______  yersizyurtsuz  ekran dergi  kasım - aralık  '2003  [ onikinci yayın dönemi ]  sayfa 10

  



 

 

 

[ himmet aslan ]

 

ÇELİĞİN MAVİSİ 


Bir saat önce bir kitapevindeydim ve edebiyat dergilerini karıştırıyordum. Çok pahalılar. Eski paralı günlerimde olsam fiyatlarına bile bakmazdım ama şimdi dikkatle bakıyorum ve pahalı geliyorlar. Yine de sigara için yapmadığım fedakarlıkların bir kısmını onlar için yaptım ve hesap kitap edip ikisini aldım. Bir şair dostum (zaten bir tane var) bunlardan biri için ''kıçları bir karış havada'' demişti. O birini havada kıç görmek için aldım. Diğerini de sırf yardım ve yataklık olsun diye aldım hatta biraz da acıdığımdan. Galiba yardım yataklık duyguları bende klasik olmuş, kurtulamayacağım diye düşünüyorum. Yüreklerinin başımın üstünde yeri var tabi ama sanat!...Tanrım beni kötü bir silahla savaşa gitmekten koru. Yenilmekten korkmuyorum, düşmanlarıma madara olmaktan, dostlarımın ise benim yüzümden kendilerini yenik hissetmesinden korkuyorum. 
Bunları düşünerek, bir yandan da öykümü arayarak Karşıyaka sahiline geldim. Vapur iskelesinden Bostanlı tarafına yürüdüm. Altına oturup denize nazır öykü yazabileceğim bir ağaç buldum. Başka ağaçlar da vardı ama bu açıdan işe yaramazlardı. Orada, belki denizin mavisi çağrıştırdı bu öyküyü belki de bir başka ağacın altında, hasır bir tabure üzerinde oturup denize bakan (ama denizi izlemediğine eminim) ve aklından geçen öykünün her öykümden daha güzel olduğunu sanmaktan kendimi alamadığım o orta yaşlı adam. Bir işçinin kırçıl bıyığının altından görünen sapsarı dişlerinin arasından dinlemiştim bu öyküyü. Öykünün kahramanıyla aynı fabrikada çalıştım ama hiç bu öyküdeki kadar birlikte olmadık. 
Tavanı çelik profillerden örülmüş bir fabrikaydı. Şimdi üstünün neyle kaplı olduğunu tam anımsamıyorum ama oluklu alüminyum levhalar döşeliydi gibi geliyor. Asma vinçlere, havalandırma motorlarına, ark ocağı çevresindeki kireç, magnezyum ve benzeri çelik bileşenlerinin bulunduğu küçük bilgisayar kontrollü depolara ulaşmak için bütün duvarlar boyunca uzanan, bir üsttekine dar merdivenlerle çıkılan ince, upuzun balkonlarda ilerlerdiniz. Tabanlarınızın altındaki baklava saçlar adımlarınıza karşılık verdikleri tok sesle sağlam olduklarını anlatırlardı. Yine de ta aşağıda, erimiş kıpkızıl çelik yüklerini boşaltmakta olan potalara, hemen arkasında sırasını bekleyen bir başka potaya, kimi yerlerde bir parlayıp bir sönen kaynak noktalarından, taşlama makinelerinden çıkan kıvılcımlara, sağdan soldan yükselen kimi yoğun kimi hafif dumanlara ve çok üstten baktığınız için ayakları omuzlarına yakın bir yerlerden çıkıyormuş gibi görünen, belli çalışma noktalarına yaklaştıkça artan sayılarıyla kımıldaşıp duran arkadaşlarınıza bakarken ürpermekten alamazdınız kendinizi. 
İki insan boyundaki dev potaların iç yüzeyi özel bir ateş tuğlasıyla örülürdü. Yarı yarıya kısaltılmış bir elektrik direğini andıran iki karbon elektrottan verilen elektrik akımı potanın içindeki hurda demiri kulakları sağır eden bir gürültüyle parçalayıp eritirdi. Bilgisayar kontrollü küçük depolardan istenen çeliğin niteliğine uygun oranlarda karbon, magnezyum, kireç, çinko ... akardı. Çelik, fışkırmak için alttaki oluğun açılmasını bekler, oluk açılmaya başlayınca içi yine tuğla döşeli dörtgen bir kanala fışkırırdı. Potaların çevresinde ısınan hava, yüzeyine rüzgar vuran bir su gibi nesnelerin görüntüsünü titretip dalgalandırırdı. Sıvılaşmış çeliğe kazara değecek su bir bomba gibi patlardı. Kızgın nehir, dışarıdan suyla soğutulan kanaldan çıkarken katılaşmaya yüz tutar, ağdaya yakın bir kıvama gelirdi. Kanaldan bir dörtgen prizma olarak çıkan çelik, uzun bir hat boyunca, makaralar üzerinde kızıl bir yılan gibi ilerlerken, toz parçacıklarının parlayıp söndüğü yüzü gittikçe sakinleşir, soğur ve bildiğimiz demir rengini almaya başlardı. Makaralı hattın üzerindeki giyotin makaslar, henüz tam sertliğini bulmamış çeliği istenen uzunluktaki bölümü ilerleyince tek bir tak sesiyle keserlerdi. sonra elektromıknatıslı taşıyıcılar devreye girer, çelik istiflenir, oradan o upuzun kamyonlara yüklenir yollara çıkardı.
Fabrikanın üç yanı açıktı. Hem bu açıklıkların hem de aşırı ısı farklarının yarattığı bir rüzgar burgaçlanarak eser durur tüm fabrikayı ve terli sırtları hızla dolaşırdı. Yüzünü çeliğe dönmüş işçiler soğuk havalarda üşümekle yanmak arasında çalışırlardı. Çok rahatsız edici bir ortamdı: üşümekten kurtulmak için yanmak, yanmaktan kurtulmak için üşümek gerekiyordu. Isınmak ve serinlemek... seçenekler arasında bunlar yok gibiydi.
İşte o gün de her gün gibiydi. 
Fabrika uğuldayarak akıp gidiyordu. Ağır metallerin, elektrik motorlarının, yürüyen, dönen metal aksamların sesleri, bir potadaki demir yığınını eritmekte olan ark ocağının bıktırıcı bir süreklilik içindeki gök gürültüsünü andıran sesine karışıyordu. Tüm bu sesler yerdeki bir potanın çevresinden gelen telaşlı, ağlamaklı, korkmuş bağırış çağırışları bastırarak başka seslere karışıp şiddetli bir uğultuya dönüşmekteydi. 
Bağırış çağırışlar yanan bir ürpertinin gittikçe tükenmekte olan sesleriydi. 

''Artık çeliğe karıştı!''
''Yazık ki ne yazık!''
'' Çok yazık! ''
''Yetiştik, yetiştik işte! Yetiştik de ne!?'' 
''İnanmıyorum, inanmıyorum!'' 
''Masmaviydi, masmaviydi! Allahım!'' 
''Mavi bir duman yükseldi sade! ''
''Yanamadı bile!'' 
''O ne bağırıştı yarabbim, bin yıl geçse kulaklarımdan gitmez!'' 
''Yetişiiiiiiiiiin! Yetişin!''
Orada, kızgın potadaki sıvı kızıllığın içine bir işçi düşmüştü.
O çığlığın, o mavinin ve o şaşkınlığın ardından herkes potaya doğru koşmuştu. Çeliğin içine gömülürken, potadan mavi bir duman patlamış, fırlayan birkaç damla çelik loş boşlukta kızıl bir iz bırakarak beton zemine düşmüştü. 
Diyeti buydu.
Ertesi gün bir tabutta kızıla boyanmış birkaç çelik parçası taşınacaktı. Mavi gökyüzünün altında, herkesten bir parça renk alarak toprağa uğurlanacaktı. 
O bunların hiçbirini bilemedi. Eriyip kıpkızıl bir ölüme karıştı. Ölüm kıpkızıl bir bulut gibi doldu içine ve bunu hissettiğinde ölmekten başka hiçbir şeye zaman yoktu. 
Demirin erime sıcaklığına varmadan hemen önce bütün deri katmanları kavrulmuştu. Hepsinden önce göz kapakları ve daha da önce saçları. Düşünceleri ise bedeninden az önce kızıllaşıp potaya akmıştı. Bilinci ''neden!'' sorusuyla yanarken henüz gözlerindeki pencereyi yangın kaplamamıştı. Hızla yaklaşmakta olduğu pota, yirmi metrelik bir yükseklikten sarkan çelik kancaların ucunda her an düşecekmiş gibi asılı duruyordu. Potanın on metre kadar aşağısında ve sol tarafında örmeciler iç yüzeyine yeni tuğla döşenen başka bir potanın çevresinde, eski tuğla yığınının yanında ayakta bir şeyler konuşuyorlardı. Başka bir işçi elindeki ince, uzun demir parçasıyla onlara doğru yürümekteydi. Potanın içinde iki örmeci vardı. Birini tanıyabildi. Bir eli önündeki tuğla duvara dayalı, diğer eli arkasındaki işçiye uzanan arkadaşını belleğinin son algısı olarak kaydetti. Havayı yararak düşerken kulaklarına çarpan havanın uğultusunu duyuyordu. Bu sabah servis otobüsünde, yanındaki arkadaşına bir kağıt uzattığını görmüştü. Arkadaşı da hemen ceketinin altına sokmuş, bir eliyle ceketini üstüne gererken diğer eliyle katlayarak iç cebine yerleştirmişti. Ne vermiş olabileceğini biliyordu. Güya saklıyorlardı, oysa daha birkaç hafta önce kendisine de böyle bir şey vermek istemiş ama o ''bu taraklarda bezim olmaz'' demişti. Arkadaşının sonuna kadar açılmış çocuk gözlerinde donup kalan hayal kırıklığını anımsadı. Yeni işçiler servis otobüsüyle sendikaya üye olmaya gönderilirken muhasebe müdürüyle sendika temsilcisinin aralarında gülüştüklerini görüp sendika temsilcisine ''bunların tüyünden sana da bir şeyler düşüyor mu'' diye laf atmış, başını çevirince, biraz önünde yürüyen işçinin kendisine hoşnutlukla bakan gözlerini görmüştü. Tanışıp konuşmaları bu rastlantıdan sonraydı. Şimdi, şu anda, kendisi düşerken hiç farkına varmadan çalışmaktaydı. Üstündeki tulum ince bedenine bol gelmekteydi ve bu da onu daha cana yakın göstermekteydi. Ona her şey için güvenebilirdi. Kendisi için dehşetli bir üzüntüye düşeceğine ve yüzündeki hiçbir ifadenin rol gereği olmayacağına güvenebilirdi. Düştüğünü görseydi imkansız olsa bile kurtarmak için kollarını uzatacağına emindi. Belki kendisi de onu sevindirmek için geçmişte verdiği kağıtları alabilirdi. Bazı arkadaşlarının sırf sevgilerinden bunu yaptıklarını biliyordu. Bazılarının da sırf korkularından almadıklarını biliyordu. Kendisiyse sevgiyi ya da korkuyu bir neden olarak duymamıştı. Bunlardan bir şey çıkacağına inanmıyordu sadece. Üstelik arkadaşının da bu boş inanç için kendini attığını hissettiği tehlikelerden uzak durmasını ancak onun inancını kırarak, onu hayal kırıklığına uğratarak sağlayabilirdi. Kendine ve ona iyilik ettiğine inanıyordu.
Umutsuzdu. Ellerini, kollarını, ayaklarını durmadan çırpıyordu. Boşlukta kendini bir türlü döndüremiyor, baş aşağı duruşundan kurtulamıyordu. Yeterince çırpamıyor muydu acaba? Bunun için bir yerden destek almak mı gerekiyordu? Ayakları önde olsaydı ölüm bir an da olsa gecikir miydi?. 
Daha birkaç saniye önce içinde olduğu dünya bildik devinimleri içinde, ama artık ulaşılmaz, kendinden kopmuş bir dünyaydı. Bu dünya bir çığlıkla kopmuştu kendisinden. 
Bir çığlık apartmanın önündeki akasya ağacından koparak, görünmez metal tozlarıyla ağırlaşmış havada parçalandı. Bir çığlıkla kopmuş bir dünya. Kendi çığlığını tanıyamadı. Kendisinin değildi, belki çocukluğunundu ve belki akasya ağacındaki çocuğun. Söz dinlemez saçları alnından ileriye dümdüz uzanıyordu. Yedi yaşlarındaydı. Ağacın üst dallarından atlamak üzereydi. Gülerek ''bak atlıycam baba!'' dedi ve kendini ileri fırlattı. Ne kadar çocukça! Aşağıda, yan durduğu için kendisini görmeyen baba sanki her koşulda onu yakalamak üzere vardı. Eğer baba orada olmasaydı çocuk belki de korkudan ağlayıp duracaktı ağacın tepesinde. Çocuğa doğru döndüğünde söz çoktan bitmişti, çocuk havadaydı. Kolları hızla gelen ağırlığın baskısıyla aşağı inerken çocuğu yakalamak için çırpındı. Önce bir kolunun sonra da çocuğun toprağa temasını duydu. ''Uvvv!'' dedi çocuk yüzünü buruşturarak ''Tutamadın baba!''. Serzenerek ayağa kalkarken poposunu ovuşturuyordu. Bütün gücüyle poposuna attığı şaplak çocuğu yerden kesti. Hayal kırıklığı geçmişti. Şaplağın acısından ağlıyordu. 
Gözyaşları akıp geçti aklından. Çelik iskeleler, vinçler, betonlar, birbirini kesen profillerle örülmüş tavan, sesler ve hareketler akıp geçti. Otuz yıllık yaşamı üst üste sarılırken bazı yerleri düğüm noktaları gibi bir an takılıp yumağın içinde kayboldular. Düşeceği yerden emin olana kadar ucundan tuttuğu yaşam yumağı, potadan emin olmasıyla birlikte savrulan ucuyla uzaklaştı. Örgü kemerin tiftiklenmiş ucu hava akımıyla titreşerek hızla geçti. Avuçlarının içinde şerit gibi bir yangı vardı. İnanmak istemese de kopma sesinin belindeki kemerden geldiğini biliyordu. İçinden kopan boşlukla bir başına, yirmi metre yükseklikte, havadaydı. Ayak parmakları sızladı, bedeninde dolaşan tüm kan bir an için durdu ve küçük titremelerle çarpışıp damarlarını zorlayarak akmaya başladı.
Yapmamalıydı. Tek eliyle yapması gereken işi iki eliyle yapmamalıydı. Hatta hiç değiştirmemeliydi. Kim değiştirirse değiştirsin, ama o değiştirmemeliydi. Oraya tırmanmamalıydı. Birileri onu oraya monte etmiş olabilirlerdi. Ama bu saçmalıktı. Belki de küçük bir makaralı sistemle tavana ulaştırılmalıydı. Bir gün o ampulün patlayacağı, değiştirilmesi gerekeceği kesindi. Belki diğerlerinin de ömrü dolmak üzereydi. İşte şu ilerdeki de zaman zaman sönüyordu. Her biri için bu tehlikeyi göze almak zorunda olmamalıydılar. Diğerlerinin yükseklik korkusu olduğuna göre iş hep ona düşecek demekti. Emniyet kemerinin kopma olasılığı milyonda birmiş! İyi ama kopma olasılığı gerçekleşince ölme olasılığı yüzde yüzdü! Yirmi metre aşağıdaki beton kimseye yumuşak bir karşılama töreni yapmazdı. 
İşin ucunda iş olmasa bu iş yapılmazdı.

Öykü bitti... Başladığı yerde bitti... Geriye o potadaki çeliğin öyküsü kaldı.


İzmir, 02-07 Temmuz 03

başa dön