______  yersizyurtsuz  ekran dergi  eylül - ekim '2003  [ onbirinci yayın dönemi ]   sayfa 14

  



 

 
[ himmet aslan ]

 

YENİLMEK

Kapının zili bir kez, alalede çaldı. Elindeki gazeteyi bırakmak istemeyen Ahmet Usta, zilin yanlışla çalınmış olmasını umut ederek bir süre huzursuz bekledi. Zil ikinci kez ve daha uzun çalınınca, istemeye istemeye ayağa kalkıp, üstündeki hırkayı aşağıya doğru düzelttikten sonra kapıya yürüdü. 
Kısa, yağlı saçları birbirine yapışmış, esmer yüzü daha bir kararmış ve kurumuş, işini ağırdan alıyor gibi duran bir kız, botlarının bağını çözmek için eğilmişti. Loş ev, kapıdan içeriye doğru yavaşça aydınlanıp ısındı. Bu kız onun kızıydı. Ama yok...bu ifade yeterli değil. Bu kız ne kadar da onun kızıydı! Bu yağlı saçların, esmer, kararmış yüzü., botlarını çözen ellerin, eğilmiş bedendeki kokunun, kirin, sıcaklığın babasıydı. Kaybettiği fakat merakla, işte böyle kapıda belirmesini beklediği bu insan, daha botunun bağlarını çözmeden, daha eve girmeden bütün kapılarından içeriye doldu. Tutmak, duymak, öpmek ve koklamak için, sesini onun kulaklarına ulaştırıp yankısını bulmak için bekleyişi belki bir yüzyıl kadar sürdü. Doğrulan kıza, duyuları dağılmasın diye gözlerine bakmadan sarıldı, sonra içindeki sevgiyi daha keskin duymak için gözlerini kapattı. Burnunu saçlarında, ensesinde dolaştırdı. Ne yaparsa yapsın bu kendisi kadar tanıdık insanın varlığına doyamıyordu.
İkili bir koltuğa yanyana oturup, dokunuşlarını birbirlerinden ayırmadan, seslerini dokundurmayı en sona bırakarak öylece durakaldılar bir süre. Yağmur yüklü bir bulut, yanıbaşındaki güneşe bakarak içini boşalttı. Toprağı yıkadı. Sonra alıp başını başka dağlara, kendini bekleyen kır çiçeklerinin yanına gitti. Parıltılı aydınlıktan mis gibi bir toprak kokusu yükseldi. Toprak, güneş altında gülümsedi. 
Baba, içinde ne varsa, salondaki ikili koltukta bırakarak, gitti bir çay demledi. Beş on dakika sonra buğusu tüten bardaklarla geri döndü. Tepsiyi koltuğun önündeki sehpaya koydu. Gidip kızını yanağından öptü.
''Hadi çay içelim.''
''İçelim baba.''
Ahmet Usta kızının çay içişini seyretti. Mehtap, kendini babasının seyrine bırakmış, sayarmış gibi yavaş yavaş yudumluyordu. Babası onu seyrederken, o bu seyirin sıcaklığı içinde gözlerini odada gezdirdi. Kapının dibindeki, belinden beyaz bir bez şeritle bağlanmış peygamber kılıcı yapraklarının, zorlu, yeşil parlaklığının üzerinde durdu. Annesinin bulaşık deterjanlarından pürtüklenmiş elleri ve belki bir parça da limon kabuğu geçmişti bu yapraklardan. Kitaplığın yanındaki büfede başka camların, porselenlerin arasında yaldızlı çay bardakları diziliydi. Bu seyirlik bardakları kullanması yüzünden annesiyle aralarında çıkan tartışmaları hatırladı. Elindeki bardağa baktı, yaldızlıydı. Babasının inceliğine sevindi. Bu bardağı büfeden aldığını hiç farketmemişti biraz önce. Belki de oradan almamış, zaten mutfaktaydı. Elindeki bardağa gülümserken, babasının bu gülümsemeden mutlu olduğunu da hissetti.
''Hiçbir nehirde iki kez yıkanılmadığı gibi, hiçbir şey hiçbir şeyi beklemez.''
Nereden gelmişlerdi bu konuya? Öncesini tamamen unutmuştu. Söz güzeldi. Demek babası yine gündelik hayat gailelerinin ötesinde, hayatın anlamıyla da ilgiliydi. İyi ama neresinden başlamışlardı da burasına gelmişlerdi hayatın? Kendisi de konuşmuş muydu, yoksa yalnız babası mı? Hatırlayamadıkça telaşa kapıldı. Aceleyle cümlenin sonuna tutundu.
'' Yani beni beklemedin mi?''
''Bekledim tabii. Ama bir bak gözlerime, dudaklarıma. Evin içine bak. seni beklemiş miyiz?''
''Hayat beklemiyor baba! Ama siz beklediniz.''
''Gözlerim bile beklemedi seni kızım, bekleyemediler. vazgeçmediler sadece. Zaten beklemenin beklemeye uyan bir tek yanı var.''
''Ne baba?''
''Vazgeçmemek. Tıpkı aynı nehirde yıkanmaktan vazgeçmemek gibi. Bunun dışında bir anlamı yok beklemenin. Mümkünü de yok''
''Vazgeçmemek beklemek değil baba. Beklemek vazgeçmemekten başka bir şey yapmamak.''
Kızına şaşkınlıkla baktı Ahmet Usta. Bu sözlerin, iki yıl önce, daha onbeşinde uğurlamasız giden, o safdil, o korunmasız küçük kızından çıkmış olmasına inanamamış gibiydi. 
Sonbaharın kışa direndiği günlerden birinde, yine böyle bir akşamüzeri, hastalandığı için işten erken gelen kızına yemek yapmış, onun yemek yiyişini seyrederken, ertesi gün gideceğini bildiği, ama ortamın gerginliğinden ötürü tehlikeli bulduğu gösteriden caydırmaya çalışmıştı. Kızına hem küçük, hem de hasta olduğunu söylerken, kızı kendisinden öğrendiğine emin olduğu bir konuşmayla karşı çıkmıştı:
''Hem hasta, hem küçük olduğum halde beni çalıştırmasını biliyorlar, karşılığına da katlanmaları gerekmez mi? Niye gitmeyecekmişim!''
''Tabii gidebilirsin. Ben hazır olmadığın şeylerle karşılaşmanı istemiyorum sadece. Biraz bekle, yaptığın işi daha sağlıklı yapacak durumda olacaksın.''
''Beklemeye zaman yok, hem neyi bekleyeceğim?'' 
Onbeş yaşındaki kızının zamanı yoktu! Bütün iç sıkıntısına rağmen gülmeden edememişti:
''Dur kızım, yavaş ol. Devrim yapmak için çok genç değil misin?''
''Sen de annem gibi konuşuyorsun baba! Onu işçi sınıfı yapacak tabii. Ben de o sınıfın içinde olduğuma göre?''
''İçindesin ama, ne sen devrime hazırsın, ne de devrim size hazır.''
''Nasıl yani?''
''Devrim, şimdi yapmaya çalıştığınız ya da öyle düşündüğünüz devrim olmayacak! Sizin düşündüğünüz gibi. Ama aynı zamanda kendisi gibi!'' Bir süre, uygun kelimeleri bulmak için aranmıştı. ''Siz onun bir bileşeni olarak nasıl olacağını etkileyeceksiniz elbette. Ama asıl o sizi etkileyecek. Hatta daha olmadan etkileyecek. Siz onu kendinize hazırlarken o da sizi kendisine hazırlayacak... Hayat devrimi de devrimciyi de şimdiki noktada bırakmayacak. Buluşacaklar ama, ne o devrimciyi, ne devrimci onu bulacak. Buluşmaya gidenler başka, buluşanlar başka olacak.''
''Buluşmaya giden olmazsa kimler buluşacak?''
''Onu demek istememiştim. Tabii buluşmaya giden olmazsa buluşan da olmaz. Bak, sen düne kadar buluşmaya giden değildin. Bir gün geldi buluşmaya gidenlerden oldun, başkalaştın. Bir gün de gelecek buluşmaya giden senden başka birisi olacaksın. Elbette bunların hepsi sensin. Ama artık önceki sen olmayacaksın. Daha küçüksün, biraz bekle. Taşımayacağın yüklerin altına girme.''
''Bugünkü Mehtap nasıl dünkü Mehtap'tan olduysa, yarınki Mehtap da bugünkü Mehtap'tan olmayacak mı baba? Benim bu tür şeylere daha çok katılmam gerekli.''
Ahmet Usta, konuşmayı kendi elleriyle tehlikeli bir noktaya getirdiğini farketmişti. Bir kuş yavrusunun uçma denemesi için annesinin hissettiğine benzer bir duygu içindeydi. Uçmasını isterdi elbette de ya düşerse? Düşmeye razı olmayan uçmaya razı olur muydu? Buna hiç razı olmadığını, çocuğunun ne uçmasını ne de düşmesini istemediğini çok iyi biliyor, bütün hücreleriyle hissediyordu. Aynı zamanda, artık çok geç olmasından endişeliydi. Yine de kızının son cümlesinin bir ayrılış sözü olduğunu hiç düşünmemişti:
''Ben beklemeyeceğim baba. Yapılanda payım olacak... içinde ben olmasam da payım olacak.''
Ertesi gün, kızının gösteriden dönmesini biraz da kaygıyla beklemişlerdi. Ama ne o gün ne de daha sonra bir daha dönmemişti. Gittiği günün akşamı aradığında, bütün bağırmalarına, yalvarmalarına karşın geriye dönmeyeceğini söyleyip kapatıvermişti. Sonraki aramalarında da döndürme çabalarının telefon görüşmesinin kısa sürmesinden başka bir işe yaramadığını farketmişler, bu yüzden çağrıların yerini uyarılar almıştı. Ahmet Usta, bu gidişten hep kendini sorumlu tutmuş, kendi kendini suçlayıp durmuştu. Sonraki iki yıl boyunca, karısı, her gün, kızını çağrıştıracak her olayda, haberde, tekrarlamaktan kendini alamadığı suçlamalarla, ilenmelerle bu suçluluk duygusunu dayanılmaz hale getirmiş, en azından saygının varolduğu otuz yıllık evlilikleri bile çekilmez hale gelmişti.
İki haftadır sesini de duymadıkları bu kızı şimdi karşısında, hiç ummadığı bir kavrayışta ve hiç ummadığı bir çökkünlük içinde bulmuştu. Tuhaftı, yine ''beklemek''le başlamışlardı:
''Eğer beni beklememiş olsaydın, vazgeçmemek dışında birşeyler de yapmış olmalıydın. Oysa sen vazgeçmedin ama, sadece vazgeçmemeyi yaptın, sadece bekledin baba. Bekleyemeyecek kadar çok şey bildiğin halde bekledin.''
Ahmet Usta bütün silahlarının elinden alındığını, hatta döndürülüp kendine çevrildiğini hissetti:
''Hayır kızım, o kadar da insafsız olma. Direttim. Senin için de kendi bildiklerim için de direttim. Biliyorsun. Yalnız ben değil annen, hatta bu ev bile, şu koltuklar bile diretti. Beklemek buysa, biz böyle bekledik.''
''Sen elindekilerle yetindin. Elinde olmayarak direndin. Çok şey biliyordun baba, daha fazlasını yapabilirdin. Yapabileceğini de biliyordun.''
''Evet kızım, yapabileceklerimi biliyordum. Yapabileceklerimi yapmaktan geri durmadım .''
Mehtap babasına baktı. Kaşında birkaç beyaz tel vardı. Yüzünde yamaçları yalayan, çiçekleri eğen, o hep yarım gülen yel dururken nasıl olmuş da kaşlarındaki teller ağarmıştı. Gözlerinin altındaki hafifçe morarmış halkalı çukurlar, şimdi daha da solmuş ve kurumuş görünen dudakları onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. ''Yapamadıklarını nasıl yapabileceğini de biliyordun'' diyecekti. Böyle başlayacaktı. Vazgeçti.
''Ama ben beklemedim'' dedi. ''Hiç vazgeçmedim ama, beklemedim. Sizi buldum, İşte burdayım.''
Yüzünden bir gölgenin geçtiği gözle görünüyordu. Kız kurumuş boğazıyla yutkundu:
''Ve biliyor musun baba, beklemek isterdim. Beklemeyi ve sizin beni bulmanızı isterdim.''
Gözlerini yere eğdi. İki damla yaş pantolonunda iki küçük gölge yaptı. Sonra pamuklu kumaşın hücrelerini işgal ederken güçsüz düşerek yavaşça etrafa yayılıp söndüler. 
Ahmet Usta, gözyaşlarının gölgesinde dağıldı, söndü. Neden yenildiğini anlayamadı. Ama anladı ki yenilmişti. 
''Eğer yenilmeseydim ben sizi bekleyecektim. Buraya dönmeyecektim.''
Mehtap bunları başını kaldırmadan söylemişti. Kızına yenilen Ahmet usta, usulca başka bir yenilgiye, kızının yenilgisine doğru sürüklendiğini hissetti. Acıyla kıvrandı. Keşke kızına yenilseydi. Keşke kızına yenilmekle kalsaydı. Ama anladı ki o, kızını yenene de yenilmişti. Hatta kızından yıllar önce, hep direttiğini sanırken, yavaş yavaş, bekletilerek, hiç ciddiye alınmadan, aşağılanarak, korkutularak, küçük avuntular keşfettirilerek, ve nihayet emekli edilerek yenilmişti. Bir işçi olarak kullanılmış, bir işçi olarak yaşatılmış, bir işçi olarak emekli edilmişti. Ve düşman işte kendisine yakıştığı gibi, kendisine yakışanı yaşamaya devam etmişti. Beklemedim mi demişti? Yalancıydı. O hep beklemişti. Ne ileri, ne geri, aynı yerde beklemişti. Neyi? Düşman düşmanlığını yaparken, o düşmanına düşman olamamıştı. Kızı kendi adına bunu açık yüreklilikle anlatırken, bunun için gözyaşı dökerken, o bundan da kaçmıştı. Hep yenik yaşamayı nasıl becermiş, nasıl bekleyebilmişti.
Sevindi birden, hiç olmazsa kızı savaşarak yenilmişti. Kendisini ciddiye aldığını hiç hissedemediği düşman, kızını, şu yağlı saçlarıyla, kara kuru duruşuyla, ufacık tefecik kızını ciddiye almıştı. Demek tehlike görmüştü onda, güç görmüştü. Demek korkmuştu, yarınından endişe duymuştu. Onun için şiddetliydi saldırısı. Belliydi bu. Ama kızı, ama kızı kendisinin yapmadığını yapmış, düşmana düşman olmayı başarmıştı işte. Eğer kendisi bu yenilgiyi başarsaydı, kızı belki daha fazlasını başaracak, belki yenilmeyecekti.
Yorgun ellerini uzattı, kızının zayıf bileklerini tuttu. Burnunu yağlı saçlarının arasında dolaştırdı. Gözpınarlarında bekleyen gözyaşları yenik kızının saçlarına karıştı. O artık kendi yenilgisi için ağlıyordu.

Karıncalar akşamın alaca karanlığında, sırtlarındaki buğday denkleriyle evlerinin yolunu tuttular. Antenlerini birbirlerine sürterek merhabalaşırlarken, düşünceliydiler. Hepsi de yuvalarına dönünce güneş birden batıverdi.

Kapıda anahtar tıkırdadı. Dalgın bir kadın gölgesi onları farketmeden elindeki poşetlerle mutfağa geçti.. 

İzmir, Ocak 2003

başa dön