______  yersizyurtsuz  ekran dergi   mart - nisan '2003  [ sekizinci yayın dönemi ]   sayfa 14

  



 

 

 
[ tülay çellek ]




İSTANBUL'U SEVMEYEN NE OLSUN?


"Elinize en son kelebek ne zaman kondu" cümlesini okuyunca çok heyecanlanmıştım. Buna benzer yazıları okuyunca da aynen heyecanlanıyorum.

Çok sıkılarak gittiğim lojmandaki ilk sabahımı hiç unutamıyorum. Çünkü kuş sesleriyle uyanmış, öylesine heyecanlanmıştım ki... Bir de baktım yüreğim pır pır atıyor. Sanki kuşun kanatları olmuş gibi... Bu güzelliği, bana bu konuda iyilik yapanlarla paylaşmak gereksinmesi duymuştum. Onlar bana "seni dışarıda bırakmayız" dediği için olsa gerek bu paylaşım.

Geçen hafta sonu İstanbul çevresinde bir yeşillikte uzanıp gökyüzünü izlerken de aynı duyguyu yaşadım. Yüreğimin bir başka attığını fark ettim ve ilk defa İstanbul'dan şikayet edenlere hak veriyor gibi oldum. Çünkü İstanbul'a dönüşte gri binalar beni boğuyormuş hissine kapıldım bir an. İdeal mimari ağaç boyunu aşmamakmış. Oturduğum yerlerde evimin arkası boştu. Yaklaşık bir yıl içinde gece kondu gibi gökdelenler doldu. Gökyüzümü kaybettim. Yıldızlarım yok oldu. Onlara bakarak oluşturduğum ütopyalarıma olanlar olacak. İnsanlar büyük düşünürlerse küçük şeyleri başarabilirler, ama küçük düşünürlerse hiçbir şey yapamazlar. Büyük düşünceleri de ütopyalar süsler. Gelelim yaşadığımız yere... Kurtarmanın, ağaçlandırmanın hep bir yolu vardır. ÇEKÜL ve TEMA' nın yaptığı gibi. Yeter ki yaşadığımız yeri, kenti sevelim. Bir gün Belediye otobüsünde gidiyordum. Üniversite öğrencisi olduklarını anladığım iki genç, içtikleri meşrubatın kutularını durakta açılan kapıdan dışarıya atıverdiler. Onlara " İstanbul açık çöplük mü?" değince utanıp özür dilediler. Öğrenmenin ve öğretmenin tatili ve yeri yoktur. Dedim ya sevelim. Çünkü her şey sevgiyle başlıyor.


Büyük kentin hengamesinde de çok şey yapılıyor. "Eğriye eğri, doğruya doğru " dersek eğer. Bir kere seçme şansınız var. Çırpıları değil de çiçekleri seçebilirsiniz. Kasabada da yaşayan biri olarak bunun ne büyük şans olduğunu yaşadım büyük kentte, sevgili İstanbul'umda. Kasabada aynı kişiler, aynı sözler, aynı yaşam velhasıl durumlar hep aynı uzun uzun. Sonuç olarak yavaş yavaş kısırlık belki de. Ama İstanbul'da öyle mi ya? Evet doyasıya çalışacaksın ama kendini bıktırmadan. Tabii doyasıya da yaşayacaksın. Tiyatrosu, sineması, dansı, paneli, konseri belki de artık göremediğimiz, ayırımına varamadığımız güzelim görüntüsü vesairesiyle. Yani dengeyi kuracaksın her zaman her yerde olduğu gibi... Hafta sonları da kendini İstanbul'un çevresindeki güzelliklerin kucağına atacaksın. Al sana bir denge daha. Ertesi gün işe daha severek, daha verimli geleceksin ama dedim ya durumu değiştirerek. "Kanser kentin....." diye nitelendirilmesinden çok rahatsızım İstanbul'un. Kentime kanser denmemeli. Bu kadarı da haksızlık doğrusu. Hele sizi var ettiyse... İçe kapanık ama sevgi dolu bir yürek, belki başka yerin betonunda açılamayacak İstanbul'un toprağında yeşerecek. Tabii vermeli, kapılarını dünya insanına açan kentim İstanbul'da ve doyasıya yaşamalı buranın verileriyle. Güzel bir alış verişe girmeli, vermeli ve almalı, aldıklarını kimliğinin süzgecinden geçirip tekrar vermeli. İşte hissettiklerimizi, duyumsadıklarımızı, yaratılarımızı başkalarına ulaştırabilen bu kente, hayallerimin kentine teşekkür yürek dolusu...

 İlkokuldayken bir arkadaşım yanıma gelip "öğretmenimiz senin nereli olduğunu" soruyor demişti. Yanıtım "İstanbulluyum" oldu. Halbuki Gerzeliydim. ( Sinop ) Sadece bir iki akrabam vardı ve okul öncesi bir kere babamın rahatsızlığı nedeniyle deniz yolculuğu yaparak gelmiştim İstanbul'a. İşte o zamandan beri İstanbulluydum artık. Ama buna karşın buraya sürekli gelebilmem öğretmenliğimin dördüncü yılında olabildi ancak. İlk tayin yerim olan Çanakkale Ezine Lisesinde çalışırken hafta sonları onca yoldan İstanbul' a gelir tiyatroya, sinemaya gider Pazartesi yoğunluğuna dönerdim. O zamanlar Tepebaşı'nda tiyatro binası vardı ve ben "Cesaret Ana" ya o zaman gitmiştim. Oval bir iç mekan ve oldukça ilginç bir sergilemeydi. Nasıl unuturum. Çünkü bu kentten aldıklarımı sevgili öğrencilerime aktarıyordum. Kitap alıyordum öğrencilerime örnek göstermek için. Bir Yazın öğretmeninin hep elimde kitaplarla okula gelmem dikkatini çekmiş "ilk defa böyle kitaplı bir Resim öğretmeni görüyorum" demişti. 


Yüzleri izlerseniz, hele gözlere dikkatlice bakarsanız beyin sinyallerini görürsünüz çoğu kez. Ama nedense hep ağızlara bakarız ve de değerlendirmelerimizde yanılırız zaman zaman. Halbuki vücut dili gerçeği söyler salt gerçeği. Belki de beyin titreşimleri dediğimiz bu vesileyle yeryüzüne çıkıveriyor elde olmadan. Ben bu yolla karşımdakinin derinliklerini hissederim çoğu kez ve ayrımsarım hep. Çünkü güzellik önce insanın kendisinde başlar ve etrafına yayar ya da çevresini kendi gibi mutsuzlaştırır. 

Sizin balkonunuzda çiçek var mı toprağında? Hani klasörlerinizin yanında. Ama Ansel Adams'ı , Van Gogh'u, Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nu, Sait Faik'i, Haldun Taner'i seviyorsunuz.


Kökler hep anımsanır.


Özlemlerinize sizi var eden kente, kanser ölümse eğer sevgi de var olmak, yaşamaksa, ölümün yanına yaşamı da koymayı , evet özlemlerinize bu güzelliği eklemeyi unutmayalım lütfen. Biz bu kentte unutmuşa benziyoruz. Etrafınıza tekrar baktığınızda canım İstanbul'umun da sevilecek öyle güzellikleri var ki. Yeter ki seçmesini, paylaşmasını bilelim. Bir gün Yıldız Teknik Üniversitesindeki Çatı'ya çıkalım, iş yemeklerinin dışında insan olarak, sanatçı olarak, bilim adamı olarak İstanbul'u birde böyle yaşayalım bir kez daha defalarca. Gündüzün renkleriyle başlayan güzellik akşamın ışıltısıyla bir başka güzelliğe dönüyor adeta. Bu muazzam görselliği başkalarının da benim gibi yaşamasını arzuluyorum doğrusu. 

Gözlerdeki ışıltıların bitmemesi umuduyla. Yaşasın yaşam devam ediyor. İyi ki İstanbul'um var. 
başa dön