammül edemiyordum. Hiçbir şeye tahammül
edemiyordum. Midemin bulantısına, bir bardak içki iyi geliyordu da,
hüznüme ilaç bulamıyordum. Bu kalp sızısıyla uzun süre yaşamaya alışmam gerekiyordu.
Döndükten birkaç ay sonra, ortalık iyice karıştı. Genel başkan,
bırakıp gitti şiddetimizin koynuna bizi.
Birkaç yıl kederle, umutsuzlukla, güceniklikle sustum. Sonra yavaş yavaş, sindire sindire anlattı bana hayat.
Kimse işimizi doğru dürüst tanımlamamıştı bize. Okul yıllarında;
mevzuat, teknik, tarihçe anlatılmıştı da şiddete değinilmemişti.
Az sayıda diğer okullardan gelen bazı hocalar ayrı, kadrolu hocalarımız,
şiddetle yüzleşememişlerdi ki bizi de yüzleştirebilsinler.
İş yerimizse, bizi işimizden daha uzağa düşürmeye yönelik bir yapıya dönüştürülmüştü.
Özel statüsünü, şiddetin kutsandığı bir zaman diliminde, yüksek makamların izniyle elde edebilmişti.
Özel yapımızın dışında, genel yapıda da kimse işinin ne olduğunu bilmez hale gelmişti.
Yoksa; mutfaklarla arka odalar kadınları, evler, sınıflar,
sokaklar çocukları, geceler gençleri, şairleri, düşleri,
kentler yoksulları bu denli sessizce yok edebilir miydi? Haber yerine, tencere tava verebilir miydi
gazeteler? Gece kapısı çalınan, çalanın sütçü olmadığından,
bu denli emin olabilir miydi? Herkes işini yapsa, bize bu denli ihtiyaç olabilir miydi?
Çok uzak bir yıldıza bakmışım ben. Ömrümün görmeye asla yetmeyeceği bir
zamana. Her canlının, bir başkasına zarar vermeden, istediği her şeyi yapabildiği,
yaşayabildiği, kimsenin öteki olmadığı bir yer istemişim. Ve hepsini bugün istemişim.
Yine şiddet var. Bir deli zamandayız işte.
Ama ben varım. Dizeler var. Deniz kurumadı daha.
|