______  yersizyurtsuz  ekran dergi   mart - nisant '2004 [ ondördüncü yayın dönemi ]   sayfa 13

  



 

 


[ funda keskin ]

 
 
Anti Sempatizan

Havada pis bir koku. Dışarısı karanlık, içerisi ışıl ışıl, pek gürültülü. Hiç iyi değilim. Nedir bu koku içimden gelen ve kim bu çalan; sussun artık, kendime uygun bir delik arıyorum, dinlenmeliyim; akşamlara dinç uyanmalıyım. Diyorum ki bu akşam yorgunluktan değil kesinlikle ki silah dayasan başıma, kılım bile kıpırdamaz. Eğmem başımı ben kimseye, fakat bu gün dayasan başıma  bir silah...
Masama kimseyi kabul etmedim bu akşam. Durdum, düşündüm saatlerce; aklımdan  binlerce düşünce, hayal, anı geldi geçti; yakıp iz bıraka bıraka söndü  düşüncelerim. Baktım, öylece baktım buraya gelmeden evvel, insanlara; tenezzül etmediler cevaplamaya bakışlarımı. Ben ki yoktan var edilmiş bir canlıydım, fanilerin arasında yokluğa karıştım. Damlara çıktım, ufkumu genişlettim gecekonduların üzerindeki antenlerin arasından. İçimden bir rüzgâr akıp geçti, hafifleyemedim; derin bir oh çekemedim, gördüm ısınmak için kardan adamlara sarılan sokak çocuklarını. Yeter miydi, yeter miydi o çocuklar gelip de tek tek tükürselerdi suratıma; durdurur muydu hınç, büyümeyi?
 
Ne yapacaksın sen, dinleme beni; kâğıt, kalem getir. Bir de silah...Hangi gündü, nerede olmuştu; böğrümü dürtmüştü soğuk bir bıçak. Sevdiğimin elleri bırakmıştı beni, ayak sesleri arabaların seslerine karışmıştı. Yüzümden bir daha asla silinmeyecek masum bir şaşkınlıkla damgalandığım gece, o geceydi. Tüm şarkıların öznesinin ben olduğumu düşünürdüm kendimle  gurur duyduğum anlarda. Oysa çok kolaydı, bir anlıktı yitip gitmek; kumdan yapılmış bir kaleydi imparatorluğumun merkezi. O karanlıkta, ben; öznelerin öznesi, pantolonum ıpıslak olmuş, yatıyordum ve sokağın karanlığında kim bulacaksa beni, onu beklemekten başka hiçbir çarem yoktu ki ben de beklemiştim bulduğum ilk köşeye sinip bir tanıdık kokusunu kuyruğu ateşe verilmiş bir kedi gibi. Akıp gitmişti gözümün önünden hayatıma dair ne kaldıysa aklımda. Titriyordum zangır zangır ve zannediyordum ki bendim üzerinden geçtiğimde yolları sallayan. Bir film şeridi değildi hayatım gözlerimin önünde. Bölük bölük, eksik ve hain hortluyordu hayallerim; “Öleceksin, diyetini ödeyeceksin!” diyordu dost bildiğim tüm insanlar, kulaklarımın dibinde bağıra bağıra. Şiirdi benim hayatım; hece ölçüsünden  peyda, zengin kafiyeli bir ufak şiirdim önceleri, Orhan Veli tadında. Asiydim tabii; asi ve tatlı. Marşlarla büyüttüm kendimi, meydanlarda. Sloganlaştı hayatım, kelimelerim. Her akşam döndüğümde eve, sakladım yaralarımı güzel elbiselerle. İlk sivilcelerim patladığında türkülerle  yaktık parmaklarımızın ucunu. Hayat; sağlı sollu manevralarla kafiyesiz ve de virgülsüz, bol ünlemli bir hâl aldı ve bir gün geldi; yerle bir oldu hece ölçüsü, bir karmaşada çekip gitti Orhan Veli, elimde hiçbir kafiye kalmadı iki ateş arasında. Kovuldum evden ve geri dönebilmek umuduyla ardım sıra  düşlerimi saçtım ağaçların altına. Ne işe yaradı! Ne işe yaradı güzel yüzüm; keskindi tüm bıçaklar ve her ten düşmandı fikrime. Bağıra bağıra, kanata kanata yazdım arkadaş dediğim insanların isimlerini etime. Yazdım, yazdım da ne oldu sanki...
 
Yaralandığım o akşam uyandığımda takır tukur sesler geliyordu dışarıdan. Bağlıydım bir yerlere. Saçlarımı sıfıra vurmuşlardı, jiletle göğsümü yarıp ihanet doldurmuşlardı kâlbime. Dudaklarımı ısırmıştım. Ağlamamıştım! Dudaklarımı parçalamıştım ama bağırmamıştım! Bu yüzden hiçbir kadın cesaret edemez bu dudakları, bu parça parça olmuş dudakları öpmeye... Yüzüme bir de  aynadan baksana; sen kimi görüyorsun oradan? Aynalardan ölüm gülümsüyor benim yüzüme, hatta bana bakıp bakıp kaynayan bir öfkeyle tükürüyor yüzüme ve yanıyor yüzüm her tükürükte aside batırılmış gibi. Biliyorum ne yaptığımı... diyetini ödeyeceğim elbet. Yazdığım vasiyet değil, neyim var ki üstü çizilmişbirkaç slogansal umuttan başka bırakabileceğim? Çek tetiği, kılım bile kıpırdamaz;göreceksin. İçimde bir ağlama duvarı... söyle, çekilsinler başımdan; bir hainin sanatı alkışlanmaz, kimselere anlatacağım bir şey yok; mübarek değilim ben. Ben!.. Ben!.. Bağrım koca bir böğür olmuş, katillere lâyık ve bir işkembecide ciğerim dilim dilim. Ektiklerim filizlendi; tıka burnunu toprak kan kokuyor biraz. Bir bardak daha çay alabilir miyim? İçimde bir derin sancı; bir defada haykırabilirim yitirdiğim bütün hırçın sevdaları. Yollar benimdi güya. Eşkâlim poliste, “aranıyor” ibareli posterlerim sokak sokak tüm köşe başlarını tutmuş. Bir kahvedeyim; etrafımda mırıl mırıl, cızır cızır, vızır vızır sesler... Sahi ben bir partizan mıydım, bir deniz kadar hırçın? Ne varsa içimde, çoktan gözden çıkarılmış eşyalar gibi satılıp gitti. Bir poşet getir, kusacağım tüm yaşadıklarımı. Ağrılarım gittikçe artıyor, vakitsiz ölmekten korkuyorum. Ağzımı açmaya kalkışsam dişlerim dağılıp gidiyor. Her  geçen dakika, kelimeleri silinen bir sözlüğe dönüşüyorum. Artık güzel şeyler  düşün, diyorlar. Çiçekler olsun, parklarda koşan çocuklar olsun, kuş cıvıltıları duyulsun hayallerinde diyorlar. Olmaz ki... çocukların yüzüne bakamam ben. Bir dehlizdeyim; ne kuş cıvıltısı bilirim ne de çocuk  kahkahası. Bir zindandayım ben! Rengim siyah ve beyaz. Söylesene; yeşil, mavi, turuncu ya da mor hangi renklerin karışımı? Ellerim nasırlı, ellerim çıban dolu! Ellerim öfke taşımış, ihanet serpmiş topraklara; dokunamam çiçeklere.
 
 
başa dön