______  yersizyurtsuz  ekran dergi  mayıs-haziran '2003  [ dokuzuncu yayın dönemi ]   sayfa 15

  



 

 
 
[ himmet aslan ]
 
 
BANKACININ ÖLÜMÜ

Bana anlatırken hatırlamakta güçlük çektiği bir sorun yüzünden şube müdürüyle tartışınca, yıllardır içinde biriken karar ağzından çıkıverdi: ''verin tazminatlarımı ben gidiyorum!''. Verdiler. Tazminatlarını aldı, borçlarıyla mahsup ettikten sonra kalanını cebine koydu ve sokağa çıktı. 
Sokakta, aynı koşturmaca, aynı kaygı, aynı trafik, aynı insan yüzleriyle karşılaşmasına rağmen sistemin ve sistem içinde eliyle ittirdiği ne varsa onların da dışına çıktığını öylesine derinden hissetti ki, onbeş yıl önce kalbine sakladığı, özenle koruduğu o kot pantolonlu üniversite öğrencisi ortaya çıkıverdi. Gerçi bu üniversite öğrencisi on beş yıl yaşlanmıştı ama başındaki yel aynı yeldi. Etrafına özgür, sevinçli bir adamın gözleriyle bakarak, ayakları yere değmeden evinin yolunu tuttu. 

O banka müfettişi olacak adam değildi. Gözü daha yükseklerde, fabrika işçisi olmaktaydı. İddiası büyüktü, tarihin akışını, hayatın sistematiğini değiştirecekti. Tarih treninin yolcusu olmakla yetinmeyecek, görevlisi de olacaktı. Buna en uygun kompartıman da işçi kompartımanıydı. Marx ne derse desin, bankacıların işçi sayılmayacağı, hatta onlar kendilerini işçi saydırmak için fabrika işçilerine başvursalar da -ki yapmazlar, yapmadıkları gibi bu ucube fikrin sahibini zavallı ilan ederlerdi- işçiliklerinin kabul olunmaması gerektiği düşüncesi o sıralarda aklında bile değildi, bu düşünce bankacı olduktan sonra oluştu. 
Aklına gelmeyen başına gelmişti, banka müfettişi olmuştu (sağlığı bozulan karısıyla daha fazla ilgilenmesi bu sayede mümkündü ve karısına aşkı, devrim aşkına galebe çalmıştı diyelim). İşini sevmeyen ama iyi bilen bir müfettişti. Sıradan insanlar gibi kader deyip geçme lüksü olmadığı için, yıllar boyunca nasıl olup da bankacı olmaya razı olduğunu, nerede eksik kaldığını araştırıp durdu, hep kendine karşı bir suçluluk duydu. 
Bankanın tepesindekileri de içine alan bir soruşturma raporunu, üstü kapalı tehditlere rağmen kendi bildiğince yazmaktan vazgeçmeyince önce uzak bir şehre sürgün edildi. Birkaç yıl sonra da bir punduna getirilip işten atıldı. Fırsat bu fırsat, bankacılığı bırakayım, sendikacılığa başlayıyayım dedi ama, sendikacılığın ötesinde iddiaları olduğunu çabuk belli etmişti. Sendikacı kalmak isteyen sendikacılar bu tehlikeyi bankacılara anlatmakta ve adamı bir kaç ayda bertaraf etmekte fazla zorluk çekmediler. Baktığı aynalarda artık fabrika işçiliği yapabilecek bir yüz görünmüyordu. Çaresiz mesleğe geri döndü.
Dönüşünün üzerinden iki yıl geçmemişti ki yeni bankası krizde ilk el konulan bankalardan biri oldu. Üst makamlara rapor hazırlama, ''bugün işten atılanlar'' listesini ve bankaya ne olacağına ilişkin gazete haberlerini takip etme günleri başladı. Endişe ve suçluluk duyguları, yabancısı oldukları bu sektörde kendilerine iyi birer yer edindiler. Herkes işten atılanlar listesinde olmamak için gizli bir suçluluk duygusuyla dua ediyordu. Suçluluk duygusu ise tek savunma yönteminin dua olmamasından ileri geliyordu. Arkadaşlarının olumsuz, kendilerinin olumlu yanlarını -bankacılık diplomasisinin zarafeti içinde- laf aralarına sıkıştırıveriyorlardı. ''Geçmiş olsun, üzüldüm'' tesellilerinden sonra içten içe ''ben atlattım'' sevinci yaşanıyor, ama sıranın kendine gelmiş olabileceği endişesi de aklın bir kenarında sallanıp duruyordu. Arkadaşlarını issiz etme hakkını kimin, nasıl elde ettiğini sorgulamak, hele hele sloganlı mloganlı toplantılar falan yapmak olsa olsa çapulcu tipli kenar mahalle gençlerine, fabrika sahiplerini ziyaretlerinde yanlarından geçerken kendilerine gıptayla, bazen de yiyecek gibi bakan işçilere yakışırdı. Kravatlı, fularlı hanımlar, beyler içinse ''kim daha iyiydi, kimin sırası kimden önceydi'' tartışması daha şıktı.
Bankacılığa baştan beri ısınamamış olan adam, yıllar geçtikçe, mesai bitimlerinde kravatını cebine koyup, üniversitedeki kot pantolonlu yaşamını özlemekten vazgeçer gibi olsa da sektördeki ilişkileri, arkadaşlıkları ve hatta aşkları bile naylon görmekten, yaptıkları işi, müşterinin parasına göre yapılan komsomasyon işi olarak küçümsemekten, diğer çalışanları ''her gün sermayedar müşterilerle görüşünce kendini de aynı sınıfta sanan garibanlar'' olarak nitelemekten hiç vazgeçememişti. Bir iki sendikalaşma önerisinin de takdirle karşılanarak bir kenara atıldığını görünce ''bu sektör adam olmaz'' deyip yeniden kurtulmanın çarelerini aramaya başladı. Oysa maaşı gayet iyiydi, özgeçmişi de işten atılanlardan olmayacağını gösteriyordu ama, o kafayı sektörden kurtulmaya takmış, takıntısından kurtulamayan bir bankacı olmuştu. Bu arada bankacı okuyucularımız için söyleyelim yukarıdaki nitelemeler tamamen adama ait. Ben bu öykünün yazarı olarak kendimden bir şey katmış değilim.

Üstündeki önlüğüyle kapıyı açan karısı, her gün mumya suratıyla içeri giren kocasının canlanmış yüzündeki tuhaf mutluluğa şaşırarak baktı: ''Hayırdır?''
''Artık bankacı değilim Meliha, bugün işten ayrıldım, tazminatlarımı aldım, borçlarımı ödedim ve işte geldim.''
Karısının yüzüne biraz önce kocasından bulaşan gülümseme gizli bir sihirbazın el hareketiyle kayboluverdi. Hiçbirşey söylemeden dönüp mutfaktaki işlerine koyuldu. Adam şaşırdı. İçindeki sevincin yanına saplanan sıkıntıyla karısının peşine takıldı:
''Sevinmedin mi Meliha? Bankacılıktan kurtuldum artık diyorum sana!''
''Çocuklar n'olacak?''
''Nasıl n'nolacak?''
''Neyle geçineceğiz, gelecekleri nasıl olacak''
''Eh Meliha! Sen çalışıyorsun, az buçuk birşeyler kazanıyorsun, ben de boş duracak değilim. Ne var yani, geçinip gideriz.''
''Sanki geçinip giderizle oluyor! Çocukların okulu, kursu, giyimi, yemesi, içmesi!... Büyüdükçe masrafları artıyor. Şimdi ilkokula giderlerken o kadar değil ama, yarın liseye, üniversiteye başlarlarsa nasıl başedeceğiz?''
''Herkes nasıl başediyorsa biz de öyle başederiz! Evimiz kira değil, sen emekli olunca da bir ev daha alıp kiraya veririz. E ben de boş duracak değilim. Senin kadar kazanmamam için bir neden de yok. Sorun nerde?''
''Senin için hayat ne kadar basit değil mi? Ne iş bulmuşsun, ne nerde, ne iş yapacağını biliyorsun, gidip işten ayrılmışsın. Ne kadar sorumsuzsun ya sen! Hiç akıllanmayacak mısın? Bankada kazandığın parayı başka nerde kazanabilirsin? Millet senin işinde olmak için neler yapıyor, sen ayrıldım diye seviniyorsun! Senin bu akılsızlığın yüzünden ne sıkıntılara gireceğimizi hiç düşündün mü?''
''Yahu sen ne diyorsun? Benim bu işte ne kadar sıkıntı çektiğimi bilmiyor musun? Her gün işe giderken ayaklarımın geri geri gittiğini, nefretimi, mutsuzluğumu? Üç kuruş fazla kazanalım diye benim ömrüm mü kısalmalı? Benim mutsuzluğum üzerinden gelen parayla mutlu olmayı nasıl bu kadar meşru görebilirsin? Hani senin yoldaşlığın?''
''Allahım, bu adam çıldırtacak beni. Her gün ben de işe gidiyorum, ben de çalışıyorum. Çok mu rahatım? Hayır! Ama çocuklarımız için katlanıyorum. Gelince yemeği yapan, bulaşığı, çamaşırı yıkayan, ortalığı toplayan kim? Daha nasıl destek istiyorsun?''
''Senin açından değişen ne, bunların daha kötüsü mü olacak? Senin yapmadıklarını ben de mi yapmıyayım? Sana seveceğin bir iş bul desem sanki bulacak mısın?''
''Benim senin gibi ayaklarım havada değil! Bundan sonra ne iş yapacağım? Hem başka iş yapsam bile emekli olduktan sonra yaparım.''
''İyi işte, sen başka bir iş düşünmüyorsun. Ama ben düşünüyorum. İçinde ben olabileceğim, seveceğim bir iş istiyorum. Eskiden korkup ayrılamıyordum. Şimdi bir bahane oldu ayrıldım. Bu bir fırsat Bundan sonra ister istemez mutlu olacağım bir iş kuracağım.''
''Ne işiymiş o?''
''Ne bileyim, mesela mahkemelerde bilirkişilik... Ayda on dosyaya baksam bankadakine yakın kazanırım. Çok zamanımı almaz. Bir bahçe alıp çiftçilik de yapabilirim. Çocuklar da biraz toprak görür. Bizim çocukluğumuz toprağın içinde geçti. Onlara bak, apartman mahpusları! Biraz da onların yaşama şansları olur.''
''Ben gidip tarlada marlada çalışamam. Doğru dürüst bir gelirin olur, o zaman alırsın bahçeyi, sürersin keyfini. Ama bahçeden kazanılacak parayla ev geçindirmeyi kolay mı sanıyorsun? Hem nerde bahçe, nerde bahçe parası?''
Sahi nerdeydi bahçe parası? Tazminattan artan para ancak hayal kurmaya yarardı, hani toprak, hani ev parası (ağaç altında mı yatacaklardı)? İçindeki sevinç biraz kırılsa da, kendine vaadettiği mutluluktan vazgeçecek değildi. 
Ertesi gün bir özgeçmiş yazarak ticaret mahkemelerine gitti, bankalarla ilgili davalarda bilirkişilik yapmak için tek tek başvurdu, telefon numarasını bıraktı.Bundan sonrası mahkeme katibinin(ya da adı her neyse işte o görevlinin) arayıp ''efendim falanca davayla ilgili olarak bilirkişilikle görevlendirildiniz, belgelerinizi alır mısınız?'' gibi bir şeyler demesiyle başlayacak yeni bir süreci beklemekten ibaretti.
Aradan haftalar geçti. Ses yoktu. Sessiz geçen günler şaşırtıcıydı. Ülkenin en iyi okullarından birinden mezun olmuş, bunca yıl yöneticilik yapmıştı. Yoksa burada bile önyargılar yargılardan önce mi geliyordu? Belki de boşuna kuruntu ediyordu. Başvurusu bir kenarda, bir çekmecede kalmış, ya da yeni bir dava açılmamış olamaz mıydı? Hem açılmışsa bile bakalım kendisine sıra gelecek kadar çok açılmış mıydı? İlk davada kendisini görevlendirecek değillerdi. Dilekçe verdiği mahkemeleri tekrar dolaştı. Unutulmuş olur muydu, başvurusu yürürlükteydi. Ama elbette görevlendirmeyle ilgili takdir hakime beye aitti. Avukat arkadaşlarını aradı. Bu işler takım işiydi, hakimlerle ya da ilişkisi güçlü bilirkişilerle yakınlık kurmak gerekiyordu. İçine bir sıkıntı çöktü. Hani sistem dışında kalmıştı, hani para için komsomasyon işi yapmaktan uzak olacaktı? Sistem kendini devam ettirecek mekanizmaları kurmuş, mahkemelerde bile tıkır tıkır hükmünü yürütüyor, dışında düşüneni dışına atıyordu. Bir daha bilirkişilikle ilgilenmeyecekti.
Karısı çocuklarının sorumluluğuyla adama yüklendi. Sistem sistem diye tutturmuştu, sistem denen şeyin dışında olmak mümkünmüş gibi. Yine hayatın gerçeklerine uzaktı. Gidip ne ilişki gerekiyorsa kurmalıydı. Meslekteki birikimi çok iyiydi, bilirkişilik asıl onun hakkıydı, mücadele etmeli, kazanmalıydı. Bağırdı, çağırdı, aşağıladı. İşi yapabilmesi için gerekli ilişkileri kendisi araştırdı. Ama hayatın gerçeklerine ayak diremekte kararlıydı adam.Bu ilişkilere girecektiyse neden bankadan ayrılmıştı? Bildiği tek iş bankacılıktı, evet, ama o işi de sistemin dışında yapma şansı yoktu. Geri mi dönecekti? Başka bankalara ya da bir firmaya finansman müdürü mü olacaktı?!... Yine kravatlı, takım elbiseli, sahtekar günler! 
Günler, bahar rüzgarları gibi iz bırakmadan geçerken, içindeki özgürlüğün yerine boşluk dolmaya başlamıştı. İkisi de okula giden çocuklarına bakıyor, okula hazırlıyor, yürüyüşlere çıkıyordu. Bankadan sokağa çıkınca dil çıkararak alay ettiği reklam panoları, ışıklı tabelalar, devasa binalar bakışlarını bir yük gibi sırtına bindirmeye başlamışlardı. Daha önce duymadığı bir güvensizlik sırtından girip beynine doğru yürüyordu. Dev binaların pencereleri, burjuva cenazelerinin ağlayamama utancını gizleyen gözlükleri gibiydi, ve o sıradan bir yaya, sokak manzarasının bir parçasıydı. Pencerelerin arkasında, reddettiği, karşılıklı restleştikleri dünya, o namussuz ihtişamıyla olduğu gibi duruyor, ona bakmıyordu bile. Cebinde, kafasında yarattığı düşler ülkesinin vatandaşlık belgesini saymazsak sadece nüfus cüzdanı vardı. Artık diğer kimlikleri, kartvizitleri 'hükümsüzdür' kaşesiyle devasa yapıların, onu manzara kabul eden pencerelerin arkasındaydı. 
Tazminattan arta kalan paraların suyunu çektiği günlerden birinde bir alışveriş merkezine girdi. Eski günlerdeki gibi, birkaç cd, çocuklara çikolata, hatta yaş pasta, kendine birkaç kitap aldı. Koca bir kese kağıdına en sevdiği çerezlerden doldurttu. Kış birası güzel olurdu. Kampanyalı satışlardan altılı bir koli aldı. Kasaya geldi. Cüzdanını açtı. Cüzdan, kurtulduğu sistemin, bir zamanlar jest olarak verdiği çoğu altın sarısı kredi kartıyla doluydu. Alışkanlıkla birini çıkarıp uzattı. pos makinesinden çıkan slibi imzalarken kendisini eski dünyasından borç alır gibi hissetti. Kafasında uyanan ama net olmayan düşünceyi araştırmak için lüks bir kafeye oturdu, bacak bacak üstüne atıp keyifle bir türk kahvesi istedi. Karşısında uzanan denizin çamurlu, hırçın dalgalarıyla bir aşağı bir yukarı salındı, düşündü.
Ve kararını veriverdi: arkasında kalan bankacıyı içindeki mirasıyla birlikte öldürecekti.
Kredi kartlarını gözden geçirdi. Limitlerini hesapladı. Hepsinden günlük çekebileceği azami miktarları çekti. Akşam cebinde bir tomar parayla eve döndü. Her akşam cebindeki para tomarı şişti, büyüdü. Birkaç günde kartlardaki limitlerini doldurdu. Boşanma davası açtı ve çabucak boşandı. Gidip küçük bir tarla aldı. İçine meyve ağaçları dikti. Bir de küçük ev kondurdu. Öykünün hızlı geçtiğimiz bu bölümü yazıldığı kadar hızlı ve kolay olmadı tabii. Bu arada bankaların takip görevlilerini ödeme vaadiyle oyalaması da kolay olmadı. Belki de işin en zor bölümü bu yüz kızartıcı yalan bölümüydü.
Bunlar da sona erince eski karısı küfrederek telefon açtı. Eve bir sürü ihtarname ve icra kağıtları gelmişti. Eski karısını sakince teselli etti, ''bu borçlardan sorumlu olmadığını, gelenlere boşanma kararını göstermesini, kendisine de küfretmeye devam etmesini'' söyledi. Yine de içi rahat etmedi. Kartından en fazla parayı çektiği bankaya gitti ve takip sorumlusuyla görüşmek istediğini söyledi. Takip sorumlusu onu bütün nezaketiyle buyur etti, girişi yaptılar, konuya geldiler (takip sorumlusu bir yandan da not alıyordu):
''Kredi kartınızdan çektiğiniz parayı ne yaptınız?''
''Geçindim, bir yıldır işsizim.''
''Kartlarla mı geçindiniz?''
''Evet.''
''Nasıl ödeyeceksiniz?''
''Ben de onun için gelmiştim. Eski eşimin adresine bir şeyler gönderip duruyorsunuz, bundan vazgeçin.''
''Ayrıldınız mı, yani resmen?''
''Evet, resmen ve fiilen.''
Takip sorumlusu duygusuzca yüzüne baktı:
''Nerde oturuyorsunuz?''
''Evimde!''
''Yani?''
''Size adres veremeyeceğim.''
''Borcu nasıl ödemeyi düşünüyorsunuz?''
''Bugüne kadar hesap özetlerine faiz ya da ücret diye geçtiğiniz ne varsa düşün. Kalanını dolara endeksleyin. İyi bir bankacıyım, beni işe alın. Maaşımı da dolara endeksledikten sonra maaşımdan taksit taksit düşün.''
Takip sorumlusu bu önerideki tekerlemeli fıkra havasını sezmişti. ''Dalga mı geçiyorsun'' gibilerden kızgın gözlerle baktı:
''Bizde öyle bir kural yok. Ancak yüzde ikiyüz faizle borcunuzu altı takside bölebiliriz.''
''Bende de böyle bir kural yok''
''Ödemeyeceksiniz yani?''
''Ödeyemeyeceğim, çünkü başka önceliklerim var.''
''Anlamadım?''
''Bankanız nasıl başkalarının, çalışanların önceliklerini, benim önceliklerimi gözetmiyorsa, ben de öyle, sizin alacağınızı değil kendi önceliklerimi, geleceğimi, çocuklarımı düşünüyorum. Hem teklifimin neresi kötü? Bankanız Amerikan bankası. Sermayesini dolar olarak getirmişti, dolar olarak geri götürme şansı veriyorum. Faiz kazancı da olmayıversin, olmaz mı?''
''Eski bir bankacı olarak nasıl böyle düşünebiliyorsunuz?''
''Dediğiniz gibi ben eski bir bankacıyım. O bankacıyı öldürmek için elinizden geleni ardınıza koymadınız. Bankacı da size bu fırsatı vermemek için intihar etti. Buna üzülmenize üzüldüm.'' 
Takip sorumlusu tek söz etmeden önündeki dosyayı toparladı. Adam da ayağa kalktı. 
Dışarı çıktı. Hava ayazdı. Önündeki bulutun çekilmesini fırsat bilen güneş, soğuk ışıklarıyla dünyayı ısıtma çabasındaydı. Kredi kartı veren bankalar ölen bankacıyı aradı, adamsa çift çubuk sahibi bir öykü yazarı olarak yaşadı. Kafasında yarattığı düşler ülkesini mi soruyorsunuz, onu öykülerle kuruyor.


başa dön